metrika yandex
  • $42.11
  • 48.97
  • GA41800

Haberler / Yorum - Analiz

Fıtratın Farkına Varmak: İslam'da Aklın ve Kişisel İnancın Önemi / Hasan KANAT

08.10.2022

Modern sekülerliğin 'liberalizmi' ile yoğrulmuş Batılı zihnin, İbrahimî dinleri 'kitle dinleri' olarak damgalaması ve dahası 'kitle dini' kavramını dogmaya körü körüne teslimiyet ve bireysel özerkliğin kaybı ile eş tutması otomatik bir refleks haline gelmiştir. İslam, belki de bu yanılgıdan en şiddetli derecede mustarip olan dindir. Başörtüsü takmak gibi, dinin toplumsal olarak “baskıcı” kabul edilen yönlerine ilişkin medyanın hararetli tasvirleri, dinin doğası gereği bireysel özgürlüğü altüst ettiğine dair oluşturduğu algıdan dolayı kısmen suçludur.

Üstelik, bu anlatıda, İslam, kamusal alanda, Allah ile kişiselleştirilmiş bir ilişkinin geliştirilmesini aktif olarak teşvik eden bir inanç olarak kabul edilmez. Bu, kutsal metinler açısından, esasen, klasik İslam teolojisinin iki can alıcı ilkesinin önemini yeniden vurgulayarak burada ortadan kaldırılması gereken bir yanlış anlamadır: Müminin ilahi âyetler veya 'işaretler' için bireysel arayışında cisimleşen genel akıl kavramı ve fıtrat doktrini (bireyin ebediyen mevcut olan Allah'a karşı doğuştan gelen farkındalığı). Bu sonuncusu mevcut tartışma için özellikle önemlidir çünkü örgütlü dini uygulamalardan bağımsız olarak mevcuttur ve belki de bireysel ruhani otoritenin en açık göstergesidir.

İslam'daki bu temel doktrinlere ilişkin farkındalık eksikliğinin bir nedeni belki de Budizm ve Hinduizm gibi diğer 'Doğu' dinlerinin yaygınlığıdır ve bu dinler çağdaş kültürde karşıt -ama daha dengeli bir mercekle yorumlanmıştır. Bunlar (ya da daha ziyade bunların değiştirilmiş versiyonları) bireyciliği barındırma potansiyelleri nedeniyle sosyal ve kültürel olarak benimsenmiştir. Kişisel ihtiyaçlara göre şekillendirilebilir olarak algılanmaktadırlar; seküler yaşam tarzına uyması için Budist bağlamından çıkarılan popüler 'farkındalık' uygulaması buna örnektir. Bu kendi içinde sorunlu bir durumdur ve Seyyid Hüseyin Nasr'ın ''Bir Kutsal Bilim İhtiyacı'' adlı kitabında işaret ettiği gibi; Batı Asya manevi kültürlerini çeşitli biçimlerde deformasyona uğratıp, profanlaştırmaktadır. Ancak bu durum aynı zamanda Batı'nın İslam'ı yanlış anlamasını da neden olmaktadır. Çünkü benzer bir deformasyon ve profanlaştırma sürecinden kaçan bir gelenek olarak İslam, görünüşte daha liberal olan bu manevi sistemlere taban tabana zıt görünmektedir.

Bireysel bir arayış olarak bilgi, İslami teolojik kavram olan ''fıtrat'' ile bağlantılı olarak düşünülebilir. Arapça da 'F', 'T', 'R' kökten türeyen ve 'yarmak' veya 'yarılmak' anlamına gelen fiil formu, bireyin Allah'ı bilme konusundaki doğuştan gelen yeteneğini kapsar (semantik olarak kaynaktan çekilme veya 'yarılma' kavramına karşılık gelir). Ya da gnostik düşünceye aşina olanlar için, İlahi Kıvılcım'a paralel olduğu görülebilir; Bilgi bağlamında fıtrat hakkında bu kadar önemli olan şey, aklın nesnesini içeriden gelen olarak temsil etmesidir.

İslam kuralcı bir şekilde öğretilebilirken- ve gerçekten de Sufi terimini kullanırsak, yol göstermek gibi bir işlev görürken- Tanrı'nın sezgisel bilgisi nihai olarak bundan bağımsızdır ve bu anlayışın kendisi niteliksel olarak İlahidir. Allah'ın fıtratı yarattığı gibi, fıtrat da yaratma kabiliyetine sahiptir; bu terimin inisiyatif, uygulamalı akıl yürütme ve dış dünya hakkında teoriler oluşturma kavramlarını kapsadığı düşünülebilir. 19. yüzyılda yaşamış Müslüman âlim Muhammed Abduh, Peygamber'in (s.a.v) bugün Batı bilimini önemli ölçüde etkilemiş olan İslami entelektüel hareketleri oluşturan bu yaratıcılık ifadesini teşvik edişini özetlemektedir:

''Eğer doğa ve astronomi bilimlerini açıklamak peygamberin üzerine düşseydi, bu, insan duyularının ve aklının faaliyetinin sonu olurdu ve bu da insan özgürlüğünü ortadan kaldırırdı... Peygamber, insanlara, refahlarını artıran, bilgilerini genişleten ve sonunda ruhlarını ilerleten her şey üzerinde duyularını ve akıllarını kullanmalarını özlü bir şekilde tavsiye etmiştir'' (Muhammed Abduh)

Bağdat'ın ünlü Bilgelik Evi, (Darul-hikme) din ve rasyonalite arasındaki yakın bağa dair İslami vizyonun bir örneğidir. Ortaçağ skolastiğinin çekirdeğini oluşturan ve 'İslam Felsefesinin Babası' olarak anılan El Kindi gibi bu felsefenin yerleşik bilgeleri, çalışmalarında olağanüstü derecede yenilikler kullanmışlardır. Yeni tercüme edilen Yunan felsefi materyalinin Arabistan'a aktarılması, Platoncu ve Aristotelesçi evren algılarının Müslüman bağlamlara dikkatli bir şekilde uygulanmasına yol açtı. Burada, Kur'an'ın ebedi hakikati ile bilimin güncel keşifleri arasında içsel bir uyumsuzluk yoktu. İslam Altın Çağı'nın tanınmış alimlerinden El-Biruni, bu tür bilimsel arayışların ardındaki Kur'ani motivasyonları açıklarken şu sureye atıfta bulunur;

Onlar ki, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: "Rabbimiz, sen bunu boş yere yaratmadın; sen her şeyden yücesin; bizi ateşin azabından koru" derler. (Ali İmran 191)

Bu 'göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünme' kavramı, kelam âlimleri tarafından bilinçli olarak benimsenen akılcı arayışlar için geniş kapsamlı imalara sahiptir. Bunlar, fıtratta önceden var olan İlâhî bilginin eldeki dünyaya uygulanması yoluyla ortaya çıkması olarak anlaşılabilecek bir tür idrak yoluyla Allah'a yönelik bu arayışı temsil ederler. Bu süreci anlamak için Platon'un anamnesis kavramına başvurulabilir. Cumhuriyet'teki Meno diyaloğunda, eğitimsiz ve okuma yazma bilmeyen bir köle çocuğa bir geometri bulmacası verilir ve çocuk bunu nasıl çözeceği konusunda yönlendirilmeden çözebilir. Bu alegorinin özü, her ruhun, eğitim seviyesi ne olursa olsun, doğuştan gelen geometri bilgisini ve dahası, tüm gerçekliğin planını oluşturan kavramsal "Formlar Dünyası "nı barındırmasıdır.

Dahası, İslam inancında bireysel muhakemenin üstünlüğüne dair herhangi bir tartışma, İbn Tufeyl'in on ikinci yüzyıl edebi eseri Hayy İbn Yakzan'dan kendini eğiten filozof' olarak da bilinir) bahsetmeden eksik kalacaktır. Alegorik bir edebiyat eseri olan hikaye, Hayy adında yetim bir çocuğun, sadece vahşi hayvanların eşlik ettiği kurgusal uzak bir adada doğmasını konu alıyor. Hayy büyüdükçe, gerçekliğin düzenine dair doğal bir merak geliştirir ve ölüm gibi konular üzerinde akıl yürütür. Ölen hayvanların bedenlerini inceler ve yaşamı oluşturan tek bir organ bulamayınca, 'bedenin tüm parçalarının sadece onun hizmetkârları ya da aracıları olduğu' bir ruhun var olduğu sonucuna varır.

Hayy büyüdükçe, mantıksal muhakemesiyle sentezlemeye devam ettiği doğal dünya hakkında engin bir bilgi birikimine sahip olur. Doğaya ve daha geniş kozmosa dair gözlemleri, evrenin görünüşte mükemmel organizasyonuna dayanan bir yaratıcının gerekliliğine dair teleolojik bir argüman ortaya koyar (materyalist 'bilim' uydurmalarıyla ne kadar bastırmaya çalışırsak çalışalım, herkesin bir noktada sezgisel olarak geldiğini iddia edeceğim bir farkındalık). Olgunlaştığı zaman, Hayy Tanrı'dan tamamen haberdar olmuş ve İlahi Olana bağlılık yaşam tarzını geliştirmiş, dünya hayatı boyunca kendi kademeli olarak fıtratı gerçekleştirmesiyle Müslüman bir münzevi olmuştur.

Bu hikayenin göstermeye çalıştığı şey, İlahi olanın bilgisinin ve Tanrı ile bir ilişki kurmanın, Platon'un anamnesis'i gibi, doğuştan gelen potansiyelden ortaya çıkan doğal bir psikolojik ilerleme olduğudur. Aslında hikayenin sonu, diğer insanların müdahalesinin bu ruhani sürece nasıl engel olduğunu ortaya koyar.

Ancak bu bir kez anlaşıldığında, İslam'ın özünde özerk maneviyatı baltalayan bir din olduğu yanılgısı tamamen terk edilebilir. Gerçekte İslam inancı, Hud suresi 13'cü ayette ifade edilen çeşitliliğin önemini kendimize hatırlatmak için, 'kabilesi' ya da cinsiyeti ne olursa olsun herkes için, her yerde ve her zamanda ve dolayısıyla bireysel yaşamın ortaya çıkarabileceği olası her deneyimde işaretler sunar

Şüphesiz bunda, sabreden ve şükreden herkes için ibretler vardır. (Lokman 31)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş