Sosyal inşacı görüş ikliminin hakim olduğu yerlerde, "gelenek" kelimesinin anlamı keyfi örf ve adetlere dönüşür. Gelenekler, en iyi ihtimalle, uzak ve bu nedenle de ilgisiz bir geçmişin fosilleşmiş kalıntılarından başka bir şey olarak algılanmamaktadır. En kötü ihtimalle, (Eric Hobsbawm'ın teorize ettiği gibi) ulusal kimliğin sentetik bir şekilde oluşturulması ya da daha hayalci bir yaklaşımla kaba bir güç iddiası gibi art niyetli kişiler tarafından toplumlara empoze edildikleri varsayılır. Bu tür yorumlar geleneklerin istismar edildiği belirli durumları açıklasa da, en azından bundan çok daha incelikli bir kavram olan geleneğin özünü hiçbir şekilde temsil etmemektedir .Aslında, filozoflar geleneği genellikle gündelik hayatın keyfiliğini aşmanın bir aracı olarak düşünmüşlerdir; gelenek, sosyokültürel ortamına yalnızca tesadüfi olarak değil, onun ötesinde var olan hakikatlerin bir taşıyıcısı olarak görülmüştür.
Elbette, kaçınılmaz olarak sadece iki boyutlu bir bakış açısına izin veren tarihsel materyalizm merceğinden bakıldığında, böyle bir iddia temelsiz, aşırı hayalci veya belki de geçmişin aşırı romantikleştirilmiş bir izlenimine yatkın görünebilir. Gerçekten de, modern zihin için tüm olguları somut sosyokültürel "nedenlerine" indirgemek çok daha caziptir. Yine de, yalnızca maddi nedenselliği açıklayan açıklamalar, esasen metafizik bir uğraş olan geleneğin etrafında döndüğü maddi olmayan ilkelerin hakkını vermez; gelenek, aksi takdirde olumsal ve kaotik bir dünyada kalıcılık sağlamanın bir yoludur. Dahası, tarif edilemez hakikati anlaşılabilir bir dile çevirmenin bir aracıdır.
Aslında Batı dilinde "gelenek" terimi (Tradation) Latince tradere kelimesinden türemiştir ve "teslim etme" veya "vazgeçme" eylemini ifade eder. Dışsal olarak bu, geleneklerin her nesle gerçek anlamda devredilmesi ya da bahşedilmesi anlamına gelir; daha geniş bir perspektiften bakıldığında ise ''Tradere'''i kişinin kendini daha yüce bir şeye "bırakması" olarak yorumlayabilir. Metafiziksel olarak yaklaşıldığında gelenek, ruhu daha yüksek bir gerçeklik düzenine doğru yönlendiren noetik güce sahip olarak düşünülebilir. Bu anlayışa göre gelenek, sosyal inşacı yorumun varsaydığı gibi, yalnızca güç veya kontrol uygulamak isteyen aktörler tarafından bireylere dayatılan bir dizi yaptırım aracı değil, "aşağıdaki" (yani zamansal dünyadaki) bireylerin kolektif olarak yukarıya yükselmeleri için ortak bir araçtır. Bu şekilde anlaşıldığında, geleneğin özünde dogmatik bir güç olarak değil, kolektif olarak ilham veren bir şey olarak anlaşılması gerekir.
Didaktik gelenekler -yani hikâyeler anlatılar ve folklor sanatları- bu bağlamda metafizik bir arayış olarak geleneği özelikle açıklayıcı niteliktedir. Bunlar yalnızca olumsal bir dünyada kalıcılığı tesis etmekle kalmaz, aynı zamanda ahlaka ve nihayetinde kutsala ilişkin ebedi hakikatleri de aktarırlar. Yapılandırmacı-materyalist kültür görüşünü askıya alarak, geleneğin bu boyutunu yaratıcı bir şekilde keşfedebiliriz. Buna özellikle ilginç bir katkı yapan kişi Müslüman Filozof Ebû Nasr el-Fârâbî'dir. Aristotelesçi bir Neoplatonik dünya görüşünden (birçok Ortaçağ İslam düşünürünün karakteristik özelliği) yola çıkan Fârâbî, edebi mirası manevi açıdan gelişen bir toplumun temel bir bileşeni olarak sunar. Bunu yaparken, geleneğin -sadece sosyokültürel değil- metafizik boyutunu, özellikle de didaktik biçimini aydınlatır.
Geleneksel unsur burada özellikle önemlidir. Bu hikayeler, anlatılar birkaç nesil boyunca dolaşımda olduğu için, mesajları güvenilir -yani kendileri de en yüksek ahlaki erdemlere uyum sağlamış- şairler ve vaizler tarafından uzun bir süre boyunca onaylanmış olmaları temelinde geçerli kılınabilir. Fârâbî'nin Neoplatonizmi ışığında, didaktik bir gelenek ne kadar uzun süredir dolaşımda ise, mesajının zamansız olma olasılığının o kadar yüksek olduğu söylenebilir; dahası, eğer bir şey ahlaki olarak zamansız ise, o zaman muhtemelen ebedi olanla örtüşecektir. Gelenek için daha genel olarak böyle söylenebilir; kalıcılık niteliği ilksel olana karşılık gelen bir niteliktir. Böylece, aksi takdirde olumsal bir dünyada bu tür bir kalıcılığı geliştirerek gelenekler, ruhun yükselişine -ya da daha ziyade Platoncu anamnesis ruhuyla, Faal Akıl'a bakmanın epistemik yükselişi yoluyla değişmez hakikatlere geri dönüşüne- ilham verir.
Fârâbî, erdemin geliştirilmesini bu sürecin özellikle etkili bir unsuru olarak görür ve ahlaki karakterin gelişimini teşvik eden didaktik gelenekleri vurgulamasının nedenini açıklar. Gelenek arayışı, en azından Fârâbî'nin siyaset felsefesinde, insanların zihinlerine keyfi bir dizi ideali zorla nakletme meselesi değildir; daha ziyade, onları dışsal ve dolayısıyla herhangi bir kişilerarası karşılaşmanın tamamen ötesinde olan bir şeye doğru ilham verme meselesidir. Bir kez daha, bu açıdan gelenek ile tasavvuf arayışı arasında paralellikler kurulabilir, çünkü her ikisi de mümkün dünyanın üzerine ve ebedi olana doğru yükselmeyi gerektirir. Muhtemelen en belirgin fark, geleneğin yalnızca bireysel değil, kolektif bir arayış olmasında yatar; Fârâbî'nin kendisi de bunu doğası gereği erdemli olarak görür ve toplulukların yalnızca sosyopolitik değil, aynı zamanda ve en önemlisi manevi bir şekilde gelişmesi için uyum (itilâf) ve karşılıklı sevginin (tahâbüb) gerekli olduğunu yazar.
Geleneğin ilksel boyutu -özellikle didaktik ve edebi biçimleriyle- klasik Avrupalı muhafazakâr filozoflar arasında da yaygın olarak kabul görmüştür. Nitekim Fârâbî'nin yazılarının Leo Strauss aracılığı ile Batılı yazarları etkilemiş olabileceği öne sürülmüştür. Gelenek tartışmasına özellikle kayda değer bir katkı yapan 20. Yüzyıl şairi T. S. Eliot olmuştur. "Gelenek ve Bireysel Yetenek" adlı denemesinde Eliot, benzer şekilde, geleneğe sıkı sıkıya bağlı olan edebiyatın ebedi niteliğine atıfta bulunur. Ona göre gelenek yalnızca geçmiş zamanın bir figürü değil, zamanın ötesinde olanın bir izlenimidir.
Didaktizm, hem Fârâbî'nin hem de T. S. Eliot'ın kabul ettiği gibi, geleneği en özlü biçimiyle temsil edebilir. Bu nedenle çok sayıda siyaset filozofu hikâye anlatıcılığını ya da iktisâsı erdemin ve akabinde Hakikat, Güzellik ve İyiliğe dair kolektif bir bilincin korunması için elzem olarak görmüştür. Örneğin 18. Yüzyıl Alman filozofu Johann Herder, Grimm Kardeşler'in masallarının yeniden dolaşıma sokulmasını tam da ortak bir didaktik geleneğin ortak bir ahlaki karaktere ve dolayısıyla nesnel gerçeklere dair kolektif bir bilince yardımcı olacağına inandığı için teşvik etmiştir. Benzer şekilde, 20. Yüzyıl edebiyat eleştirmeni F. R. Leavis, İngiliz edebiyatının öğretilmesini, olumsal insanlık durumunu kendi dünyasının merkezine yerleştiren Benthamcı liberalizme karşı bir önlem olarak, giderek bireyci bir toplumda nesnel ahlakın bir dayanağı olarak savunmuştur. Didaktizmin ötesinde, aynı şey Matthew Arnold ve John Ruskin gibi klasik muhafazakar yazarlar için de söylenebilir; her ikisi de geleneksel mimariyi ve mirası Hakikat, Güzellik ve İyilik alemine ortak giriş noktalarını korumanın bir aracı olarak muhafaza etmeye çalışmışlardır.
Bu düşünürlerin hepsi geleneğin ebedi ve (çoğu zaman daha örtük olsa da) kutsal niteliğini ve didaktizmin ebediliği ve kutsallığı tikelleştirilmiş ve dolayısıyla kolektif olarak anlaşılabilir biçimlere tercüme etme yeteneğini tanımlayabilmişlerdir. Dahası, değerlerin yukarıdan aşağıya dayatılmasını gerektirmez, bunun yerine zamansal öznelliğin ötesinde özerk yükselişi teşvik etmeye hizmet edebilir. Bu anlamda geleneğin dogmatik ve dayatmacı değil, didaktik ve ilham verici olması gerekir.
Endonezya, BRICS'e katılmak istiyor
27.10.2024
Gazze’de ‘kademeli ateşkes’
28.10.2024
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
06.10.2024
Vay Yezid vay! | Salih Tuna
12.10.2024
İslam İnkılabı Lideri'nin Mesajları
07.10.2024
iblisi kovulmuş yapan şey… MUSTAFA AKMEŞE 11.10.2024
Söz mü Eylem mi.. Nereye? CAVİT OKUR 20.10.2024
Tehlikeli Oyun AHMET HAKAN ÇAKICI 08.10.2024
Vadedilmiş Topraklar Üzerine SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 10.10.2024