metrika yandex
  • $41.53
  • 48.58
  • GA4970

İKTİDAR VE SERVET

YUSUF YAVUZYILMAZ
08.09.2025


“Sizi yöneten zenginleşiyorsa, bu sizden çalıyor demektir. Çıkardığı yasalara da iyi bakın, O yasalar sizi korumak için değil kendini sizden korumak içindir.”
Malcolm X

Açık, şeffaf, denetlenebilir bir yönetim sistemi oluşturabilmek, özellikle otoriter bir geleneğe sahip toplumlarda oldukça zordur.  Hukuk devleti ile kanun devleti arasında çok esaslı bir fark vardır. Her rejimin, tarihsel geleneğinden kaynaklanan, kendine özgü kanunları vardır. Ancak kanun olması bir devleti hukuk devleti yapmaz. Kanun devletini hukuk devletine dönüşmesi için anahtar kavram adalettir. 

Siyasal iktidar çevresinden doğarak topluma yayılan yolsuzluk, zaman içinde yolsuzluğa karşı olan duyarlılığı da ortadan kaldırmaktadır. "Bal tutan parmağını yalar", "Yemeyenin malını yerler", "At binenin, kılıç kuşananın”, "Kol kırılır, yen içinde kalır", "Söz gümüş ise sükût altındır", "Komşuda pişer bize de düşer", "Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez", "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar", "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "Üzümünü ye bağını sorma", "Köprüden geçene kadar ayıya dayı de",   “Eski köye yeni adet getirme”, “İnsanın başına gelirse meraktan gelir” sözleri ile yolsuzluğu, çıkarcılığı, ikiyüzlülüğü, yalanı, bencilliği meşrulaştıran bir zihin yapısı var. Bu zihinsel zeminden yetişen kitleler için siyaset bir hizmet aracı değil, tam tersine yolsuzluğun, nepotizmin, zenginleşmenin aracıdır. Böyle bir toplumda gönülleri Hz. Hüseyin’den yana olsa da kılıçları Muaviye’den yana olan ikiyüzlü bir toplum ortaya çıkmaktadır. Ali Şeriati’nin deyimiyle "Elleri ve gönülleri Muaviye'nin yanında olduğu halde Hüseyin için ağlayan kimseler az değildir." (Ali Şeriati/Kendini Devrimci Yetiştirmek)

Toplumu oluşturan kesimlerin kendini koruma refleksleri, içlerinde meydana gelen sorunların görmezden gelinmesine yol açmaktadır. Muhafazakar dindarlardan Kemalistlere kadar bütün cemaatler ( Cemaat, Tönniesçi anlamda kullanılmıştır) kendi içinde olan olumsuzlukları açıktan eleştirmeyi zaaf olduğu gerekçesiyle karşı çıkar, bütün olumsuzlukları sineye çekerler. Bu tutum onları vicdanı ve ahlaki davranmaktan uzaklaştırır. Kriz anlarında sahiplenme güdüsü öne çıkar ve her tür ihlal görmezden gelinir.

Cumhuriyetin başından beri devletin kanunları hep olmuştur. Eksik olan kanun değil, adalettir. Aydınlar, kanun devletinin değil, hukuk devletinin kavgasını vermelidir. Hiç kuşku yok ki, Türkiye tarihinde, Tek Parti Dönemi hukuk devleti için referans olarak alınamaz.

Adalet devletinin oluşumunda devleti oluşturan alim, yönetici ve halkın üzerine düşen sorumluluklar vardır. " Üç sınıf insan vardır: Ulema ( din alimi ),ümera ( yönetici), fukara ( halk, derviş). ulema ifsad olunca din gider, ümera bozulunca geçim bozulur, fukara bozulunca ahlak gider. Ulemayı bozan hırstır, ümerayı bozan adaletsizliktir, fukarayı bozan riyadır. Şu halde ümera ulemaya sırt çevirince bozulur, ulema ümeranın emrine girince bozulur fukara da gösteriş yapınca bozulur." (İslam Tasavvufunun Meseleleri, Erol Güngör, Ötüken, S:192 )

İnsanların çoğu en büyük ideal olarak kendi parti, cemaat, örgüt ve sivil toplum kuruluşunun başarısı ve etkinliğine odakladığı için ahlakı ihmal edilebilir bir şey olarak görüyorlar. Bunun doğal sonucu olarak kendi grubunun hatalarını eleştirmeyi bir zaaf olarak görülüyor. Eleştirinin kendilerini zayıflatacağını ve söylemlerinin etkisini azaltacağına inanıyorlar. Bu durum, "kol kırılır yen içinde kalır" anlayışını besliyor. Eleştiriyi zaaf olarak görme davranışı kötülüğü ve yolsuzluğu meşrulaştırıyor ve kurumsallaştırıyor. Benzer tutum siyasal ideolojiler ve anlayışlar arasında da fazlasıyla yaygındır. “(Türkiye'de) … 68 kuşağı eylemcilerini darbe kovalayan askerlerin mutlak kontrolü altında inisiyatif almaktan yoksun, pasif gençler olarak görürsek resmi basitleştirmiş oluruz. Şüphesiz, 68’liler ile onları kışkırtan askerler ve işbirlikçileri hükümetin bir askeri darbe ile devrilmesinden rahatsızlık duymamaktadırlar. Zira bir kısmı askerleri kendi istedikleri düzeni kuracak olmasalar da AP’ye göre ehven-i şer olarak görmektedir. Bazıları, olası bir darbenin kapitalizmin çelişkilerini daha da şiddetlendirerek nihai çözüm olarak sosyalizme giden yolu açacağı ümidiyle yaşamaktadır. Diğerleri ise, sadece devrimciliğin gereği olarak eylem yapmış olmak için eylem yapmaktadır. Kısaca, her grubun ayrı bir hedefi ve beklentisi vardır, herkes birbirinden kendi amaçları için faydalanmayı ya da en zararı görmeyi umut etmektedir.” (Tanel Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül’ün Anatomisi: 1960-1980 Dönemi Türkiye’sinde Siyaset, Ankara, Liberte, 2023, s.245.)

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ve Tek Parti pratiği totaliter rejimlerin yükselişte olduğu zamanlara rastlıyor. 1923-1950 arası yönetim İtalyan faşizmi ve Alman Hitler pratiğinden fazlasıyla etkilenmiştir. Hatta belli bir dönem Hitler bıyığının bürokraside bir hayli yaygın olması, Nazizmin etkisini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Merkeziyetçi, kuvvetler birliği esasına göre düzenlenmiş, parti ile devletin özdeş sayıldığı bu pratiğin demokratik hukuk devleti için referans olması mümkün değildir. Böyle bir siyasal örgütlenme yolsuzluğa, nepotizme son derece elverişlidir. Böyle bir yönetim anlayışının panzehiri halkın denetimine açık hukuk devletidir. Türkiye Cumhuriyeti, hataları olsa da, demokrasi deneyimine, Ulusalcı Kemalistlerin karşı devrim olarak gördüğü 1950 yılında başlıyor.

Hukuk devletini zaafa düşüren en önemli etken hukukun işlevsiz hale gelmesidir. Suçun toplumsallaşması bir toplumu bekleyen en önemli tehlikelerden biridir. "Dostoyevski'nin Suç ve Ceza’sında şunu okuyoruz : ‘’Suç karşısında kimler sorumludur? Mazluma yardıma kalkmayan bütün eller bu suça bulaşmıştır; sadece cinayeti işleyen suçlu değil, ek olarak suç karşısında susan herkes suça bulaşmıştır.’’ Hatta sözle itiraz edip de bir iş yapmayanlar dahi sorumludur, suça iştirak etmiştir…" (Ali Şeriati-Kendisi Olmayan İnsan, Fecr yayınları)

İslam tarihinde Hz. Osman’ın iktidarının ikinci döneminde başlayan iç karışıklıklar ve sonucunda Muaviye’nin iktidara gelmesi, iktidar ve yönetim anlayışı bakımından köklü bir kırılmanın yaşanmasına neden olmuştur. Muaviye, savunduğu kader anlayışıyla, siyasal iktidarı bütünüyle sorumsuz hale getiriyordu. Muaviye’nin iktidar yolunda kendisine rakip gördüğü en önemli isim Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’dir. Muaviye Hz. Hüseyin'e karşı argümanını şöyle savunuyordu: " Senin baban benimkinden daha üstündü, senin deden benim dedemden daha üstündü ancak Allah mülkü bana nasip etti, kader" Muaviye bilinen yöntemlerle iktidarı zorla ele geçirirken buna uygun bir kader teorisi inşa ederek kendi iradesini ve sorumluluğunu yok ediyordu. Çünkü kendisinin iktidarda yaptıkları ezelde Allah tarafından takdir edilmiştir. Bu durumda Muaviye iktidarına karşı çıkmak Allah’ın kaderine karşı çıkmakla eşdeğer sayılıyordu. Bu tür bir kader yorumu, siyasal iktidarda iken yaptıklarından sorumlu olmadıklarını ortaya koyuyordu. Öyle görülüyor ki, bugün yaygın anlamda kullanılan kader yorumu, bu anlamına Muaviye döneminde kavuşmuştur.

Türkiye'nin acilen, tarihten gelen otoriter siyasal anlayış yerine, müzakereye dayalı ve tüm toplumsal kesimlerin özgür iradeleriyle katıldığı,  yeni bir toplumsal sözleşme yapmasıdır. Türkiye hala herkesin şikayet ettiği bir darbe anayasası ile yönetilmenin utancını yaşıyor. Herkesin şikayet ettiği ama kimsenin değiştirmeye cesaret edemediği bir darbe anayasası ile yönetilmek siyasetin en büyük başarısızlığıdır.

Öte yandan iktidar sahipleri iktidara gelirken servet beyanında bulunmalı, bundan sonra servetlerine ve yakın çevresine siyasi gücünü ekleyerek artırımda bulunup bulunmadıkları şeffaf olarak izlenmelidir. İktidar bir servet edinme aracı olmaktan çıkarılmalıdır.

Halkın fakirleştiği buna karşılık iktidar ve kapital sahiplerinin sürekli servetlerini artırdığı bir siyasal modelin adaleti gerçekleştirmesi mümkün değildir. 

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş