Sedat Yenigün'ün Şehadeti'nin 44. Yılı Anısına..
Ümit Aktaş, Sedat Yenigün'ün kendi kuşağının İslamcılığının oluşum dönemi ve O dönem kuşağının üzerindeki etkilerini Hertaraf Haber okuyucuları için kaleme aldı:
Sedat Yenigün
(1950-1980), Lise son sınıfta iken, 1969 yılında şehit edilen MTTB Ortaöğrenim Komitesi
Başkanı Mustafa Bilgi’nin vazifesini devralarak sürdürmüş; MTTB’nin “sağ-milliyetçilikten” İslamcı bir çizgiye yönelmesi için çaba
göstermiştir. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi'ne girdiği zaman da MTTB ile ilgisini devam ettiren Yenigün, 1977 genel başkanlık seçimlerinde,
sağ-milliyetçilikten belirgin bir biçimde ayrışmış, entelektüel derinliğe ve
evrensel bir ufka erişmiş bir İslâmcılığın taşıyıcılığını üstlenen arkadaşlarıyla
birlikte MTTB yönetimini de devralmaya çalıştı. Eski nesil yöneticilerin bu tür
bir dönüşüme izin vermemesi ve seçimler sonrası bu gençliği dışlaması üzerine
İslâmcı gençler ayrılarak kendilerine başka mecralar aradılar. Dergi ve
kitabevi gibi yerlerde toplanan Sedat Yenigün’ün etrafındakiler, İlim ve Kültür Ocağı (İKO) altında teşkilatlandılar.
Sedat Yenigün bizzat yayın sürecinde yer aldığı üç-dört derginin yanında 10’dan fazla süreli yayında düzenli
olarak yazıyordu. Ama arkadaşlarının çoğundan farklı olarak da bu iki
teşkilâttaki gençlere özel olarak mesai sarfediyordu.
1977 sonunda Tepebaşı
Gazinosu’nda düzenlenen “İslâmî Diriliş Gecesi” aynı zamanda İslâmcı gençliğin
milliyetçi ideolojiden tam anlamıyla ayrılışını belirginleştiren bir kopma
noktası oldu. O meşhur gecede konuşmacılar Necip Fazıl, Ali Bulaç ve “Görünür Kavgada Yerimiz” başlıklı konuşmasıyla Sedat
Yenigün’dü. Kalabalıklar arasında MHP’liler de vardı ve Necip Fazıl “Türk’ün
ruh kökü”nden o gece de bahsetmişti. Hemen peşinden konuşan Ali Bulaç
üstünlüğün ancak takvada olduğunu, bu tür görüşlerin cahiliye görüşleri
olduğunu söyleyince salonda bulunan ülkücüler tarafından taarruza uğramış, onu
yakın dostu Sedat Yenigün selâmete çıkarmıştı.[1]
Aklı
başında bir İslamcılığın oluşabilmesi için bir çaba içerisinde bulunan Sedat
Yenigün’ün bu gayretleri, belli ki Türkiye’yi farklı bir geleceğe taşımak
isteyen çevreleri rahatsız etmekteydi. Bu süreçteki tanıklıkları ve okumaları
sonucu, kendisi kadar MTTB’yi de milliyetçi/muhafazakâr bir çizgiden bağımsız,
yenileşmeci ve İslamcı bir çizgiye doğru götürmek isteyince, kendisini, 1977
yılında genel başkanlığına talip olduğu bu “muhafazakâr” ve cari siyasete
eklemlenmiş eğilimin dışında bulur. O zaman ise kendi düşüncelerini, anlayışını
ve mücadelesini daha bağımsız bir biçimde ifade edebileceği yeni bir hareketin ve
yeni bir derginin inşaına hasreder: İKO ve İslamî
Hareket. Ama bu bağımsızlaşma ve özgünleşme çabası, tıpkı Seyyid Kutub,
Malcolm X ve Ali Şeriati gibi örnekliklerde de olduğu gibi, kaçınılamaz bir
hesaplaşmaya ve bunun sonucundaki mukadderata doğru gidişe dair de bir
karardır.
MTTB’den
ayrılması bir açıdan bağımsız bir İslamlaşma çabasını hedeflerken, daha da
önemlisi bu tür kuruluşları gençliği karşıt kamplarda ayrıştırmak ve bu kamplar
arası çatışmaları kendi kirli siyasetlerini gerçekleştirmek için
araçsallaştırmaya çalışan derin güçlerin inisiyatif alanından hiç değilse elinin
ve dilinin ulaşabildiklerini kurtarma çabasına da dayanmaktaydı. Ama ülke
siyasetini küresel-siyasal oyunun bir parçası haline getirmeye çalışan bu
karanlık/derin güçlerin, karşısında en çok ürküntüye kapıldıkları tavır da işte
bu bağımsızlık arayışları, bu bilgelik ve erdemdi.
İran
devriminin hemen akabinde, Metin Yüksel’in şehadeti (23 Şubat, 1979)’yle
ortaya çıkan gerilimi yumuşatmak ve meselenin bir kan davası haline dönüşmemesi
için, “Yenigün,
Ali Bulaç ile birlikte Beyazıt Camii’nde ortak açıklama yaparak İslâmcıların
şiddete bulaşmaması için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler… Zira Maraş hadiselerinden sonra bölgeden
dinlediği görgü tanıkları da Türkiye’de o yıllar Gladio güçlerinin oynadığı
etnik, ideolojik ve mezhebî tezgâhların mahiyetini kavramasını sağlamıştı.
Artık 1980 yılına, 30 yaşına eriştiğinde ‘derin devlet’ vakıasına büyük ölçüde
vakıf olmuştu ve İslâmî Hareket
dergisinde de yer yer buna işaret etmeye başlamıştı… Gençlerin şiddetten uzak
durup net bir muhalif siyasî çizgiyi eğitim ve kültür üzerinden sürdürmelerini
savunuyordu.”[2]
Ama
tüm bu çabalar, bu teenni, adanmışlık, derinlemesine kavrayış ve salt heyecana
dayanan sürüklenmelerden uzak duruş, bu tefekkür eden akla olduğu kadar
derinlemesine bir imana da yakışan tavrın sonucunda ise tıpkı egemen zorbaların
katil sürüleri ve çetelerinin Malcolm X’in yönelimindeki o derin kavrayışı ve
feraseti anlamadığı, anlamak istemediği ve hatta belki de daha doğru
anladıkları ve asıl tehlikeli olanın Elijahlar değil de Malcolmler olduğuna karar
verdikleri gibi, Sedat Yenigün gibilerinin de kotarmaya çalıştıkları oyunu
bozabileceğini, dolayısıyla da kendileri için giderek önü alınamaz bir
tehlikeye dönüşeceklerini anlayarak nihai kararlarını verirler: Ölüm. Metin’i
katledenler, 5 Temmuz günü aynı yerde, Fatih semtinde, Sedat’ı da katlederler.
Dolayısıyla 12 Eylül’ün hemen öncesinde öne çıkan bu gençler ülkenin
geleceğinden eksiltilirken, bu kararları verenlerin tasavvurlarındaki vasatlık
da belirginleşmeye başlar.
Kendisinin,
toplumunun ve dünyanın gidişatını sorgulayan, pekiştirilmeye çalışılan
zorbalığın ve düşmanlığın yerine barışçı ve insani çizgiler oluşturmaya çalışan
Sedat Yenigün gibi yürekli ve verili kalıplara sığmayan insanların eksiltildiği
bir tablodaki sapmalar, yozlaşmalar ve trajedilerin bizi getirdiği yer ise
ortada. Milli Görüş hareketinin ve Kürtlerin, her şeye rağmen kapitalizme
direnen bu kesimlerin de küresel güçlere boyun eğdirildiği bu süreç, maalesef
aynı zamanda neredeyse kimsenin İslam adına bir söz söyleyemez hale gelmesine
doğru da evril(til)mekte. Oysaki Metin’in ve Sedat’ın mücadelesini verdikleri
İslam, Kemalizm’e olduğu kadar kapitalizme de mesafeli, gelenekle olduğu kadar Batı
ile de bir hesaplaşma tavrı içerisinde, hakkaniyete dayanan bir toplum kadar kendi
modernleşme çizgisini de aramaktaydı.
Yine de ve tüm bunlara rağmen eksik olan bir
şeyler vardı. Bir toplumu kendi kökleri kadar hakkaniyete dayanan bir gelecekten
de uzak tutan bir yoksunluk ya da yetersizlik. Bir türlü alt edilemeyen bir
madunluk ve bir türlü üstesinden gelinemeyen o kritik eşiği aşma çabası. Doğru
soruların sorulamayışı ve dolayısıyla da doğru cevapların da verilemeyişi. Öyle
ki toplumun tüm olumlu enerjisini birbiriyle boğuşmayla tükettiren bu tepkin
tutum, geride acı dolu trajik hikâyeler kadar, şaşkınlıkla yolunu yitirmiş
toplumlar bırakmakta. Yarım kalan cümleler, tamamına eremeyen çabalar, umudunu
yitirmiş ya da yorgun düşmüş savaşçılar.
”İslamcılığın oluşum dönemindeki yarıda kalan çabalar geride ne bıraktı?”ya dair sorgulamaları sürdürmeye çalışırsak, aslında sorunun, bu kuşağın arayışları ve sorgulamalarının, gençliğin büyük kesimini saran ama farklı sosyolojilere ya da perspektiflere dağılmış bakışların parçaladığı bir yarım yamalaklıklar nedeniyle bütünleştirilememesine dayanmakta olduğunu görürüz. Gerçi tarih bir ağlama duvarı değildir. Sosyopolitik değişim açısından bir fırsat zuhur etmiş ama sözleri ağızlarından (ç)alınan bu kuşak adına başkaları konuşmuş; onlar da verili potansiyeli, yerel ve küresel egemenlerin taleplerine de uygun bir biçimde, kendi iktidar hırslarına araçsallaştırmışlardır.
Cumhuriyetçiliğin üzerinde titrediği laikçi
Batıcılığın sömürgecilik sonrası koşullarındaki itibarı hayli sarsılmış olsa
da, buna muhalif cenahların sorgulamalarını etkili ve olumlu bir dil üzerinden
sürdürememeleri, Kemalist iktidarın bu majör dilinin etkilerini üzerlerinden
atamamaları ve hatta benimsemeleri, geleceğe dair olumlu ve anlamlı bir bilinç
taşımadıklarını ve hâkim söylemsel alanın sınırlılıklarını aşamadıklarını
ortaya koymaktadır. Sözgelimi dindarlar kendine özgü bir modernliğe yönelime
karşı geleneksel eğilimlerin etkilerini ve Doğu-Batı ikilemini aşmakta
zorlanmakta; Kürtler demokratik tecrübelerine karşı terörün girdabından
bütünüyle kurtularak “sivil” bir siyasete yönelememekte; liberaller siyasal
gelgitlerin de etkisiyle laikçi bir siyasallığın ezberlerinden tam olarak
kurtulamamakta; sosyalistlerin önemli bir kesimi ulusalcı solun Kemalist
bagajından vazgeçememekte; Aleviler Osmanlıdan beri gelen korku duvarıyla ve
bunun ürettiği sorunlarla tam anlamıyla yüzleşememektedir.
Kuşağın bazı aydınları zamanla bu durumun
farkına varsa da, yine de, Sovyetlerin çöktüğü ve dünyanın çoğulcu bir gidişata
yöneldiği bir sürece hazırlıksız yakalanılacaktır. Gerçi bu yeni dünyayı,
modernizmin ve hatta post-modernizmin ödünç sözcükleriyle, eleştirel bir
perspektiften konuşmanın minör diliyle takip etmek isteseler de artık oldukça
geçtir. Birçok önemli isimleri kaybetmişler, Türkiye ile kapitalizmin
bütünleştiği neoliberalist bir evrede, büsbütün çaresiz kalmışlardır. Bu durumu
görerek, direnmek yerine uzlaşmayı tercih eden Millî Görüş’ün “genç” kuşağı ise
her ne kadar arzuladıkları uzlaşmayı yakalayamasalar da, temsil ettikleri bu
önemli birikimi, muhalif söyleminden ve eyleminden boşaltılmış siyasal bir figür
olarak dünya pazarlarına sürecek, kitle ise bu gidişatı sorgulamaksızın
izleyecektir. Ve bu “siyasal” sürüm, İslam dünyası üzerinde, bir önceki
Kemalist sürümün etkisini büsbütün ortadan kaldıramasa da, bir ölçüde etkili
olacaktır.
İktidarı ele geçirmeyi esas alan biçimsel bir kavrayışın aculluğu, siyasetle din arasındaki gelgitlerin güncelliğiyle ilgili olsa da, aklı başında hiçbir İslamcı için kabul edilebilecek bir söylem ve eylem ortaya konulabilmiş değildir. Çünkü İslami bakış daha derinlikli ve daha çok anlamsaldır. Maneviyatçı, hakkaniyete ve adalete dayanan, akli ve ilmi verileri reddetmeyen, özgürleşmeyi ve yenileşmeyi umursayan bir anlam. Öyle ki insanın yeryüzündeki temel krizi, ne kadar üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, varoluşsal bir anlam krizidir. Arzulanan ise Allah’ın önemli bir misyon yüklediği bu varlığın düşürüldüğü acz (zayıf düşürülmüşlük)’den kurtarılarak özgürleştirilmesi ve bunun, insana bir çatı teşkil edecek olan bir cemaat/topluluk içerisinde gerçekleştirilmesidir. Kısacası insanı kurtuluşa çağıran ve hakikate yönelten bu seslenişin, buradan kendine illa ki bir iktidar hakkı veya payı çıkarmasa da, toplumsal herhangi bir edime bigâne kalması da düşünülemez.
Akif Emre de bu tip olumlulukların
eksiltildiği ve dindar kesimlerin giderek küresel/kapitalist güçlere
ısındırıldığı süreçten, daha 2000’li yılların başında, “İslamcılık yaptık da ne
oldu?” başlıklı yazısında söz etmişti. Bu süreç ise İslamcılığın kitabî
evrenselciliğinden Müslümancılığın cemaatçi yerelliğine yönelişle malûldür.
Günümüzde geldiğimiz nokta ise İslamcılığın temel ilkeleri yanında insanlığın
da karşıtı olan güçlerin Türkiye’yi getirdiği tıkanma ve iflas noktasıdır.
Çeteleşmiş güçlerin siyasete egemen olduğu bu şartlarda, Metin’in, Sedat’ın,
Akif’in… eksil(til)diği bir çizginin nasıl bir anlam kaymasına ve kaybına yol
açtığı da ortada. Elbette ki en önemli kayıp ise artık özgürleşmeye ve hakkaniyete
dayanan bir İslam ve insanlık adına konuşamama noktasına gelinmiş olunmasıdır.
Nitekim bu gidişatın erken uyarıcılarından
biri, Nurettin Topçu da daha 1960’lı yıllarda bu sapmaya dikkat çekmekteydi:
"Hak ve iktidar, muayyen ölçüler vererek başkasına ısmarlanan elbise
değildir, ancak onlara inananların eseridir. Ancak bu şaşkınlıktan din
bezirgânı sahtekârlar faydalanıyor... Halk bilmiyor ki, hiçbirisi dini ruha
sahip olmayan bu şarlatanlar halkı din adına soyarlarken, çiğnenip darbelenen
İslam dinidir…”[3]
Aydın ve Aktivistler'den Barış Çağrısı..
08.02.2025
BARIŞ UMUDU / Ümit AKTAŞ
09.02.2025
BARIŞ UMUDU|ÜMİT AKTAŞ
08.02.2025
Yıldız Ramazanoğlu ile Derkenar..
24.01.2025
Nail Bey'in Aklı İsraille Ticarette Kaldı!
25.01.2025
Aydın ve Aktivistler'den Barış Çağrısı..
08.02.2025
Netanyahu Trump’ın Mayın Eşşeği mi? AHMET GÜRBÜZ 08.02.2025
SESSİZ TÜRKÜ! AYTEN DURMUŞ 04.02.2025
Instagram Annesi Hülya FEYZULLAH AKDAĞ 09.02.2025
ATEŞKESİN ATEŞİ DERVİŞ ARGUN 15.01.2025
Evlenmemek ve Evlenememek FEYZULLAH AKDAĞ 27.01.2025