Bu çalışmanın maksadı elbette bir ilki gündeme getirmek değildir.Müslümanların devlet olma sürecinde yaptıkları ilk hataları ifşa etmekte değildir.
Birilerinin bireysel yapmış olduğu hata ve kusurları araştırıp ortaya koymak ise, hiç değildir. Zira, zaten malzemesi insan olan her yerde ve özellikle de devletin kurumları organlarıyla birlikte aktif olduğu, işlev gördüğü diyarlarda yönetimlerde taht kavgaları yaşanması, ilgililerin kendilerini kaptırdıkları iktidar hırsı, makam sevgisi, güç elde etme arzusu, yönetim erkinde yaşanan ahbap çavuş ilişkileri, kayırmacılık, korumacılık, hemşehricilik, iltimas…vs.gibi istenmeyen olumsuzlukların yaşanması kaçınılmaz bir durumdur. Bu olgulara hemen her dönemde rastlanılması her zaman ihtimaller dahilindedir.
Zira insanın olduğu yerde günahta kaçınılmazdır.Çünkü; insan doyumsuzdur. (Mearic:19) Hatta; içinde sınırsız nimetlerin olduğu cennette bile arzularına sınır koyamayan insan, taleplerini de hep maksimumda tutarak, yasakları bile çiğneme cesareti gösterebilmiştir.
Kazanımlarını elinden çıkarmak istemeyen cimri insan(Nisa:128-İsra:100), yasaklar az olmasına rağmen yine de bile bile yasak ihlal edebiliyor. ’’Şeytan her insana amellerini süslü gösterdiği için’’ (Nahl:63) aynı insan mükafatta kendini hak sahibi görebiliyor.’’Birbirinize düşman olarak belli bir süre için aşağıya inin’’ (Bakara:36) cezası alarak bedel ödeyen insan, bu ikazı da unutup başka hasletlerini devreye sokarak isyanlarına devam edebiliyor.’’Sınanmadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz.’’ (Bakara:214) bütün bu ikaz ve ihtarlar tüm insanlar için cari olduğundan, insan tabiatı gereği iktidarın cazibesi karşısında kendine hakim olması, herkese adaletle davranması oldukça zorlaşıyor.Hatta, ilk elden islâm’i tebliğe muhatap olan insanları bile bir şekilde cezbedebilen iktidarın ihtişamı, kimi zaman hemen her insanı adaletten de uzaklaştırabiliyor, duygularına mağlup edebiliyor.Nihayetinde malzemeniz çok yönlü meziyetleri olan, kontrolü zor bir varlık olan insandır.
Yaşanmış tarihi olayları rivayetler üzerinden sağlıklı değerlendirmek, o günün şartlarına yakinen vakıf olmadan doğrusunu ve yanlışını bugünün şartlarında değerlendirerek karar vermek elbette bizi yüzde yüz doğru bir sonuca ulaştırmayabilir.Ancak, bu rivayetlerin nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelebilmiş olmaları bize şu hususlarda ip uçları verebilir. Demek ki insan, her dönemde tabiatı gereği kimi zaaflarına yenik düşerek ihlaller yapabiliyor. Hele hele söz konusu insan olunca bu hasletlerin dışa vurulması kaçınılmaz olacağından, bazen tolere edilmeli ve normal karşılanmalıdır.
Önemli olan fotoğrafın bütününe bakıldığında, istikamet doğru seyrediyorsa, iyi şeyler kötü şeyleri örtebiliyorsa şayet olanları iyi kabül etmek durumundayız.
Zaten kusursuz insan arama peşinde de değiliz, ama kusurları en aza indirme her zaman hedefimiz olmalıdır.Burada hassaten dikkat çekmek istediğimiz husus, bugünde toplumda ortaya çıkan siyasi arenadaki olumsuz davranışların dozajları ve araçları farklılık gösterse de hemen her dönemde aynı veya benzeri olumsuzlukların bir şekilde yaşandığı gerçeğini tespit etmek içindir.
Fazla detaylara girmeden özetlediğimiz ilk iki halife döneminde cereyan eden siyasi hadiseler karşısında sahabenin de zorunlu olarak görüşlerini ortaya koyma zorunda kalmaları, peygamberin karşısında sorulan sorulara ‘’Allah ve Resulü daha iyi bilir’’ diyerek görüş belirtmekten bile imtina eden insanların artık yavaş yavaş medeni cesaretlerini topladıklarını, hatta kendi lehlerine görüşleri delil olarak kullanmaya başladıkları görülür.Kendilerine olan bu aşırı güven bir anda tartışmanın boyutunu farklı alanlara taşımaya başladılar.
Karşılaştıkları sorunları da dini olmaktan çıkararak tamamen siyasi boyutlara taşımaya başladılar. Mesela, yapılan iktidar kavgalarında meseleyi adeta sadece Mekkelilerin öncelikli bir sorunu haline getirdiler.Medineliler ise sorunun tamamen dışında kaldılar.Hatta daha sonra da Medineli ensardan neredeyse hiç kimse bir daha hiçbir dönemde aktif bir görev almadılar/alamadılar, talipte olmadılar/olamadılar. Seçimler adeta Kureyş’lilerin geçmişe dayalı husumetlerini yeniden depreştirdi.Olay açıktan olmasa da el altından bir nevi eskiden olduğu gibi haşimiler ve diğerleri arasında geçmeye başladı.
Hz.Ömer’in Mescid-i Nebevi’de ağır bir şekilde yaralanınca yanındakiler ona Hz.Ebubekir gibi bir varis atamasını tavsiye ettiler. Buna karşın Hz.Ömer; ‘’Bu sorumluluğu ben tek başıma üzerime alamam’’ diyerek, peygamberin sağlığı döneminde kendilerini cennetle müjdelediği amcasının oğlu ve eniştesi Said Bin Zeyd hariç altı kişiyi (Osman, Ali, Abdurrahman Bin Avf, Sa’d Bin Ebu Vakkas, Talha Bin Ubeydullah, Zubeyr Bin Avvam,) istişare heyetine seçerek halife seçmeleri için görevlendirdi.Bilahare ikinci bir kararla seçim Hz.Ömer’in ölümünden sonraya ertelendi.Oğlu için de ‘’her evde bir kurban yeter’’ diyerek oğlunu da işin dışında tuttu..
Yine rivayetlere göre peygamberin amcası Abbas, Hz.Ali^ye istişareye girmemesini telkin etmiş, ama Ali’yi ikna edememişti.Zira Hz.Abbas aldığı duyumlardan edindiği intibaya göre katlımcılarda asabiyenin ön plana çıkarak kabileler arasındaki rekabetin ağır bastığını hissetmişti.Haşim oğullarına karşı yapılan anti propagandada kendilerince haklı olarak şu gerekçeleri ileri sürüyorlardı.’’Haşim oğullarından peygamber çıktı, bu onlara yeter’’, ‘’Halifeliği’de onlara verirsek sonra bunu hak olarak görürler bir daha onlardan geri alamayız.’’ diye halifeliği onlara vermeyi doğru bulmuyorlardı. Hz.Abbas bunu bildiği için Ali’nin çekilmesini istemişti diyen rivayetlerde vardır.Ama Hz.Ali’de lider olma isteği hep var olmuştu.Çünkü Ali kişisel meziyetlerine güvendiği için umudunu kesmek istemiyordu.
Şura üyelerinden Abdurrahman Bin Avf, aramızda birinin halife olmaktan vaz geçerek hakem olmasını önerdi.Kimse kabül etmeyince kendisi talip oldu.Üç gün boyunca Medine’ye gelen kabile reisleri ile, hac dönüşü Medine’ye uğrayan Valilerle istişareler yapan Abdurrahman Bin Avf, dördüncü günü halkı Mescid-i Nebevi’de toplayarak halkın huzurunda Hz.Ali ve Hz.Osman’dan söz alarak Hz.Osman’ı halife ilan edip biat etti.
Yukarıda anlatılan rivayetlerin tamamı elbette sunni tarihçilerin rivayetleridir.Şia kaynaklarına bakılırsa Şii’ler ilk fikir ayrılıkları Bera Bin Azib’in rivayet ettiği şu hadisle başlatırlar.’’bir sefer dönüşünde Kadir-i Hum’da konakladık.Namaz kıldıktan sonra Peygamber Ali’nin elini tuttu.’’Ben kimin efendisiysem Ali’de onun efendisidir. Allah’ım, ona dost olana dost, düşman olana düşman ol’’ dedi.Bir başka rivayette de, peygamberin hastalığının arttığı bir dönemde odadakilerden kağıt ve kalem istedi. ‘’sapmamanız için size vasiyet yazdırayım’’ der. ‘’Allah’ın Kitabı bize kafidir.’’ deyince yanındakiler yüksek sesle münakaşa yapmaya başlarlar. Peygamber orda hazır olanlara ‘’Benim yanımda niza (Çekişmek) yakışmaz’’ diyerek odadakilerin dışarı çıkmasını istemiştir.Şii’ler tarafından bu hadise ‘’peygamber Hz.Ali’yi kendi yerine geçmesini yazdırmak istemiş, ama Ömer buna mani oldu. diye yorumlamışlar ve bunu delil kabül etmişlerdir. Halbuki Hz.Ali daha sonra gerek Kadir-i Humda ve gerekse peygamberin hastalığı döneminde orada bulunanlara bu meseleyi sormuş, ancak hiçbiri bunu doğrulamamıştır. Hz. Ali; ‘’Bu kadar insan yalanda ittifak etmez.’’ diyerek söylenenlere inanmadığını söylediği halde bir gurup bu inanışlarından vaz geçmeyerek ileride de değineceğimiz gibi ümmetin hem siyaseten ve hem de itikaten bölünmesine sebebiyet verebilmişlerdir.
H.z.Osman dönemi; (644-656)
Takriben halifeliği oniki yıl süren Hz.Osman dönemini bazı tarihçiler ikiye bölerek; ilk dönemini Suküt dönemi(644-649), ikinci dönemi ise fitnelerin(Karışıklılar) çıkış dönemi (650-656) olarak adlandırmışlardır.İlk etapta yapılanlar şöyle sıralayabiliriz; öncelikle İran’ın fethi tamamlanmış, Trablusgarp ve Tunus fethedilmiş, Şam’da ilk kez donanma kurulmuş, Kıbrıs bu donanmanın seferleri sonucunda ablukaya alınarak vergiye bağlanmış, Rodos fethedilmiş, Kafkaslara giren İslam Orduları ise Hazarlara yenilerek Kafkasların güneyine çekilmiştir.
İçeriye yönelik yapılan icraatlarla birlikte ilk tepkilerde başlamış oldu.Öncelikle yönetimde önemli görevlerin neredeyse tamamına Emevi’lerin atanması bir ilk idi.Halbuki Hz.Muhammed(a.s.) Hz.Ali dışında Haşimilerden kimseye görev vermemişken, Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer ise özellikle akrabalarını devlet idaresinden uzak tutmuşlardı.Her iki halifede asabiyenin üstünü örtmeye çalışmışlardı.Hz.Osman ise tam tersine tabiatı gereği akrabalarının baskısı karşısında zaaflarına dayanamamış, başta kendisi olduğu halde(Ümeyye Oğullarından), Devlet katibi Mervan Bin Hakem (Ümeyye Oğullarından), Küfe Valisi Velid Bin Ukbe, Basra Valisi Abdullah Bin Amir, Mısır Valisi Abdullah Bin Sa’d Bin Ebi Serh, Şam Valisi Muaviye Bin Ebi Süfyan hem Ümeyye Oğullarından ve hemde yakın akraba oluşları kamuoyundan son derece tepki almış ve ilk olarak yer yer bireysel terör hadiseleri baş göstermiş ve fitnelerin açığa çıkmasına ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Zira yönetimin istikrar kazanması ve halk tarafından desteklenmesinde lider kadar olmasa da yönetim kadrosunun da kalite, yetenek, ve halk desteği olması rejime bağlılığı artıran ve meşruluk duygusunu pekiştiren önemli faktörlerdir.
Hz.Osmanın tenkide uğrayan bir başka icraatı ise devlet hazinesinden akrabalarına ekonomik imkanlar tahsis etmesidir. Mesela; daha önceden peygamber tarafından Taife sürgün edilmiş olan amcası Hakem’i Medineye getirmekle yetinmemiş, kendisine ilave para yardımı yapılmış ve peygamberin kızından esirgenen Fedek arazisi gelirleri Hz.Osmanın amcası oğlu olan Mervan’a tahsis edilmiştir.
Özellikle afrika seferi ile elde edilen İfrikıyye ganimetleri dağıtımında Akrabası olan Abdullah’a ve Hakemoğullarına halife tarafından ihsanda bulunulması da tepkilere neden olmuştur. Akrabalarına ihsanda bulunmada cömert davranan halife Osman, Kur’an yazımında görevli Abdullah Bin Mes’ud’la anlaşmazlığa düştüğü için maaşını kestirmiş ve Hz.Aişe’ye ödenen tahsisatın da azaltmıştır. Bu gibi icraatlar ashabın sağ olanlarını ziyadesiyle rencide etmiş ve üzmüştür. Halbuki, Abdurrahman Bin Avf, seçim günü Ali ve Osman’dan, ‘’Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyma, önceki iki halifenin siyasetini takip etme hususunda teminat istemesi üzerin, o gün Hz.Ali ‘’gücümün yettiği kadar’’ derken, Hz.Osman ise ‘’Tereddütsüz evet’’ demişti. Verilen sözler meşruluk kaynakları olarak kabul edilmişti. Halbuki önceki Halifeler yönetimde şuraya önem verirlerken, Hz.Osman ise çoğunlukla ya insiyatif kullanmış yada akrabalarına danışmıştır.
O günler için sayıları oldukça azalan sahabeye karşı yapılan muameleler de tepki alarak şikayet konusu olmuştur.Ammar Bin Yasir’in halifenin emriyle dövdürülmesi, Abdullah Bin Mes’ud, Ebu Zer ve Muhammed bin Ebi Bekir’inde aynı tarzda muamelelere maruz kalmış olmaları, dönemin bir anlamda kanaat önderleri konumundaki sahabeler arasında da sağlıklı bir iletişimin olmadığını halifeye karşı mesafeli durduklarını göstermesi açısından oldukça manidardır.
Asabiyeyi cahiliye dönemi adedi sayarak aldıkları hususi tedbirlerle etkisini azaltmaya çalışan önceki halifeler uygulamalarda oldukça hassas davranırlardı. Hz.Osman döneminde ise resmen olmasa bile fiilen yönetim şuraya göre değil, adeta aşiretin aldığı kararlarla yönetilmiştir. Akrabalara olan bu aşırı güven beraberinde yanlış kararlar alınmasına da neden olmuştur. Rivayetlere göre bunu fırsat bilen aslen Sana’lı bir yahudi olan Abdullah İbn Sebe yapılan yanlışları iyi kullanmış ve Hz.Osman döneminde ortaya çıkan fitnelerin baş mimarı olarak görevini ifa etmiştir.
Hz.Ali’de potansiyel bir Halife adayı olma hevesi olduğunu bilen Abdullah İbn Sebe Hicaz, Basra, Küfe, Mısır ve Şam diyarlarını dolaşarak, Hz.Osman, Hz.Ali’nin hakkı olan halifeliği haksız yere ele geçirdiğini, Hilafetin aslında Ali’nin hakkı olduğunu, Osman’ın hilafetten alınıp Ali’nin getirilmesi gerektiğini ileri sürerek halkı ayaklandırmaya sevk etmiştir. Bununla amaçlanan şuydu; Ümeyye oğulları ile Haşim oğullarını birbirine düşürmek, kabileciliği yeniden hortlatmak istemiş olmasıdır. Bu düşüncelerin yaygınlık kazanması Hz.Osman’ın yaşlılığı ve tabiatı gereği akrabalarına olan zaafları dolayısıyla yönetimin aldığı kararlarda kabilesinin etkisiyle alınan kararlar ile idare ediliyor görüntüsü vermesi de fitnelerin yayılması için alt yapıyı ve zemini müsait hale getirmiştir.Çıkartılan fitnelerde etkili olarak amacına ulaşmıştır. Sonuç olarak diğer kabileler yönetimden desteğini çekerek Ümeyye oğullarını yönetimde yalnız bırakmışlardır. Ne acıdır ki, neredeyse yakın akrabaları dışında cennetle müjdelenmiş olan koca Hz.Osman’ı savunan ve koruyan kimse kalmamıştır.
Halifeye karşı muhalefeti hızlandıran önemli olaylardan biri de mektuplaşmalardır. Zira halifeye yakın bazı kimseler bazende iyi niyetlerle mektuplar vasıtasıyla uydurma haberler yaymışlardır. Bu mektuplaşmalar bazı sahabelerin ismi kullanılarak değişik yerlere de yollanmıştır. Mesela, Medine’ye gelen Basra, Küfe ve Mısırlı heyetlerin Hz.Aişe, Hz.Talha ve Hz.Ali^ye nisbet ettikleri ‘’İsyana davet’’ mektupları bizzat bu sahabilerin kendileri tarafında yalanlandığı halde, kamuoyunda halifenin meşruiyetini tartılışılır hale getirmeyi önleyememiştir.
Üzerinde en fazla süpekülasyon yapılan ve sonun başlangıcı sayılan mektup, Halife tarafından yazıldığı iddia edilen mektuptur. Rivayetlere göre; sahabeninde aracılığı ile Muhammed Bin Ebubekir Mısır’a Vali tayin olmuştur. Görevini devr almak üzere heyetiyle beraber yola çıktıklarında Halifenin kölesi ve devesi ile yolculuk ederler. Kölesi yolda bir mektupla yakalanır. Mevcut Valiye hitaben yazılan mektupta Vali Abdullah Bin Sa’da hitaben şunlar yazılıdır.’’ Gelen heyet içinde ismen şu şu kişiler Osman’a muhalif kişilerdir.Bunların öldürülmesi gerekir’’. Bunun duyulması üzerine Medine’ye bu tür mektuplar için şikayete gelmiş olan heyet halife tarafından ikna edilerek geri gönderilmişlerken, bu mektup meselesi tekrar ortaya çıkınca heyettekiler tekrar Medineye hırsla geri dönerler.
Tekrar Medineye geri dönen Muhammed Bin Ebi Bekir, mektubu Mescid-i Nebevi’de halkın huzurunda okur.
Bunu duyan halkın Halifeye karşı tepkisi dahada artar, zira atanan Vali oldukça rencide olmuştur.Medine’ye geri dönen heyetle birlikte halk Hz.Osman’ın kaldığı mekanı muhasara altına alır.
Hz.Osman böyle bir mektubu yazmadığını, mührün sahte olduğunu söylemesine rağmen kimseyi ikna edememiş, aslında tartışmanın merkezindeki isimin Mervan Bin Hakem olduğunu bilmesine rağmen kayın biraderini koruma adına suçlayamamış ve herhangi bir yaptırımda da bulunmamıştır. 22 gün muhasara altında tutulan Hz.Osman’a karşı galayana gelen halkın topyekün saldırmasıyla katili belli olmayan bir linç hareketi gerçekleşerek Hz.Osman maalesef başkentte ve konutunda şehit edilmiştir.
Bazı rivayetler göre, Hz.Osman’ı korumak için kapıda muhafızlar olduğu halde evin arka tarafından duvar delinerek içeri girenler tarafından öldürüldüğü söylenir.Maalesef katilleri gören olmamış ve yapılan tahminler dışında kimse fazla bir şey bilmemektedir.
Hz.Ali dönemi:(656-661)
devam edecek……..
Mustafa YILDIZ/ANKARA