Özgürlük, tarihsel süreçte bütün dinlerin, felsefi sistemlerin ve ideolojilerin temel sorun alanlarından biri olmuştur. İslam özgürlüğü salt bir dış baskı ve zorlama ile ilişkili olarak ele almamıştır. “(Ey Peygamber!) Sen, kendi heva ve hevesini/kötü arzularını tanrı edinen, Allah’ın (doğru yola girmeyi reddettiği için) kendisini saptırdığı, kulağının ve kalbinin üzerine mühür vurduğu, gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi böyle birini Allah’tan sonra kim doğru yola ulaştırabilir? Hala düşünmüyor musunuz?” (Cariye/23)
Özgürleşmek öncelikle arzu ve isteklerinin egemenliğini kırmakla başlıyor. Arzu ve isteklerini hiçbir kayıt ve dış kısıtlama olmaksızın yaşamayı özgürlük olarak tanımlamak ise iki farklı medeniyetin konuya ne kadar farklı baktığını gösteriyor. Batı medeniyetinin özgürlük dediği yaklaşım, İslam medeniyeti için özgürlüğü ortadan kaldıran bir yaklaşım olarak görülüyor.
Öyle görülüyor ki, özgürlük salt dış faktörlerin birey üzerine yaptığı baskı ile ilgili değildir. Özgürlüğü içeriden gelip engelleyen nefsi baskılar da vardır.
Düşünce özgürlüğü düşündüğünü hiçbir baskı altında kalmadan söylemekle ilgilidir. Her fikre saygı gösterilmeli gibi yaygın bir anlayış var. Bu düşünce tümüyle yanlıştır. Fikirler, düşünceler, ideolojiler saygı konusu değildir. Eleştirilir, karşı çıkışır ve reddedilirler. Saygı konusu insandır, insanın ontolojik varlığıdır. Bu yüzden İslam dışında bir din ve ideolojiye mensup olanın düşüncesine değil varlığına saygı duyulur.
Faşizm, ateizm, siyonizme birer düşünce ürünü olmasına karşın saygıyı hak etmemektedir. Bu ideolojileri kökten reddetmek gerekir. Ancak bir ateist ile birlikte yaşanabilir. Ancak bu onun düşüncelerine saygı duymayı gerektirmez.
Hz. Peygamber, müşriklerin ve diğer dinden olanların düşüncelerine değil, varlıklarına saygı duymuştur. İslam hakikat olduğu inancı bir müslüman için imanın ön kabulüdür. Başka insanların başka hakikatler ileri sürmesi gerçeği değiştirmez.
Ancak başka hakikat iddialarının reddedilmesi onları benimseyenlerin ortadan kaldırılmasını gerektirmez. Bu yüzden İslam’ın ötekisi kafirler değil zalimlerdir denmiştir.
Said Nursi, Hutbe-i Şamiye’de özgürlüğün hakiki anlamını şöyle ifade eder: “Esaretin esası cehalettir; hürriyetin esası marifettir.” Bilgi ve hikmetten yoksun özgürlük, sorunlu bir bakış açısına kapı aralar.
Özgürlük ve hakikat ilişkisinin ilişkili olduğu kavramlardan biri de gerçekliktir. Gerçeklik ile insanın gerçekliğe ilişkin yargısının örtüşmesi mümkün müdür? Eğer mümkün değil ise, bir insan diğerinin yargısının gerçekle örtüşüp örtüşmediğini nasıl bilebilir? Bu sorular gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken sorulardır.
Bir insanın yargısının gerçekle örtüşmediğini iddia eden biri, bu gerçeklik ile örtüşen yargıyı biliyor demektir. Bu da gerçekçi ile onun hakkındaki yargının örtüşmediğini iddia etmeye ters bir durumdur.
Öte yandan modern düşünce ile karşılaşan İslami düşüncenin bazı sorunlar doğuracağı açıktır. Bir müslüman zihnin modernitenin ürettiği kavramlar üzerinden sağlıklı bir düşünsel zemin oluşturması mümkün mü? Kavramlar onu üreten insan zihninin sahip olduğu kültürel evrenden ayrı düşünülebilir mi? Modernitenin ürettiği kavramlar üzerinden İslam anlaşılabilir mi?
Allah- insan - varlık ilişkisinden Allah'ı çıkarmadıkça modern düşünce var olamaz. Çünkü İslam düşüncesinin merkezi kavramı Allah, modernitenin merkezi kavramı ise insandır. Bu iki düşünce sistemi arasında anlamlı bir ilişki kurulamaz ise gerilim devam edecektir.
Allah insan ilişkisi İslam düşüncesinin en temel özelliklerinden biridir. Allah bilir, insan da bilir. Ancak bilgi düzeyleri birbirinden farklıdır. Allah'ın bilgisi mutlak, insanın bilgisi izafidir. Hiçbir insan mutlak bilgiye ulaşamaz. Çünkü bilgisi, birikimi, ilmi düzeyi ne olursa olsun insan, tarihsel, yanılgıya açık bir varlıktır. Hakikatin kendine yansıdığı kadarını bilebilir. Hiç kimse kendi bilgisini merkeze koyarak, diğer yorumları mahkum edemez. Çünkü hakikat tek yorum çoktur.
Aslında tartışma, var olanın var oluşu zihin algısı mı yoksa zihinden bağımsız var oluşumu mu? Bu soru iki problem doğurur: Peki zihin varlığı gerçekliği ile mi algılıyor yoksa varlığın gerçekliği zihnimizden bağımsız mıdır? Bağımsız ise zihin gerçekliğin bilgisinin ne kadarını algılıyor. Algı gerçekliğin ne kadar bilgisini yansıtıyor? Önemli bir konu da şudur: Biz gerçekliğin bilgisine ne kadar hakimiz?
İdealizm-realizm tartışması, varlığın varoluşu bir zihin algısı mıdır, yoksa varlık zihinden bağımsız bir gerçeklik midir sorusu ile bağlantılıdır. Zihnin varlığı gerçekten algılayıp algılamadığı da bir diğer sorun alanıdır. Zihnin algısının gerçekliğin bilgisini ne kadar yansıttığı da önemli bir sorun. Varlığın gerçek olduğunu kabul ettiğimizde de şöyle bir soruna muhatap olacağız. Zihindeki varlık ile zihin dışındaki varlık örtüşür mü? Bu durumda şöyle bir soruyla karşı karşıya geldik demektir: Biz gerçekliğin bilgisine ne kadar hakimiz?
İnsanın varlık dünyasındaki en önemli özellikleri akıl ve ahlaktır. İkisi de özgürlük üzerinden anlam kazanır. Akıl ve ahlakın ürettiği bilgi ve iyiliktir. Yeryüzünde insanın serüveni varlığın özelliklerini bilmek tutkusu ile nasıl davranmalı sorusu etrafında sürmektedir. Bilim, felsefe, sanat ve din bu arayışın araçlarıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik düşünme yeteneğidir ki, Aristoteles, insanı "akıllı hayvan" olarak tanımlamıştır. Bu yüzden düşünmek aklın ibadetidir.
Her insanın doğruluğundan asla kuşku duymadığı, ömrünü adadığı, uğrunda samimiyetle mücadele ettiği, hayatına anlam katan bir paradigması vardır. Bu paradigma dini veya ideolojik olabilir. Paradigmayı değiştirdiğinizde bütün anlam dünyası da değişir. Buradaki trajik durum şudur: " Ya sahip olduğunuz paradigma yanlış ise" Bu durumda hayat büyük bir aldanışın içinde geçmiştir. Ömrünüzü verdiğiniz değerlerin yanlış olduğu ile yüzleşmek kolay kabul edilebilecek bir tutum değildir.
Muhafazakarlık, Sosyalizm, Kemalizm, İslâm, Faşizm Milliyetçilik, Faşizm, Ulusalcılık... birer paradigmadır. Doğru paradigmayı bulamayanın, ne kadar samimi ve dürüst olsa da kaybetmesi kaçınılmazdır. İnsanın bütün benliğini bağladığı paradigma, özgürlüğün önündeki en büyük engele dönüşebilir.
Bilim, felsefe, irfan ve din hakikati arama yollarıdır. Bunların hiçbiri ötekinin yerine geçemez. Bilim, felsefe ve irfan öncelikli olarak insan merkezlidir. Din ise vahiy merkezlidir ve insanüstü bir kaynaktan gelir. İnsanın dini yorumlama biçimi ise insanı düzeydedir. Bu anlamda bilim, felsefe ve irfan dinin yerini alamaz.
Bir müslüman Allah'ın vahyinin hakikatin bilgisi olduğuna inanır. Ancak buna sahip olmak diğer insanları inandığı hakikati kabule zorlamayı gerektirmiyor. Çünkü inanılan bu bilgi, insanları din seçme konusunda özgür bırakıyor. Allah'ın vahyini hakikat olarak kabul etmek başka, bunu insanlara zorla kabul ettirmeye çalışmak başkadır. Hakikatin bilgisine ise tam manasıyla sahip olan Allah'tır kuşkusuz.
Varlığın, bilginin ve Tanrı'nın hakikatinin olduğu tartışılamaz. Sorun bu hakikati bizim bilip bilemeyeceğimizdir. Tarihsel, bilgisi sınırlı, unutkan bir ontoloji yeni sahip insanın varlığın hakikatini bilmesi mümkün gözükmüyor. İşte vahiy bu noktada bir umut olarak beliriyor. Ancak vahiy de bize hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gayba iman etmeye çağırıyor. Bize düşen hakikat yolunda sürdürülen bitimsiz arayıştır. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir kuşkusuz.
Özgürlüğün siyasal alana ve oradaki ilişki biçimlerine etki eden bir yönü de vardır. Ebu Hanife, Emevi iktidarına Kur'an ve Hz. Peygamber'in Sünnetine aykırı davrandığı için muhalefet ediyordu. Bu anlamda bir umut olarak Abbasileri destekledi. Ancak bir süre sonra Abbasi yönetiminin yaptıklarına muhalefet etti. Çünkü onlar da iktidara gelirken kullandıkları söylemin aksine davranmaya başladılar. Nitekim bu duruşundan dolayı hapsedildi. Bu büyük imamın hapiste öldüğü rivayet edilir. Ancak Ebu Hanife, desteklediği Abbasilerin daha sonra yaptığı zulüm karşısında, Emevilere karşı çıkmasından asla geri adım atmadı. Çünkü tavrı çıkarcı değil, ilkeseldi.
Mehmet Akif, tıpkı Said Nursi, Eşref Edib, Elmalılı Hamdi Yazır, İskilipli Atıf Hoca ve Said Halim Paşa gibi İslam düşünürleri gibi İkinci Abdülhamid'e muhalefet etti. İkinci Abdülhamid'in otoriterliğine karşı meşruti yönetimi savundular. Ancak daha sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet modernleşmesine de mesafeli ve eleştirel durdular.
Mehmet Akif ve Said Nursi, İttihat ve Terakki Dönemi ve Cumhuriyet modernleşmesi dönemindeki otoriterliğe karşı asla Abdülhamid'i savunmadı ve yazdıklarından zerre pişman olmadılar. Mehmet Akif ve Said Nursi'nin daha sonraki dönemlerde pişman olduğu konusunda elimizde hiçbir belge yoktur.
Her ikisine karşı da eleştirel durdular.
Öyle görülüyor ki, bazı Müslümanlar İkinci Abdülhamid ve Mehmet Akif konusunda ilkesel düşünemiyorlar. Olayların sonuçlarına bakarak ahlaki duruşu önemsemiyorlar. Mehmet Akif ve Said Nursi ilkesel olarak özgürlüğü öne çıkaran bu anlamda otoriter yönetimlere karşı olan alimlerdir. Otoriter davranan kim varsa kimliğine bakmaksızın muhalefet etmişlerdir.
Öte yandan İkinci Abdülhamid ile Mustafa Kemal Atatürk'ün siyaset yöntemi hemen hemen aynıdır. İkisi de, Türkiye siyasal genetiğine uygun olarak merkeziyetçi, otoriter, muhalefetten kuşku duyan tek adam siyasetinin temsilcisidirler.
Müslümanlar hiç bir zaman münafık üretme potansiyeli yüksek olan baskı rejimlerinden taraf olmamalıdırlar. Çünkü baskı rejimleri, kişilerin gerçek düşüncelerini söylenmelerini engellediğinden münafık üretmeye yatkındır. İlkeselliğin değer görmediği bir dönemde Akif'i anmak kolay anlamak zor.
Emeviler ile başlayan saltanat modeli ile Orta Asya geleneğinden gelen merkeziyetçi otoriter Türk kültürün evliliği tek adam kültünü yaratmıştır. Tek adam kültü, sistemi iktidar sahiplerinden başlayarak düzenlemiştir. Tek adam kültü bir anlamda tasavvuftaki şeyh kültürünün siyasete taşınması ile inşa edilmiştir. Lider kültü bakımından Ulusalcı Kemalistler, muhafazakarlar ve milliyetçiler arasında fark yoktur. Sorun şu ki, Türkiye'de herkesin tek adamı vardır. Dolayısıyla hiçbir kesim katılımcı yönetimi ilkesel olarak savunmamaktadır.
İslamcılara düşen Hz. Peygamberin siyasal anlamda en önemli sünneti olan Medine Vesikası'nı temel alarak müzakere, katılım ve özgürlük temelinde yeni bir siyasal sistemin sözcülüğünü yapmaktır.
Öte yandan saltanat rejimleri de milliyetçiliği temel alan ulus devletler de İslam’ın siyasal değerlerine uygun değildir. Kaldı ki ulus devlet temelinde çoğulcu bir yapı oluşturmak da, devletin yapısını dönüştürmeden, mümkün değildir. Türkiye ulus devlet mantığı içinde Kürt sorununu çözemez. Kürt dilini ve başörtüsünü laiklik ve ulus devlet için tehdit olarak gören siyasal algı özünde totaliterdir. Kaldı ki, siyasal sistemler zamanla değişime açıktır. Tarihin sonu gelmemiştir ve insanlığın adalet devleti arayışı sürmektedir. Sistemleri tarihin son aşaması olarak görmek doğru bir yaklaşım değildir. Bu anlamda Sünni hilafet saltanat modeli de, Şii imamet teorisi de tarihsel dir. Bu iki model de itikadın bir parçası değil, tarihsel serüvenin ürünüdür.
Hz. Muhammed, siyasi anlamda bize otoriterliği değil, müzakere ve katılıma dayalı Medine Vesikası'nı miras bıraktı. "Dinde zorlama yoktur" ayeti otoriteryenliği kesinlikle reddeder. Allah’ın dinin kabul edip etmemek konusunda özgür bırakılan insan diğer bütün eylemlerinde özgür olmalıdır. Özgürlük yoksa sorumluluk da yoktur. İnsanı özgür bırakan bir dinden, hilafet / saltanat modelinin meşru olduğunu savunan bir noktaya savrulmak bile trajik bir durumdur. Bizler, Hz. Muhammed'i ziyarete gelen birinin orada bulunanlar arasında Hz. Peygamberi ayıramayan ve "Hanginiz Muhammed" diye soran bir geleceğin mirasçılarıyız.
Naman Bakaç ile Derkenar...
02.12.2025
FİKİR, İLKE VE DURUŞUN ÇİLESİ|MUSTAFA AYDIN
11.12.2025
RAHATSIZ MI OLDUNUZ? SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 26.12.2025
Kalemin Dansı, Göstergenin Oyunu ZEYNEP YÜCEL 24.12.2025
yola iz olanlar hz ebu bekir MUSTAFA AKMEŞE 26.12.2025
Özgürlük, Din ve Siyaset YUSUF YAVUZYILMAZ 27.12.2025
BOŞANMALAR NEDEN ARTMAKTADIR? AYTEN DURMUŞ 27.12.2025
yola iz olanlar; hz aişe… MUSTAFA AKMEŞE 19.12.2025