FİKİR, İLKE VE DURUŞUN ÇİLESİ
-BİR RAMAZAN DEĞER ANLATISI-
Mustafa Aydın
(Müştehir Karakaya, Ey Ruhum Kendini Sürgün Et kitabından)
“İkinci kendi”ni kaybetme duygusunu yaşayan çok kişi oldu Ramazan Değer’in ebediyete irtihaliyle…
1970’li yılların serencamı
1977’de orta son sınıf öğrencisi iken tanışma bahtiyarlığına erdim kendisiyle. Mardin Kalesinin hemen altında kaldığı tek gözlü uzun bir taş odaydı; her gün onlarca -çoğunlukla öğrenciler olmak üzere- kişinin dolup taştığı efsanevi mekân. Binlerce gencin aradığı pusulayla, yöneldiği istikametle, güveneceği dostla tanıştığı “müstesna oda”.
70’li yılların sonu, sağ-sol çatışmalarının ve katı ideolojik angajmanların her tarafı kasıp kavurduğu ve nice insanı hayattan kopardığı; mahpusa, sürgüne ve karanlığa sürüklediği o meş’um dönemde Ramazan Değer, kavurucu çöl yazında bir serinletici yeşil vaha gibi cezb ediyordu gençleri.
Gece ve gündüz, sabah ve akşam, hatta bahar ve güz geçişlerini fark etmeyecek kadar meşguldü. Yemek öğünlerini, açlık ve tokluğu adeta unuttuğu için düzenli yemeği, hele hele mükellef sofraları adeta unutmuştu... Ne soğutucu pervanesi ne ısıtan sobası vardı. (Kalorifer ve klima henüz yaygın değildi.) Odada çay ocağı yoktu, mutfak yoktu, banyo yoktu, oturma gurubu ya da koltuk takımı yoktu; ama oda dolup taşıyordu… Gelenlerin bulmaya çalıştığı ekmek, iş, aş, kariyer, şöhret ve ikbal değildi; ‘anlam ve değer’di onları cezb edip meftun kılan.

Odada tahminen beş genç var zannedilerek yemek ve çay ikramında bulunulurdu; beklenmedik sekiz on genç daha aniden belirir ve buyur edilirdi. Ailenin de kontrol edemediği, öngöremediği ve varsayamadığı insan sirkülasyonu nedeniyle hem güvenlik riski oluşturuyor hem de psikolojik, ekonomik ve sosyal maliyetlere yol açıyordu. Bir gün olsun aile efradının gelen bu düzensiz misafirlere yüzlerini ekşittiklerine veya olumsuz cümle kurduklarına tanık olmadık. (Yaklaşık kırk yıl boyunca -meskenlerinin alt avludaki- ‘taş Oda’sının farklı müdavimlerine tahammül etmekle yetinmeyip zaman zaman su, çay, yemek ve lavabo ihtiyaçlarını temin için büyük sabır ve fedakârlık sergileyen rahmetli annesi ve babası başta olmak üzere, aile fertlerini büyük bir minnet ve şükranla anıyorum. Birçok gencin istikamet edinmesinde, hayata tutunmasında, adam olmasında, eğitim görmesinde ve tedhiş hareketlerinden uzak durmasında emekleri, fedakârlıkları ve sabırları hep yâd edilecek ve hayırlı dualarla anılacaklardır.)
Ailesinin bütçesine maddi bir katkı sunamaması yanında, güvenlik ve sosyal açıdan büyük bir külfet ve risk oluşturmasına, o dönemin bütün olumsuz şartlarına ve kısıtlı imkânlarına rağmen, her gün gruplar halinde gelen gençlere evinin kapısını açmak ancak büyük bir kahramanlık ve adanmışlık ile açıklanabilir.
Marksist fraksiyonların ülkeyi ve özellikle bölgemizi kasıp kavurduğu yetmişli yıllarda Ramazan abi, konuya olan vukufiyeti ve analitik değerlendirmeleri ile zihin ve gönüllerin demirlendiği güvenilir bir liman gibiydi. Marksizmi, diyalektik felsefeyi ve batılı ideolojileri okuyup anlamayı (tıpkı Gazali’nin Mekasidül Felasife’yi yazması gibi) ve buna kapılmayarak aşmayı, bunun etkisi altında olanları da ikna etmeyi çok güzel ortaya koyabiliyordu.
Mardinin Akademyası; Kale dibindeki Taş Oda
Kale dibindeki ‘taş oda’ Platon’un akademisi gibiydi. Hiçbir süs ve fazla eşyası bulunmayan sade odasında bir kilim veya ince döşek üzerinde saatlerce, hatta bazen geceli gündüzlü günlerce kitap, dergi okur; ya da gelen gençlerle bitmez sohbetlere dalıyordu.
Platon’un akademyasının bir sistematiği vardı; ama bu odanın müdavimleri farklı yaşlarda, farklı mesleklerde, farklı seviyelerde ve farklı arayışlarda olan muhtelif bir manzara teşkil ediyordu. Musab bin Umeyr gibiydi; onu dinleyen bir daha, bir daha dinlemeye geliyor ve zihinsel dönüşüm yaşıyordu.
Ramazan Değer onları mürid olmaya, müşteri olmaya, seçmen olmaya, ya da bir alt mensubiyete davet etmiyordu. Bu konuda çok dikkatli ve hassastı. Gelenlere derin idrak, fıkh etme, özgün ve özgür düşünme, sorumluluk bilinci, fikr etme kabiliyeti ve öz güven aşılıyordu.
Ali Şeriati’nin “istihmariyye” (eşekleştirme) tuzağına ve “Dine karşı Din” tehlikesine karşı uyarılarını içeren kitap ve makaleleri henüz Türkçeye tercüme edilmediği dönemlerde Ramazan Değer, dini temlik etmeye ve dini anlama/yorumlama tekelini uhdesinde tutarak alan kaplamaya çalışan ve fert olarak dini anlama/kavrama cehdine ket vurmaya çalışan din bezirganlarına karşı gençleri bilinçlendirmeye ve zihinlerini ayık tutmaya çalışıyordu.
Ramazan Değer, (70’li, 80’li ve 90’lı yıllarda) bir taraftan devletin derinliklerinden veya kayıt dışı çöplüğünden gelecek risklerden kendini ve çevresini korumaya çalışırken, bir taraftan şiddet sarmalına sürüklenen sağlı, sollu ve dini tandanslı hizip ve örgütlerin şerrinden beri durmaya, bir taraftan da müesses, yaygın, örgütlü ve popülist geleneksel çevrelerin dindarlık adına dayatma, dışlama ve ithamlarına rağmen idrak anlam ve bilinç düzeyini yükseltme uğraşı içindeydi.
Dar ve katı mensubiyet ağlarını çözmek için geniş perspektife sahip olmaya, multi-disipliner okumalarla geniş yelpazede kitap, dergi ve makaleler okutarak insan yetiştirmeye gayret ediyordu.
Alışılmış ve kalıplaşmış olanın dışında yeni yaklaşımları nedeniyle düşünce konforu bozulanların ‘yoldan sapıyor muyuz, nereye gidiyoruz’ kaygılarına; İsmet özel’in “Kafa karışıklığı iyidir, bir kafanın olduğunun farkına varırsın” esprisiyle yaklaşıyordu.
Ramazan abi’nin okuttuğu kitap ve makaleler çoğu defa, Kafka’nın arkadaşına yazdığı mektupta “Eğer okuduğumuz kitap, kafamıza vuracağı bir tokmakla bizi sarsmazsa, neden oturup okuyalım o kitabı? Kitap dediğin, bir balta olmalıdır, içimizdeki donmuş denizi kırmaya yarayan.” türünde idiler.

Sohbetleri ve düşünce sistematiği bir kaosu değil kozmosu, sığ değil derinlikli değerlendirmeyi, parçacı değil bütüncül yaklaşmayı ve lafzı değil maksadı önceleyen bir paradigmayı inşa ediyordu. Okuttuğu Wilhelm Reich’in ‘Dinle Küçük Adam’ kitabındaki muhataplıktan kaçınmak için öğrencileri pür-dikkat idiler. Soru sorulduğunda zihninde defalarca tartılır ve bir kısmı ancak ifade edilebilirdi. Boşboğazlık zaman ve ortam israfıydı.
Muhafazakâr gelenekçiliği ve tali mensubiyetleri katı kimlik halinde savunan ekollerin yazar, dergi, kitap ve makalelerini de okutuyordu; yenilikçi, uç ve sıra dışı görülenleri de.
Milli Fikir, İktibas, Aylık Dergi, İslam, Ribat, Mavera, Dergâh, Girişim, Bilgi ve Hikmet, Kalem, Haksöz, İcmal, Türk Edebiyatı, İslamiyat, Gerçek Hayat, Kelime, Köprü, Vahdet, Sözleşme, İzlenim… dergilerinin çoğu takip ediliyordu. Said Nursi’nin ifadesiyle; Barika-i hakikat için tam bir müsademe-i efkâr ortamını yaşıyorduk.
Saçak, İkibine Doğru, Birikim, Adam Sanat, Tarih ve Toplum, Yeni Türkiye gibi sağ, sol, liberal, feminist, çevreci ve milliyetçi akımların ve ekollerin dergileri de okutulurdu.
Bir mevzu mu kafamızı kurcalıyor, çözemediğimiz bir sorun mu var, cevaplayamadığımız bir soru mu var, hemen Ramazan abi’de soluk alınırdı. Hepimize, her konuda söyleyeceği özgün ve cazip sözü olurdu. Her dinlediğimizde ilk defa işittiğimiz ve ezber bozan bir şeyler öğrenirdik.
Aristo’nun iyi bir retorik için lazım gelir dediği logos, pathos ve ethos’u birlikte taşıyordu konuşmaları. İlke, coşku ve güven duygusunu beraber verebiliyordu. Bu nedenle etkili, tutarlı ve inandırıcı oluyordu.
Din, felsefe, tarih, edebiyat, siyaset bilimi harmanlanıyordu sohbetlerinde. Ama O, bilgi aktarmak ve yığmaktan çok bilgiyi bir metodoloji (üsul) içinde ve fikir oluşturmaya dönük işliyordu. Bu nedenle ilgilendiği gençler derinlik, tutarlılık, kapsayıcılık ve anlam bütünlüğü açısından farklıydılar.
Arif Ay şiirinde; “sevinç mi telaş mı, tahtaya kalkmış çocuk gibiyim karşında” diyor ya; öğrencilerin ve onunla beraberliklerin oluşturduğu coşku, heyecan, ümit ve ruh halleri tam da böyleydi. Her birimiz onun yanında iken kendimizi özel hissederdik. Özgüvenimiz artar ve imtiyazlı hissederdik.
Popülizme geçit yok

Siyaset ve fikir sahnesinde popülizmin gittikçe kabarması ve eski öğrencilerinden bir kısmını da peşinden sürüklemesine çok ama çok içerleniyordu; hele doksanlı yıllarda bir taşkınlık ve aşırılık serabına gark olan hizipleşmelerde, kan dökücülüğe varan ayrışma ve çatışmalar onu büyük bir hüzün ve acıyla sarsıyordu.
‘Davayı yüklenme’ olarak görüldüğü ilk dönemlerde partili çalışmaya uzak durmadı. Ancak partinin ‘hisse senetleri dağıtılan şirket’ olarak görülmesinden sonra da üzülerek uzaklaştı.
Konuşmalarında zaman zaman Sokrat gibiydi; nitelikli sorularla kişinin muhakemesini güçlendirmeyi ve analitik metotla karanlığını dağıtarak doğruya yaklaştırmayı sağlamaya çalışıyordu.
Yukarıdan aşağıya fikir, din ve ideoloji dayatmaya; şiddet, baskı, çıkar ve popülist yöntemlerle yol almaya iltifat etmezdi. Cevdet Said’in, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları kitabındaki aşağıdan yukarıya ikna, idrak, bilinç ve rıza ile değişimin daha doğru ve sahici olduğunu savunurdu.
Bölgemizde hizipler arası ve hizip içi şiddet vakaları nüks ettiğinde, yine Cevdet Said’in İslami Mücadelede Şiddet Sorunu kitapçığını gençlere okutarak badireleri atlatmaya gayret etti.
Ama ne yazık ki sürdüğü tarlada yaban otlarının bitmesine ve ektiği tohumların bir kısmının güve tutarak kurumasına mâni olmaya takati yetmedi; bu da kendisinin kalbinde ve umudunda kapanmayan yaraların açılmasına yol açtı… O puslu ve karmaşık atmosferde, esen sert ve yıkıcı fırtınada ne kadar çok kişiyi muhafaza edebilirsem telaşı içinde didindi, didindi, didindi…
Ziyaüddin Serdar’ın kişisel fikir serüveni ile ortak hatıratı olan dünyadaki farklı İslami hareket ve şahsiyetleri anlattığı Cenneti Arayan Adam adlı eserinde betimlediği ve ‘arayışı bitmemiş’ septik Müslümanı andırıyordu. Herkes mensubu olduğu tarikatı, cemaati, örgütü, partiyi, vakıfı veya derneği dünyada ‘varılan cennet’ olarak vehm ederken O, cenneti varılan menzil, örülen koza değil; hakikat için çıkılan sefer ve ‘arayış’ olarak görüyordu. Bu nedenle huzursuzluk, tatminsizlik, yalnızlık ve tedirginlikten çokça nasipdar idi.
Maksad ve kapsamı gözetmeyen sığ “ilmihal dindarlığı”nın açmaz ve tutarsızlıklarına kapılmadan mana ve idraki önceleyen bir dindarlık anlayışını önemserdi.
Hassasiyet, yalnızlık ve adanmışlık
Vakur, mütevazi, kanaatkâr, mütevekkil yaşam ve duruşu ile bir mutasavvıf, bir derviş, bir serdengeçti gibi yaşadı. O bir şeyh, bir molla, bir öğretmen, bir ağa, bir hazret, bir akademisyen değildi. O bir “Abi” idi; Ramazan Abi! Yakın, sıcak, içten, gösterişsiz ve hassas bir kişilik…
Herkesin alelade ve dolgu malzemesi gibi rahatça sorduğu “Nasılsınız” sorusuna; bütün hücreleri, ciddiyeti, sağlığı ve haleti ruhiyesindeki kavurucu sancı eşliğinde cevap ver/m/iyordu!
İdealist yapısı ve hassas kişiliği O’nu zaman zaman kırıcı, aykırı, uyumsuz hale getiriyordu. Sert ve uzlaşmaz bazı prensipleri vardı. Edindiği prensiplere uyarak tutarlı ve duru yaşıyordu; ancak buna ayak uydurmayan toplum ve yakın çevresi açısından anlaşılmama ve yalnızlaşma ile karşı karşıya kalıyordu. Anlaşılmama, yalnızlaşma, tavizsizlik ve hayatın aşılmaz cilveleri onu aşırı hassaslaştırdı ve kırılganlaştırdı… İlerleyen yaşı, yüzleşmekten kaçamadığı doğal hayatın karmaşıklığı içinde idealleri ile zorunluluklar arasında duruşunu muhafaza etme sancılarıyla baş etmeye çalışıyordu.
Ramazan Abi, Neyzen Tevfik’in; ‘Olmadım meftunu malın, rütbenin, sim u zerin’ dizelerinin öznesiydi adeta. Bir farkla; ‘zevki, şevki ney’le mey’dir’ Neyzen’in rind-i azade seri. Ramazan abi’nin ise; uğruna bir ömür adadığı ‘dava’sıdır. Baki’nin; “Baş eğmezüz edanîye, Dünyayı dûn içün” dizesi tam da O’nu tanımlıyor. “Ne kadar az şeye sahip olursanız, size o kadar az sahip olurlar.'' diyordu Nietzsche. O’da elinin tersiyle itmeye bile gerek duymayacak kadar kalbini dünyalık heves ve servete kapatmıştı.
Bir hadis-i şerifte; “Alimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberlerin bıraktığı miras ne dirhemlerdir ne de dinarlardır; onların bıraktığı miras ilimdir” buyuruluyor.
Taziyesinde, büyük oğlu Ahmet’in, babasının paylaştığı özgün duayla etkileyici kısa hitabı ve ortanca oğlu Malik’in gencecik yaşına rağmen, babasıyla ilgili “sizler O’nun kırk yıllık dostlarısınız; benim ise babamla (daha çok rahatsızlandığı zaman dilimi içinde) nisbeten kısa bir beraberliğim oldu. O bir iddianın yanında bir duruş ortaya koydu. O duruşu hayatımızın eksenine koyup örnek alacağız” şeklindeki özlü ve dikkate değer konuşmasıyla kendisine yaraşacak büyük bir canlı miras bıraktığını gösteriyor. Ama en büyük mirası hiç kuşkusuz istikamet bulmalarına ve taakkül etmelerine vesile olduğu sayısız gençlerdir.
Atasoy Müftüoğlu, taziyenin üçüncü gününde telefonla arayarak özetle şunları ifade etti; “birçok insan davetçi kisvesiyle “kabile dinini” anlatırken, Ramazan Değer İslam’ın evrensel mesajını savunuyor ve anlatıyordu…”
Epikür; kahramanların ölümünü ‘şişmiş bir kurbağanın çatlamasına değil, bir güneşin batışına’ benzetir. O, binlerce gencin kalbine yol açmayı başarmış bir kahramandı. Güneş mutat olduğu üzere doğacak ama; verilen kitabı zamanında ve buruşmadan okumadığımız, kişilik ve ilişkilerimizde yamukluk yaptığımız, verdiğimiz sözü tutmadığımız, aldatıldığımız ve hassasiyetlerimizi yitirip duyarlılığımızı kaybettiğimiz zamanlarda ‘Ramazan Abi’nin fırçalarından! mahrum kalacağız artık.
26 Kasım 2025 günü Ankara’da rahatsızlandı; yükleneni taşıma takati kalmayan kalbiyle beraber ‘Dava’nın ve ‘Değer’in sahibi ve kaynağına rücu ederek ebediyete irtihal etti. Mekânı cennet olsun.
Mustafa Aydın
Mardin’de yaşıyor. Mardin STK Platformu Başkanı olarak uzun süre hizmet verdi.
Halen bir Kamu Kurumunda idareci olarak çalışmaktadır.
FİKİR, İLKE VE DURUŞUN ÇİLESİ|MUSTAFA AYDIN
11.12.2025
2026 resmi tatil günleri belli oldu
11.12.2025
ASTP:“Sudan’ın Yaralarını Sarma Vakti”
25.11.2025
Gazze'de çadırlar sular altında kaldı
17.11.2025
Feyzullah Akdağ ile Derkenar
23.11.2025
Bayancuk gözaltına alındı
18.11.2025
Cihannüma’dan Gazze Raporu
19.11.2025
yola iz olanlar; hz hatice… MUSTAFA AKMEŞE 11.12.2025
Ankara’da yüz ağartan iki faaliyet OSMAN KAYAER 15.12.2025
İslamcı Aydın Üzerine YUSUF YAVUZYILMAZ 14.12.2025
Ulucanlar Cezaevi MEHMET YAVUZ AY 24.11.2025
Surelerin Mesajları: KALEM SURESİ -2 OSMAN KAYAER 18.11.2025
Yahudi mi dediniz? SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 19.11.2025