metrika yandex
  • $32.68
  • 35.22
  • GA17640

Haberler / Yorum - Analiz

Güncel düşünsel tartışmalar…- Abdulaziz Tantik

05.10.2019

Temel soru: Bir başkası ile ilişkimin niteliğini ne belirler. Değer dışında kalan alanda insani veya siyasi ilişkileri muahede bağlar. Karşılıklı iyi niyetli anlayış ve sözleşme ile iki tarafı bağlayan bir ilişki ağı kurmak doğru olandır. Kimse kendi düşüncesini bir başkasına dayatma hakkına sahip değildir. Bu kendi hakikatimden şüphe ederim anlamına gelemez. Ama her insan muhteremdir. Ve kendi imtihanını vermeye ehil kişidir. Tercihleri ile yüzleşmesi ise onun adaletini işaret eder. Adalet üzere yaşamak bunu zorunlu kılar. Bu yüzden herhangi bir düşünceye yönelik baskı kabul edilebilir olmayandır. İlişki, karşılıklılık esasına tabidir.

Güncel olarak tartışılan meseleleri ele almak ve onlar üzerine bir şeyler söylemek elzem hale geldi. Meseleyi kendi bağlamı dışında tartışmanın düşünce serüvenimize bir katkısı olmayacağını düşünüyorum. Bu açıdan göreliliği, post modernliği, aklı, insanı ve düşünceler arasındaki geçişkenliği bir şekilde gündemleştirme ve üzerine ‘imal-ı fikr’ eylemek zorunlu oldu…

Görelilik, modernliğin temel kavramlarından biridir ve felsefi temsilcisi olan Liberalizm de bu görelilik üzerine kuruludur. Ancak modernlikte var olan görelilik ile post modern düşüncede var olan görelilik bir sürekliliğin izi olarak okunmalıdır. Her ne kadar rasyonel ve pozitivist bakış bu göreliliği aşma yönünde adımlar atsa da post modernlik göreliliği mutlaklaştırarak cevaplandırmıştır.

Post modernliğin iddia ettiği gibi görelilik gerçekten mutlak olsa, hangi sorunlara neden olur?

Bu önemli ve cevaplandırılması zorunlu olan bir sorudur. Çünkü mutlak görelilik demek hakikatin olmadığı algısının dayanağı haline dönüşebilir. Bu da mutlak bir nihilizmi var kılar. Anlamsızlık zaten en büyük sorun iken bu anlamsızlığı mutlaklaştırdığınız andan itibaren bunun oluşturacağı sorunları çözüme kavuşturmanız zorlaşır.

Mutlak bir görelilik yoktur. Hakikat kendi zemininde ve vaktinde doğru olarak öngörülebilir ve parça olarak onu ihata edebilecek bir zemini de bize sunar. Tabii ki hakikati ihata edemediğimiz için bir göreliliği kabul etmek insanın acziyeti bağlamında önemli ve gerekli. Ancak her olayda öznel bir taraf olsa da o olayda nesnel bir boyut vardır. Yoksa üzerine mutabık kalacağımız bir şey kalmayacağı gibi her hangi bir değerin varlığından da bahis açılamaz. Ancak nesnellik benzer olaylarda ortak noktalar üzerinden soyutlayarak elde edilebilendir. Deney ve tecrübe de aynı durum tekrar üzerinden elde edilir... Yani insan öznel olduğu kadar nesnel de oluyor. Bu insanın soyutlama gücünü gösterir...

İnsanın soyutlama gücü, tahayyül etme gücü ve ufuk oluşturma gücü insanı somut alanın dışında soyut bir alana taşıyan önemli özellikleri olarak öne çıkmaktadır. İnsan, aşkınlığa meyyal olarak varlık sahasına kurulmuştur. İnsan, aşkınlığı her zeminde yaşayarak varlık ile bağ kurabilecek belki de yegâne varlıktır. Bu yüzden insanın zeval ve kemal arasında bir sarkaç gibi düşünülmesi de mümkün hale gelir.

İnsan açısından tartışma alanına taşınılan en önemli özelliği ise biliş sürecidir. Bilme edimi ile karşı karşıya kaldığı andan itibaren “İnsan nasıl bilmektedir” sorusu sorulmaya başlanmıştır. Felsefe bu soru üzerine kurulmuştur. İnsan vahiy alarak farklı bir tecrübeye konu edinilmiştir. Aşkın bir güç tarafından kendisine seslenilmiş ve bu insan tarafından kabul görmüştür. Yadsınmamıştır. Böylece insan, bilmeyi derinleştirmiş ve bambaşka bir boyut kazandırmıştır. Sezgisel kavrayışı, hala çözüme kavuşturulamamıştır.

Akıl ve duygu iki temel bilme opsiyonu olarak sürekli bir tartışmanın konusu olagelmiştir. Akıl açısından duygu güvenilmez ve yanıltıcı olabilir. Bunu örnekleri ile gündemleştirerek duygu üzerinden elde edilecek bilgiyi eksik ve zaaflı bulur. Duygu ise aklın sığ, satıhta kalan ve fazla kurgusal oluşuna yönelik eleştirilerini dillendirir ve böylece akli bilginin yetersizliğine vurgu yapılır. Bakıldığında birbirilerine yönelik iddiaları ispat makamında dile getirdiklerini makul görmek mümkün olabiliyor. Ama en temelde bu akıl ve duyguyu karşıt olarak okumaktan başka bir seçenek bırakmayan bir bakışı da içermektedir.

Akıl mı, duygu mu, kadim bir bilme sorunu... Hem akıl ve hem duyguyu aynı zeminde kullanma imkânı yok mudur?

Kadim doğu bu çerçeveyi inşa ediyor. Ama batı Aristo'dan bu tarafa mutlaklaştırdığı ya o ya ben ikilemini aşamıyor. Hâlbuki hem o hem ben dediğinde mesele çözülecektir. Yani akıl ve duygu karşıtlığı üzerinden yol alanların varacağı bir yol yoktur. Yol, zıtların birliğinde bulunmaktadır.

Doğrulamayı tek boyuta indirgemede ciddi sorunlar vardır. Birden fazla bilme imkânı varsa birden fazla doğrulama imkânı da olacaktır. Doğru ve yanlış kavramlarının kullanımlarında var olan hataları söylemeye gerek yoktur. İddia ile vakıa arasındaki bağ olarak tanımlayacağı gibi iddia ile sonucun garantisi arasındaki ispat olarak da tanımlanabilir. Hatta bilinmeyen şeye dönük söylenen sözü doğrularken duygusal güven üzerinden kabulü de içerir. Daha da çoğaltılabilir…

Böylece doğruluğun tek ölçütünün akıl olmadığını gözlemiş oluruz. Felsefi akıl, belirli bir alanda iş görür. Akıl felsefi akıldan veya rasyonel akıldan daha üst bir betimleme ve olgudur. Bu yüzden akıl tırnak içi kullanımı ile mutlak akıl bağlamındaki kullanımı arasındaki farkı kavramadan akıl üzerine söylenecek sözlerin, betimlemelerin ve tanımlamaların eksik kalacağını söylemek makul olur. Akıl, kendisine sunulan bir bilgi ile diğer bilgi arasında bağ kurarak eldeki bilgiyi betimlemeye çalışır. Aklın doğru çalışması için yönteme ihtiyaç hissetmesi doğaldır. Çünkü akıl içeriksiz olarak boş bir kap görünümündedir. Bu temel gerçeği de ayrıca öngörmeliyiz.  



Episteme bir bilme yöntemi…

Akıl bu bilme yönteminin en önemli aracı konumundadır. Ancak duygu ve sezgi gibi iki temel insani kuvve bulunmaktadır. Ve bu iki olgunun bilme ile ilişkisi kaçınılmazdır. Meseleyi, felsefi akıl tartışmasının dışında tuttuğumuzda insanın herhangi bir boyutu üzerinden elde edeceği bilgiyi işleme adına akıl vazgeçilmez bir bilme edimidir. Ancak, tek çıkış yolu oluşu onu felsefi aklı öncelememizi gerektirmez. Çünkü bu akıl, felsefi bilgiyi ve akli üretimi de yorumlamaya ve değerlendirmeye istidadı olan akıldır. Eğer böyle bir akıl elimizde olmasa o zaman her felsefi bakışı zorunlu doğru ve hakikatin temsilcisi olarak görmemiz gerekirdi ki, vakıada ve teoride de öyle değil.

Bu bir kafa karışıklığı meydana getirmektedir. Bir bilme edimi olarak akıl ile felsefi akıl arasına bir fark koyduğumuz halde genelde bu farkı unutarak vakıada önümüze sürülen her hangi bir bilme türünü akli değilse hemen reddediyoruz ve bu bilmenin konusu olamaz diyoruz.

Belki tam olarak burada şunu tartışmalıyız: Bir bilme edimini, salt başkasının anlamasına matuf bir açıklama ile sınırlı tutmanın insanın bilme edimine verebileceği zararı dikkate sunmalıyız. Yani bir bilme edimi kişisel bir deneyime konu edinildiğinde bunu akli süreçlerden geçirerek muhatabın anlaması için dil üzerinden ifade edilmesi esası genel kabuldür.

Ancak bu genel kabule rağmen, dil ile ifade edilmeden salt yaşamsal bir pratiğe dönüştürerek de bu öznel deneyim dışsal bir deneyime açık hale getirilebilir. Ya da felsefeciler kızacak ama edebiyat ve sanat olarak bir hakikatin izdüşümünü dile getirerek insanların nesnel değerlendirmelerine açabiliriz. Ki açılıyor. Meseleyi her kesin anlaması gerektiği noktasına taşıdığımız andan itibaren temel bir gerçeklikle karşı karşıya kalırız: Aslında insanların geneli herhangi bir konuda çok da nesnel dahi olsa aynı algıda birleşmiyorlar. Çünkü bir şeyi anlamada birden fazla etken var. Ve doğru algılama bir eğitim süreci ile kültürel yapının öğreticiliği süreci ile ilişkisi tartışılamaz olana tekabül eder.

Bu çerçeve içinde insan nedir ve konumu üzerine de yeniden bir bakış oluşturmanın kaçınılmazlığı ortaya çıkmaktadır. İnsan, dün, bugün ve yarın hep aynı karakteristik yapıya sahip olacaktır. Yani fıtrat/doğası hep aynı olan insan, elbette ki değişimini çevresel şartlar üzerinden gerçekleştiriyor. Ama bu şartlar hep değişime açık bir yapı arz ederken, insan değişimini sınırlı tuttuğunu da ayrıca belirtmekte yarar var. İnsan için değişim, içinde yer aldığı kültür evreniyle ilişkili oraya çıkmaktadır. Temel özellikleri aynı olan insan kültür evreni üzerinden farklı tepkiler verdiğini biliyoruz.

Ancak aynı insan, dün, bugün ve yarın da muhtemelen hep aynı tepkileri vermeye devam edecektir ki bu yaşamın motor gücüdür. İnsan ve yaşam arasındaki bu dinamik yapı değişimi zorunlu kıldığı gibi tekrarı, sürekliliği de zorunlu kılıyor. İnsan etkileşime açık bir yapı arz eder. Ama her insan, öze dönüşü sağlama konusunda kendisine defalarca verilen fırsatı her zaman tepme arzusunu terk ederek kendini asli özelliklerine tevdi edebilir. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Dini düşüncede tevbe olgusunu da bu zemin üzerinden algılamakta yarar var…

O zaman klasik dönem, modern dönem veya post modern dönem insanı farklı kılmanın imkân ve kültürünü taşımaktadırlar. Ama her zaman, insan her üç kültürde de insandır. Meselenin özü, insanın kendi kültürünü oluşturacak bir özelliğe sahip oluşudur. İnsan öyle bir öze sahiptir ki bütün kültür ve kodları aşacak bir irade ve dirayete sahip bir kuvvedir. Bu temel gerçeği unutanlar insanı hiç tanımamış olanlardır.

 Her hangi bir tecrübenin kendi tarihsel koşullarından bağımsız olarak bir başka tarihsel kesitte vuku bulacağı söylemi eleştiriye tabi tutulur. Maddi temeller üzerinden sosyolojik veya bilimsel açıklamalar eşliğinde bu söylem reddedilir. Bu anlaşılabilecek bir şey! Ancak söz konusu batı düşüncesi veya aydınlanma kültürü olduğunda bu temel gerçeklik göz ardı edilir. Batı tecrübesinin evrenin her tarafında geçerlilik kazanması gerektiği söylemi genel kabul olarak dikte edilir. Otoriter bir şekilde mevcut bütün kültürlerin batı modernleşmesi ile aşılanması ve ileri bir adım olarak benzemesi gerektiği kesin bir ispat gibi öne sürülür.

Batı modernleşmesinin ürettiği sorunlar göz ardı edilir. İnsan, ilk kez bu kadar mutlu ve müreffeh yaşamaktadır vesaire üzerinden göz boyamacılığı yapılmaktadır. Hâlbuki olgu tam tersi durumdadır. Mesela dünya ticaretinin çok küçük bir azınlık tarafından ipotek altına alındığını bilmeyen yoktur. Ya da dünya gelirinin yüzde doksan dokuzunun yine azınlık bir grup tarafından elde edildiğini ve bu gücünü de bu şartları sürdürme adına kullandığını da bilmekteyiz. Ayrıca mutlu ve müreffeh insanları düşündüğümüzde de bu sınıf çok, çok azınlıkta kalmaktadır. Çocukların açlık ve yokluktan ölmelerinin istatistikî verileri korkutucu seviyededir. Savaşlar ve getirdiği göçlerin sonuçlarını tartışmaya gerek dahi yoktur. Buna rağmen halen batı dünyası dışındaki dünyada, batı kültürü makbul görülmeye devam etmektedir.

Bu noktada post modern felsefe ve düşünce ile de ‘çıkış yolu’ arasında aşılmaz bir mesafe vardır. Bu öyle realiteyi görmezden gelen bir durumu sunmaz. Ama aldatılmaya açık bir saflığı makbul bulmayan bir iradeye yaslanır. Meselenin ideolojik boyutu eksik kalmasın. Post modern düşünce ideolojiler çağı bitti diye bir mit oluşturdu ya! Herhangi bir düşünce ideolojiye dönüşmeden var olamaz. Düşünce ile eylem arasındaki korelâsyonu düşünceden hareketle oluşan ideoloji belirgin kılar. Modernliğin veya post modernliğin eşitlik vurgusunun siyaset ve erke dair vurgusunu göz ardı etmek meseleyi bilmemek anlamına gelir. Yani mevcut sömürü düzeninin devamından yana olun emrinden başka bir şey ifade etmiyor eşitlik vurgusu… -Belki başka bir yazıda eşitlik kavramı üzerinden batı dışı toplumlara hangi sorunlar tevdi edildiğini yazma imkânı bulurum…-

Felsefi bir göreliliği mümkün görmekle birlikte başka bir felsefi göreliliğe mahkûm olmamayı da irade edecek bir vasata ihtiyaç vardır. Bir Müslüman olarak benim hakikatim benim nazarımda kesindir. Başkası için bu kesinliği sağlamak ise o hakikatin benim şahsımda tecelli ederek varlık kazanmasına imkân tanımaktır. Yani şahitlik etmektir. Böylece bir başkası benim hakikatimin kesinliğini eylemimde görecektir. Böylece göreliliği aşmanın bir imkânını da ortaya koymuş oluyoruz. Hakikatin dile gelmesi burada söz ile birlikte hal ile örneklenmektedir ve meselenin özü de budur. Bu yüzden bir kompleks sahibi olmaya gerek yoktur. Aşağılık duygusu, kişinin kendi düşünce evreninden uzaklaşmasının nedenidir. Bu bağlamda hakikat, din, değer ve anlam; hayatın anlamı, insanın anlamı ve varlığın anlamı gibi temel düsturlar göreliliği kabul edilir ki sürekli daha iyiye ulaşma amacı ile ama şüpheye açılamaz. Çünkü her hakikat kendisini ibraz eder ve bu ibraz ettiği çerçeve içinde de kesindir. Kabulü ve reddi bahsi diğerdir.

Kısaca İslam, hak dindir, bütün dinlerin kaynağı mesabesindedir. Âdem’den (as) Muhammed’e (as) kadar olan bütün peygamberlerin ortak dininin adıdır. Bu temel gerçekliği olduğu gibi kabul etmek Müslüman düşünce evreninin temel kabulüdür. Ve bu dinin temel kabullerinin sınırları da hakikat olarak benim kabulümdür. Bu sınırları aşma deneyimleri veya sınırları aşarak var olmayı gayrı meşru görürüm…

Temel soru: Bir başkası ile ilişkimin niteliğini ne belirler. Değer dışında kalan alanda insani veya siyasi ilişkileri muahede bağlar. Karşılıklı iyi niyetli anlayış ve sözleşme ile iki tarafı bağlayan bir ilişki ağı kurmak doğru olandır. Kimse kendi düşüncesini bir başkasına dayatma hakkına sahip değildir. Bu kendi hakikatimden şüphe ederim anlamına gelemez. Ama her insan muhteremdir. Ve kendi imtihanını vermeye ehil kişidir. Tercihleri ile yüzleşmesi ise onun adaletini işaret eder. Adalet üzere yaşamak bunu zorunlu kılar. Bu yüzden herhangi bir düşünceye yönelik baskı kabul edilebilir olmayandır. İlişki, karşılıklılık esasına tabidir.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş