Her Konuda olduğu gibi Atatürk konusunda da ideolojik tarih okumalarından uzak durmak gerekir. İdeolojik tarih, belli bir konudaki tarihsel malzemeyi seçerek istenildiği şekilde yorumlar. Dolayısıyla ideolojik tarih seçmelidir. Salt kendi düşüncesine uygun malzemeyi seçerek kullanır.
Tarihsel malzemeyi belli bir yönde yorumlamak bir zihniyet meselesidir ve İslam tarihçilerinden Cumhuriyet tarihçilerine kalma bir mirastır. Bu mirasın temel motivasyonu " istenilmeyen gerçeği " halının altına süpürmektir.
Günümüzde bazı İslam tarihçilerinin Cemel, Sıffin ve Kerbela okumaları ile Kemalist tarihçilerin Mustafa Kemal okumaları aynı savunmacı mantığın izlerini taşımaktadır.
İdeolojik tarihin amacı, tarihçinin kendi ideolojisini tarihsel olaylara giydirmesi ve onu bu doğrultuda yorumlama girişimidir. Tarihsel verileri farklı değerlendirmek konusunda temel ayrılık, tarihçinin kişisel ve ideolojik tutumudur.
Tarihte belli bir mezhebi haklı çıkarmak için yapılan yanlı yorumlar, bugün Mustafa Kemal üzerinden üretilmektedir. Bu tutum geçmişin belli bir biçimde okunmasını dokunulmaz ve kutsal bir hale getirmektedir. Kural hale getirmek çabası olayı bir inanç sorunu hale getirerek tartışmaya kapatmak gayretinden kaynaklanır. Bu anlayış Türkiye ve İslam tarihçiliğinin en büyük zaafıdır.
İdeolojik tarihin amacı, "Temiz bir geçmiş sunmak, tarihi meşruiyet aracı olarak kullanmak, tarihi iktidar aracı olarak kullanmak ( Geleceğe yönelik verme gayreti, İktidarı elinde tutanların gözüne girmek) (İrfan Aycan- Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara Okulu Yayınları, s: 11-18)
İdeolojik tarih kurgulanmış bir anlatıya tarihten malzeme aramak ve bu malzemeyi kurgu etrafında yorumlamaktır. Ayrıca ideolojik tarih kendi kurgusuna uymayan verileri görmezden gelir.
Bir insan için kullanılan yüce, ulu, ölümsüz... iması ne kadar başarılı, zekası üst düzey ve tarihte oynadığı rol ne olursa olsun bir insan için kullanılacak nitelemeler değildir. Ne yazık ki Türk- İslam tarihinde kült oluşturma konusunda tarihsel tecrübenin ürettiği olumsuz bir kültürel miras var.
Kur'an'da insanın ontolojik sınırları belirtildiği halde, özellikle tasavvuf üzerinden üretilen evliya kültü ve etrafındaki efsaneler dini ya da seküler bütün önderler için kullanılmaya başlamıştır. Bu da yetmemiş ailesi geçmişe doğru yüceltilmesine başlanmıştır. Bu tutum onu insan olmanın sınırının üzerine taşımıştır; kutsallaştırmıştır. Olağanüstü özellikler ile kutsanan bir insanın eleştirilmesi de ortadan kalkmaktadır.
Tarihte oynadıkları dönüşümcü rol dikkate alındığında, insanlık tarihinin en özel insanlarının Peygamberler olduğu görülecektir. Onlar bile ölümsüz olarak nitelenemez. Kur'an'da “Ben ancak sizin gibi bir beşerim, insanım."(Kehf/110) ayeti Hz. Peygamberin vahiy almak dışında bir insan olduğuna işaret ediyor.
Bir gün devesinin üzerinde secde ederek, korkudan titreyerek konuşmaya çalışan birine Hz. Peygamberin uyarısı yeterince açıklayıcıdır.
“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten, güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mace, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366) Hz. Peygamber, insan zihninin bir zaafı olan kişileri kutsallaştırma eğilimine karşı çıkıyor ve bu konuda insanları uyarıyordu.
Hz. Peygamberin vahiy yoluyla getirdiği hakikatleri ve onu getiren peygamberi ismet sıfatı dolayısıyla ( vahiy almak ve aktarmak konusuyla sınırlı olarak) yanılmaz kabul edilmesi normaldir. O bilgiye insanlar inanıp inanmama konusunda ise özgürdür.
Diğer insanların konumu, bilgisi, birikimi hangi düzeyde olursa olsun hiçbiri düşünce ve eylemlerinde hatasız kabul edilemez. Bu yüzden bu insanlar eleştiriden azade olamaz. Çünkü bu insanlar ontolojik olarak beşerdir ve beşerin sahip olduğu bütün zaaflara sahiptir. Bu yüzden hiçbir insan ölümsüz veya insanüstü bir konuma taşınarak tanımlanamaz. Ne ki, Türkiye toplumu sevdiği insanları yüceltme konusunda tarihsel bir hafızaya sahiptir.
Ne yazık ki, sonraki süreçte insan peygamberden "Nuru Muhammed'i " gibi insanüstü bir kült üretilmiştir. Peygamber o kadar yüceltilmiştir ki, insanlara örnek olacak bir önder olmaktan çıkmıştır. Aslında belki de iyilik yapmak isterken, Peygamberi indirgemeci bir yöntem ile ele alarak asli fonksiyonundan uzaklaştırıyor.
Peygamberleri yüceltici bu tutum, tarihsel süreç içinde giderek Peygamberin dışındaki insanlar için de yapılmaya başlanmıştır. Yücelmede kullanılan en önemli kavramlardan biri ölümsüzlük imajıdır. Ölümsüzlükten bedeni kast etmek zaman zaman başvurulan bir yöntem olsa da, pratikte mümkün değildir. Eğer ölümsüzlükten fikirler, düşünceler ve felsefi görüşler kast ediliyorsa bu da yanlıştır. Çünkü insan ontolojik olarak tarihsel, yanılgıya açık, bilgisi sınırlı ve geleceği bilememektedir. Bu yüzden kutsallaştırmak ancak insanı ontolojisi dışına ve üstüne taşımakla mümkündür.
10 Kasım törenlerinde kişinin kutsallaştırılıp kült haline getirilmesi, törenlere yansıyan en önemli tutum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayıştan kurtulmak için öncelikle beşer olan insana, insan ontolojisini aşan nitelikler yüklemekten vazgeçmek gerekir. Bu nedenle Mustafa Kemal, Şükrü Hanioğlu'nun yerinde tespitiyle tarihselleştirilmelidir. Yoksa etrafında üretilen evliya kültü ile konuyu sağlıklı bir şekilde tartışmak mümkün değildir. Zaten evliya kültü üretmenin gayesi insanı insan olmanın sınırları üstüne taşıyarak tartışılmaktan ve eleştirilmekten uzak tutmaktır.
Öncelikle kült üreten ve eleştirel düşünceyi yok neden tarihsel zeminle hesaplaşılmalıdır. Öncelikle "keramet" ve "Mehdi" kavramları yeniden ele alınmalı ve Kur'an ışığında tanımlanmalıdır.
Ayrıca Kemalizm, siyasal anlamda bir kesimi baskı altında tutabilmek için siyasal bir cezalandırma amacına dönüşmüştür. 28 Şubat'ta, dindarların en temel haklarından biri olan başörtüsü eylemleri yapanların laiklik ve Kemalizm'e karşı olmakla baskılanmaya çalışıldığını unutmamak gerekir.
Mustafa Kemal, salt ülkenin bağımsızlığı kazanmasında etkin rol oynamış bir lider değil, ayrıca politik bir insandır ve bir siyasal parti olan CHP'nin kurucusudur. Bu durumda doğal olarak muhalifleri vardır ve bunlar doğal olarak Mustafa Kemal'in siyasal düşüncelerine karşıdır. Zaten başka türlü düşünmek mümkün değildir. Yani Mustafa Kemal'e muhalif olmak vatan hainliği değil, demokrasinin ve siyasal özgürlüğün gereğidir. Nitekim İstiklal Savası komutanlarından Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Pele gibi isimler siyasal anlamda Atatürk'e muhaliftirler. Bu açıdan bakıldığında siyasal anlamda kimse Atatürkçü olmaya zorlanamaz.
Atatürk’ün üzerinden üretilen Kemalizm ise, resmi ideoloji olmuştur. Türkiye’de seküler elitler bu ideolojiyi bir darbe ideolojisi haline getirmiş ve bununla toplumu yönetmek ve yönlendirmek istemişlerdir. Bunun sonucunda bir dizi darbe ve darbe girişimi yaşanmıştır. Askeri darbe sonrasında siyasal hayatın demokratikleşmesi beklenir. Ancak 15 Temmuz sonrası Türkiye'de farklı bir durum söz konusu. Üstelik bu yeni durum, halkın büyük bir bölümü tarafından da destek görüyor. Türkiye siyasetini, Türk şeflik sisteminin tarihsel köklerini analiz etmeden doğru değerlendirmek zor görülüyor.
Öte yandan Kemalizm, zaman içinde değişik restorasyonlara uğramıştır. “1. Yön dergisiyle 1960'larda başlayan hamle. Bu, ordu-ideoloji bütünlüğünü kuran, kendisini sol telakki eden Avcıoğlu kuşağının savunduğu militarist Kemalizm’dir. Son savunucusu İlhan Selçuk' tur. Ama bazı detay farklarıyla Attila İlhan'dan Emre Kongar'a kadar savunucusu vardır.
2. 1980 sonrasında başlatılan hamle. Asr-ı saadet mantığıyla ortaya çıkarılmış, 12 Eylül darbecilerinin yönetimlerini meşrulaştırmak için hazırlanmış bir restorasyon projesidir bu Kemalizm. Bütünüyle 1930'lara dönüş özlemidir. Aynı şekilde şefi (cumhurbaşkanını) yetkilendirir, devlet-ideoloji bütünleşmesini anayasal olarak kurar. Devleti ise kutsallaştırır.
3. 1995 sonrasında başlatılan son hamle. Bu dönemde daha öncekilerden farklı olarak Kemalizm kitleselleştirilmiş, politik-sembolik bir anlama kavuşturulmuştur. Fakat doğal olarak da ne olduğu anlaşılmaz, bilinmez, fark edilmez bir hale gelmiştir. 1930'ların ideası bu dönemde bütünüyle laiklik temeline oturmuş, bir biçimsel anlayışla özdeşleştirilmiştir. Fakat kritik olanı bu çıkışın ordu tarafından hararetle desteklenmesi ve daha da önemlisi politize edilmesidir.” (Hasan Bülent Kahraman, 4. Kemalizm ve Anayasa, 7 Ağustos 2002, Sabah)
Şimdilerde Kemalizm’in bir diğer versiyonu inşa edilmeye çalışılmaktadır: Muhafazakar Kemalizm. Aslında İslamcılık, bir ideoloji olarak Kemalizm'e muhalefet ile başladı ve büyüdü. İslamcı düşünceden gelenler iktidara gelince, bürokrasi ve ekonomi ile tanışınca şikayetlerinin önemli bir bölümünü geri çektiler. Kemalizm'e eleştirel bir yaklaşımın önünü açacak tutum böylece heba edilmiş oldu.
Öte yandan bazı İslamcı aydınlarda henüz nedenini tam olarak bilemediğimiz bir aydınlanma süreci geçirerek Kemalizm'e eklemlendi. Ortaya çıkan bu durum, Kemalizm'in gücüne mi, yoksa İslamcıların yetersizliğinden mi dayanıyor sorusu analiz edilmeye değer bir sorudur.
Türkiye siyasetinin başat faktörlerinden biri otoriterliktir. Öyle görülüyor ki, az bir kitle hariç, otoriter yönetim biçimlerine ilkesel anlamda karşı değil. Ötekinin otoriterliğine karşı olmak ilkesizliği besleyen bir siyasal tutuma dönüşüyor. Bu yüzden otoriterlik değişik ideolojiler içinde kendini üretmeye devam ediyor. İşte tam bu noktada örneğimiz Mehmet Akif ve Said Nursi olmalı. Onlar hem muhafazakar dindarların savunduğu Abdülhamid yönetimine, hem de modern Kemalistlerin savunduğu Tek Parti dönemine eleştirel bakıyorlar. Çünkü temel dertleri istibdada ( otoriterliğe) karşı hürriyeti( özgürlüğü) savunmalarıydı.
Atatürk eleştirilebilir, eleştirilmelidir. Ancak hakaret ve küfür kabul edilemez. Daha doğrusu hiç kimseye hakaret edilmemelidir. Eleştiri ile hakaret arasında önemli bir fark vardır. Bir kişinin insanüstü bir konuma taşınması, kült haline getirilmesi kabul edilemeyeceği gibi, hakaret ve küfür de kabul edilemez.
Atatürk'ten Erdoğan'a bütün iktidar sahipleri eleştirilmelidir. Öyle görülüyor ki hiç kimse kendini siyasal önderine toz kondurmuyor. Bir siyasal liderin eleştirilmesine karşı duranların ötekini eleştirisi sorunludur. Çünkü eleştirileri ilkesel değildir. Bu noktada Said Nursi ve Mehmet Akif'in ilkesel tavrı üzerinde durulmalıdır. Her iki düşünür de baskı siyasetine karşı oldukları için hem ll. Abdülhamid hem de Atatürk' e eleştirel yaklaşmışlardır. Çünkü onların amacı kişiler değil ilkelerdir. Bu temel ilke de istibdada karşı hürriyettir. Ulusalcı Kemalistler, ll. Abdülhamid'i, Muhafazakar dindarlar ise Atatürk'ü eleştirdikleri için bu isimleri mahkum ederler. Kendi sevdikleri lideri ise birer evliya kültüne dönüştürürler. Çünkü iki kesim de eleştirelliği araçsallaştırmaktadır. Bu yüzden Ahmet Şimşirgil'in Said Nursi ve Akif eleştirileri de Falih Rıfkı Atay'ın Mehmet Akif ve Said Nursi eleştirileri de sağlıklı değildir. Taraflıdır, özneldir. Sorun liderleri insan üstü bir konuma yükselterek eleştiri dışına taşımaktır. Cumhuriyet modernleşmesi boyunca bunun en çok yapıldığı siyasal lider Atatürk'tür hiç kuşkusuz.
Son tahlilde kişileri kutsallaştırma, siyasetin önünü tıkayan bir aparata dönüşüyor. Belli bir ideolojiyi temsil eden liderin yaşadığı döneme ilişkin aldığı kararların bütün zamanlar için geçerli sayılması bir tür siyasi entegrizme yol açıyor. Yeni değişimlerin önünde engelleyici bir rol oynamaya başlıyor.
Yazarımız Osman Kayaer Emekli Oldu
18.10.2025
İyi bir İNSAN: Aliya|Mehmet Doğan
19.10.2025
Challenge diyen bir Tarihçiye / Fuad Durgun
23.10.2025
Bir cami, bir imam ve cemaat OSMAN KAYAER 28.10.2025
Dindarların Trajedisi YUSUF YAVUZYILMAZ 25.10.2025
Sünnet Üzerine YUSUF YAVUZYILMAZ 19.10.2025
gazze mahkemesi ay’ı RESUL UZAR 21.10.2025