Bende kalanlar, benden gidenler çok oldu ve ben gülümsemeyi unuttum çoktan. Gönlüm iyi haberler için duada. Uzun süre sonra Ernest’in yeni bir mektubu geldi, yine bir yardım kuruluşu gönüllüsüne vermiş, Türkiye’ye geldiğinde postaya versin diye. Gönderildiği yere baktım Ankara’dan postalanmış. Ernest, zarfın arkasına ilk anda ne olduğunu anlayamadığım bir çizim yapmış. Bir çocuk eli, bir kalbe dokunuyordu.
Altında üç kelime vardı: “Abdurrahman’ın ellerine dokunun.”
Bu kalp kendisini mi yoksa beni mi temsil ediyordu bilmiyorum.
Hemen mektubu açtım: ‘Efendim, bu geceyi kalabalık bir kampta geçirdim. Sürekli bombalar altındayız. Dün, yıkılmış bir duvarın arkasında onu buldum. Küçücük bir çocuk, yedi yaşında belki sekiz. Üzerinde kirli bir atlet, ayağında tek terlik. Adı Abdurrahman’mış. Bana “Ben Filistin’im” dedi. Arapçam iyi olduğu halde ilk anda ne demek istediğini anlayamadım. Sonra konuştukça ne demek istediğini anladım. Annesinin kolu kopmuş üç gün önceki bombalamada, babası tam üç gündür enkaz altındaymış, dört kardeşinin üzerine duvar çökmüş. Kendisi ve küçük kardeşi o anda dışarıda oynuyorlarmış. Bombalamadan hemen sonra enkaz altındaki babasıyla konuşuyorlarmış. Sonra sustu Abdurrahman: ‘Babam, artık konuşmuyor,’ dedi, ağladı. Beni tuttu, babasının sesinin geldiği yere götürdü: “Babam, bana, güçlü olmak zorunda olduğumuzu öğretti.’ dedi. Sonra cebinden bir kâğıt çıkardı, ‘Bombalanmadan bir gün önce babam tüm kardeşlerime bunu yazdırmıştı’ dedi. Çıkardığı kâğıdın üzerinde: ‘Öleceksen Müslüman olarak öl, yaşıyorsan diren!’ yazıyordu, ‘Ben şimdi direneceğim.’ dedi. O gün dışarıda oynadıkları kardeşini birlikte arıyoruz, onun adı da Yusuf’muş. Buradaki doktorlar, annesinin kopmuş kolunu sarmışlar, aşırı kan kaybı nedeniyle hastanedeymiş, durumu biliyormuş. Efendim, ben Abdurrahman’ın gözlerinde sizin anlattığınız Yusuf’u gördüm. Onu orada bırakamazdım, elinden tuttum, gittik bir yere, geceyi aileleri bombalar altında can vermiş çocuklar ve gençlerle geçirdik. Sabah olunca ben yine Yusuf’un mezarına gidecektim konuşmak için. Abdurrahman, Yusuf’u benim Türkiye’deyken dost olduğumuz arkadaşım sanıyor. Yalnız gidecektim Yusuf’un mezarına. Abdurrahman, bana babasının yazdırdığı notu verip dedi ki: ‘Arkadaşın Yusuf, cennette babamla karşılaşırsa desin ki: ‘Oğlun Abdurrahman tıpkı senin söylediğin gibi bir direnişçi olacak.’ Abdurrahman o anda bana tüm masumiyetiyle ağlayarak sarıldığında, içimden bir şey koptu. Ağladım efendim, ağladım. Belki ilk defa kendim için de ağladım. Onu da yanıma alıp gittim Yusuf’un mezarına, Abdurrahman’ın notunu gömdük mezara çünkü tekrar tekrar bombalanan evlerinin enkazından babasının ve kardeşlerinin cenazeleri çıkarılamadığı için babasının ve kardeşlerinin bir mezarı yok. Acı içindeyim, acılar içindeyim, tüm Gazze için dua istiyorum. Ernest’
Mektubun içinden bir fotoğraf çıktı. Ernest, Abdurrahman’la birlikteydi. Arkalarında duvarlara yazılmış Arapça kelimeler vardı: “صبر “Diren” حرية “Özgürlük.” Fotoğrafın arkasında şöyle yazıyordu: “Bu çocuk beni insan yaptı.”. Ben günlerce o fotoğrafa baktım. Sonra masama yan yana koyduğum iki resimdeki Yusuf’un gözleriyle Ernest’in gözleri arasında gidip geldim. İkisinin gözlerinde de derin bir acı vardı.
Bir süre sonra yeni bir zarf geldi, postaya verildiği yer İstanbul’du. Zarf iyice kırışmıştı, sanki mektup değil bir enkaz parçasıydı elimde tuttuğum. Üzerindeki kan lekelerinin yanında zor okunan bir yazıyla şu yazıyordu: “Buradaki herkes şehit oldu.” Hızla mektubu açtım: ‘Efendim, yazmak kolay bir şey değilmiş. İnsan, bazı acıların yazılabilir olduğunu sanıyor ama bazı cümleler, kalemin ucuna gelmiyor. Çünkü önce ellerin titrememesi gerek. Abdurrahman gitti. Dün gece… İsrail ordusu, doğrudan çadırları hedef aldı. Biz yardım kuyruğundaydık. Un, pirinç, bebek maması almak için. Bombardıman öyle ansızın başladı ki ben sadece yere kapanabildim. Sonra, sessizlik… En korkunç şey sessizlikmiş efendim. Kalktığımda, her şey durmuştu. Koşan kalmamıştı. Sadece toz, duman ve sessizlik. Abdurrahman’ı bulduğumda, gözleri hâlâ açıktı. Sanki hâlâ bir şey soruyor ya da bir cevap bekliyordu. Onu kucağıma aldım. Kan, toprak ve kurumuş gözyaşı karışmıştı yüzünde. Dudakları zorla kıpırdadı: “Kardeşim Yusuf”. Efendim, ben o anı asla unutmayacağım. Yusuf, bu çağın kayıp çocuklarının adı oldu artık benim için. Abdurrahman’ı da yardım almak için bekleyen diğer şehit çocuklar ve gençlerle gömüp üzerine küçük bir taş koyduk. Elime tutuşturduğu küçük Kur’an’ı cebimde taşıyorum. Mezarın başına annesi geldi, inanamayacaksınız ama sağlam olan tek kolunu gökyüzüne kaldırdı ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’(2/156) diyerek ağladı, ağladı, ağladı sessizce ve başka hiçbir şey demedi. Bu ne büyük bir iman ne büyük bir teslimiyetti. O anda, bu dünyanın bütün dillerinin sustuğunu anladım. Çünkü bazı ağıtlar, sadece kalbin diliyle okunur. Benim ilk defa kelimelerim, sözlerim tükendi, konuşamadım. Efendim, ben bu kadının inandığı Allah’a ve bu kadının dinine ta gönülden inanıyorum. Abdurrahman’ın küçük Kur’an’ını annesine vermeli miydim, bilmiyorum. Soracak durumda değildim. Kardeşi Yusuf’u bulursam ona verebilirim belki. Bu şartlar altında ne kadar hayatta kalabilirim bilmiyorum çünkü her gün her yer bombalanıyor. Belki bu mektubu bile bitiremem. Acı içindeyim çünkü kulaklarımda, Abdurrahman’ın kimsenin duymadığı, tüm dünyanın sağır kesildiği sesi çınlıyor: “Ben Filistin’im.” Kardeşiniz Ernest.’
Yüreğim alev aldı, anlamıştım Ernest de Abdurrahman ve oradaki çocuklarla, gençlerle birlikte şehit olmuştu. Abdurrahman’ın annesi, tüm sevdiklerini kaybeden bir kadın… Aklım, fikrim, gönlüm isyanda. Günlerce mektubu elimden bırakamadım, okudum, ağladım. Ernest’in açık duran defterinden bir sayfaya tek bir cümle yazdım: "Gözleri açık giden bebekler ve çocuklar için, bu dünyanın kalbi ve gözü körleşmiş." Daha sonra dünyanın bütün kalemlerine seslendim: ‘-Yazın ey kalemler! Ey insan olduğunu ve Allah’a inandığını iddia edenler! Sizler, Filistin ve Gazze için ‘Allah yardımcıları olsun, Allah zalimleri kahretsin’ diyerek dua ediyor, Allah’a iş buyuruyorsunuz. Bu dualarınızın, sizin yapmanız gereken fiili boyutunu sizler yapmadıkça bu sözlerinizin hiçbir anlamı olmayacaktır. Çünkü ilahi yasa öyle işlemez! Üzerinize düşeni yapın, Allah’a havale etmeyin!’
Sessizlik Öldürür DERVİŞ ARGUN 30.09.2025
Siyaset Kader ve Sorumluluk YUSUF YAVUZYILMAZ 27.09.2025
Dil, Kabalık, Kavga ve Cinayet OSMAN KAYAER 21.09.2025
Aile Huzuru FEYZULLAH AKDAĞ 14.09.2025