Sosyal medyanın tam anlamıyla bir çöplük olduğuna geçen hafta bir kez daha şahit oldum. Hiç bir faydası yoktur da denemez. İnsanları sürüleştirip sarhoş ettiği için şaraba bile benzetilebilir. Bu benzetme sebebiyle ”zararları faydasından daha fazladır” diyebiliriz.
Bir arkadaşım İsra Suresi’nin 16. ayetinin meali diye bir metin paylaşmış ki, akıllara ziyan. İster istemez ayetin lafzına ve birkaç tefsirden yorumuna baktım. Razi, Keşşaf, Zeccac ve Elmalılı’dan. Hamdi Yazır bu ayetin sadece mealini vermiş, tefsir yapmamış. Ne yazık ki ayeti kerime paylaşılan mealle hiç alakalı değil. Aslında meallerin eksik ve yanlışlarına dair yapılacak eleştiriler bir başka konu, yani, bahs-i diğer ve konumuzun şimdilik dışında.
Bu ayeti kerime de geçen EREDNA, EMERNA, MÜTRİF, FISK kavramlarının lügat anlamlarına bakınca karşımıza bambaşka bir tablo çıkmakta. Ayet-i Kerime aslında, hem geçmişte, hem günümüzde, hem de gelecekte toplumların fesadı ve bunun neticesinde helake uğramasının nasıl olacağını, hangi şartlara bağlı olduğunu ve bunun kanunlarını ortaya koymakta. Bir nevi toplumların sosyolojik kaderinden bir kesit resmediliyor. Bunlar değişmez kanunlar olduğu için kader kelimesini kullandım. Dün nasılsa bugün de öyle, yarın da öyle olacak. Tam burada İbn-i Haldun’u hatırlamak lazım;” Suyun suya benzediği gibi geçmiş hâle, hâl istikbâle benzer.” Yani geçmiş bugüne, bugün geleceğe benzer.
Bir tevafuk eseri olarak o günlerde Abdurahman El Kevakibi’nin “Despotizmin Doğası” isimli kitabını okumuş ve bir tanıtım yazısı yazmıştım. Despotizm/İstibdat bu ayet-i kerime ile direkt ilgili. İsra Suresi 16. ayeti kerime bağlamında despotizmin yeniden değerlendirilmesi lazım. Kuralsızlık, baskı, zengin ve şımarık yöneticiler, insanların köleleştirilmesi ve bir avuç azınlığın elinde oyuncak olması bağlamında ayeti kerimenin yeniden okunması gibi bir durum ortaya çıkıyor. Önce ayette geçen kelimelere bir bakalım.
İZA-şart edatı, geleceğe ilişkin bir durum belirtir.
ERADE-İrade etmek, istemek, dilemek; o duruma göre tutum alıp, onu merkez alıp yapmak, bir şeyi merkeze alıp onun etrafında gezme.
KARYE-Kelimenin aslı karınca kümesi demektir, üst üste binmiş karınca yığınına denir. Bununla birlikte piramit gibi birbiri üzerine çıkarak küme olmuş yığınları anlatır;
EMERA-(Emr) kelimesi, emare kelimesi ile aynı köktendir. Emare bir şeye ulaşırken yol gösteren işaretlerdir, yoldaki trafik işaretleri de kuralları bildiren emarelerdir.
Bir hadisde geçen “emere” kelimesinin kullanımından dolayı kelimeye “arttırırız” anlamı da verilmiştir. Zeccac’ın tefsirinde bu kelimenin farklı kıraatlere göre okunuşunun manaya yansıması şöyle anlatılır:
-“Amerna” şeklindeki okuyuşta mananın “Eksarna” yani “çoğalttık” anlamında olduğu belirtilir. Bu ise iki şekilde olabilir, ”kodamanların sayısını arttırırız”, “yaşam kalitelerinin ve refahlarının artırılması”…
-Eğer kelime şedde ile “Emmerna” şeklinde okunursa “şehrin kodamanlarını musallat kılarız; yönetim ve yetkiyi onların eline veririz” anlamına gelmektedir. Lafız her iki anlama da müsaittir.
FESEKA-(Feseku) Kuralları dinlemezler, kuralların dışına çıkmak
DEMERA-(demmerna) Bütün yaptıklarını işlevsiz kılıp, güvendikleri onca mal ve mülke rağmen perişan etmek anlamındadır.
Bu kelime anlamlarıyla yapılan izahlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki; her Arapça kelimeyi Türkçe bir kelime ile karşılamak mümkün değildir. Onun için bu ayete kısaca mana verip “meallendirmek”, pek çok ayette olduğu üzere mümkün değildir. En kısa verilebilecek anlam (yani tefsir-i meal) şöyle olabilir;
“Birbiri üzerine karınca yığınları gibi binmiş ve kural tanımayan, emirlerimizi(kurallara uygun neyi nasıl yapmaları gerektiğini) ayrıntısıyla bildirdiğimiz, yığın-sürü haline getirilmiş veya gelmiş bir topluluğun helak edilmesinin asıl sebebi şudur; başta yönetenler olmak üzere hiçbir kural, hak ve hukuk tanımaksızın birbirine karşı haksızlık etmeye-zulmetmeye başlarlar. Bildirdiğimiz yol işaretleri, gösterdiğimiz adalet, doğruluk ve hak ölçülerinin dışına çıkan azgın şımarıkların yani kodamanların sayısı veya yaşam kaliteleri ve refah seviyeleri artar. Herkes birbirine zülüm eder ve zülüm çoğalarak artar. Bir topluluk (yani sürü-yığın) bu duruma gelmişse bizim onları helak etme vaktimiz gelmiştir. Topluluğun bu durumunu esas alıp gerekeni irade eder ve yaparız.”
Bu ayet tam da servetin belli ellerde, azınlığın elinde toplandığı Liberalizm’in despotizmini, her türlü hukuksuzluğu, kuralları çiğnemeyi, herkesin birbirine zulmetmesini ve dahası içinde yaşadığımız toplumu anlatmıyor mu?
Çıkar, mal-mülk, ihale, zenginlik yarışı için birbirinin sırtına binenleri; makam-mevki, para, ihale için hiçbir hatır gönül ve kuralın tanınmadığı, düzensizlik ve kargaşanın hâkim olduğu, rekabet ve bencillik durumlarını anlatmıyor mu? Kendi heva ve hırslarından başka hiçbir kural tanımayan, şımarık, sömürgeci küresel veya yerel despotları anlatmıyor mu?
Tek parti dönemi Çankaya azgınlarını ya da Muhafazakâr demokrat Çukur ambarın çukurlaşmış kodamanlarını göstermiyor mu? Ambarları da çukur. Bu azgınların sayısı veya zenginlikleri her gün artarken zavallı halk her geçen gün fakirleşmiyor mu?
Bu azgın azınlığın kural tanımaması, bakanların mafya yöntemiyle çalışması, göreve gelenlerin zenginleşerek ayrılmaları, derin ilişkileri olanların kanun üstü sayılması tam da bir fısk (fesekuu) hali değil mi?
Dünya ne çekiyorsa hem küresel, hem de yerel olarak bu azgınların uygulamalarından, şımarıklıklarından çekmekte. Batının son iki yüz yıldır dünya insanına dayattığı küresel despotizm tam da bu değil mi?
7 Ekim’den bu yana İsrail ve onu destekleyen batılıların despotizmi, sömürüsü; hiçbir ahlaki, insani, hukuki kural tanımıyor. İşledikleri katliamlar her dinden tüm dünya insanlarının vicdanını kanatmıyor mu?
Abdurrahman el Kevakibi “Despotizmin Doğası” isimli kitabında istibdatı şöyle tanımlıyor; ”hiçbir hesap verme ya da ceza görme korkusu taşımaksızın teba üzerinde keyfi tasarrufta bulunma yetkisine sahip olmak.” Bu durum tam da “mütrefini” anlatmıyor mu? Kitabın alt başlığı da güzel seçilmiş, “İsti’bad’dan İstibdata”. Bunu “köleliğin iflası” diye çevirmişler ancak şöyle bir cümle daha uygun olurdu; ” Allaha kul olmaktan çıkıp despotun kölesi olmak”...
Ya da şu cümle; “Allah’a kulluğun ve iman etmenin özgür seçiminden, despotizmin yani istibdatın baskı dayatma ve zorbalığına tenezzül edip boyun eğme…”
Allah’a kul olmak iradî bir tercihi, seçimi ve kabulü gerektirir. Allah’a kulluk hem yönetenin hem de yönetilenin şer’i sınırları göz etmesi anlamındadır. İslam tarihinde saltanat/istibdat şer’i sınırların ihlal edilmesi ile başlamıştır. Aslında istibdat, müstakil ve başlı başına olmak anlamındadır. İstibdat’ın kendisinden türediği kelime “büdde-bedde-bedede” kelimesinde taat, kudret anlamları olduğu gibi; kendisine tapınılan put/sanem anlamları da vardır. Bu anlamları içerdiği içindir ki; “yönettiklerine istibdat eden helak olmuştur,” buyrulmuştur. Her müstebit zorba tuğyan ettiği için bir tür ilahlık ve rablık iddiasındadır.
Cahiliye dönemi Mekke’nin ileri gelen zengin müşrikleri hiçbir kural tanımaksızın insanlara zulmediyordu. Hazreti peygamber as. daha peygamber olmadan Hılf-ul Fudul örgütüne iştirak edip her türlü haksızlığa, zulme karşı mazlumun yanında yer almadı mı?
İslam sıradan bir vatandaşı da, toplumu yöneten halifeyi de aynı kanun ve yasaklarla sorumlu tutar. Hiç kimse kanunların, emir ve yasakların üstünde değildir.
Eşraftan-kodamanlardan-birinin kızı Medine’de hırsızlık yapıyor ve bu kadının bağışlanmasını peygamber efendimizden istiyorlar. Zira cahiliye döneminde kanunlar seçkinlere uygulanmaz sadece garibanlara uygulanırdı. “Kızım Fatıma da yapsa elini keserdim” diyen peygamber (as) artık unutuldu mu?
Mütrefin’in zorbalığı, yönettiklerine zulmetmesi, birbiri üzerine binmiş katman katmanlaşmış bir zulmü ifade eder. Sadece yöneten şımarık kodamanlar değil herkes biri birine zulmeder. Zulme uğramanın ve despot yönetimin zulmü altında yaşamanın sebebini Kevakibi,”yetki verilince o da aynı zulmü başkasına yapacaktır” diye izah eder.
Despotizme niçin karşı çıkmalıyız? Niçin despotların saraylarında/yakınlarında bulunan, onların emrinde çalışan değil de büyük imam Ebu Hanife gibi onlara muhalif olmalıyız? Sessiz kalsak ne olur?
Kimyada “normal şartlar altında”(NŞA) diye bir tanım vardır. Kimyasal reaksiyonların beklenen tepkiyi vermesi ancak o şartlar altında mümkündür. O şartlar yoksa, o sonuç ortaya çıkmaz. Normal insani tepkiler ancak normal insani şartlarda gelişir, büyür ve ortaya çıkar. Şüphesiz her hal ve şartta doğru/şer’i tepki verecek insanlarımız da olacaktır ancak genel durum böyle olmaz.
Tüm varlık aleminin yegane sahibi, maliki, ilahı ve Rabbi olan Allah cc. İnsanları, insani tercihleri konusunda tamamen özgür bırakır ve zorlamaz. İnsani durumlar için seçimlerini tamamen özgür iradeleriyle yaparlar. Despotizm ise insandaki tabii-iyi-fıtri-normal özelliklerin ortaya çıkmasına izin vermez. İnsan fıtratına baskı yapar. Baskı ve dayatmaların olmadığı özgür ortamlarda ve normal şartlarda ortaya çıkacak olan insani güzellikler, baskı ortamlarında kendini gizler. Bu baskılar neticesinde despotizm, fıtratı bozar. Fıtratı bozulan insan ise artık fıtri-tabii-insani tepkiler veremez olur.
Despotizmin zülüm ve zorbalığı insana dair her alanda hissedilir, kendisini gösterir. Dini hayat, akademik, ticari, ahlaki, insani hayat, eğitim hayatı, insan onuru ve bu alanların tamamında etkilemedik hiçbir şeyi bırakmaz. İçinde yaşadığımız toplumda anlam veremediğimiz tepkisizliğin, ya da anlam veremediğimiz tepkilerin sebebini belki biraz da buralarda aramak gerekir.
İnsanların dini ya da ahlaki tercihleri demek, hiçbir zorlama olmaksızın iradeleri ile yapılan seçim demektir. İradeye yapılan müdahale, seçimi dini-ahlaki olmaktan çıkarır. ”Dinde ikrah yoktur” ayeti böyle çok temel bir ilkeyi ortaya koyar. Bu ilke hem inanca hem de ahlaka dairdir. Bir davranışın ahlaki olabilmesinin ilk şartı hiçbir baskı olmaksızın iradi bir seçimle yapılmış olmasıdır.
İktidar hırsı güç ve despotizmin verdiği şımarıklık o dereceye varır ki artık tek amaç iktidar ve azgınlığın devamıdır. İktidar için artık feda edilemeyecek hiçbir şey yoktur. Bu iktidar; siyasi, dini ya da ekonomik olabilir. Son yıllarda çokça şahit olduğumuz gibi bir dönem daha iktidarda kalmak için söylenmedik yalan çiğnemedik ilke kalmaz.
Siyasi iktidarın kendi zenginlerini ortaya çıkarmasını, yandaşlarını ballı ihalelerle zenginleştirmesini iktidar yanlısı bazı arkadaşlarımız ”yönetim kendi burjuvazisine oluşturuyor” diyerek sonuna kadar savunmuştu. Yani savundukları şey “mütrefinin” sayısının artırılması, zenginlik ve güçlerinin artmasıdır. Bazıları böyle zengin edilirken halk da düzenli olarak fakirleştirilir.
Adalet ve vicdanın ayaklar altına alınması, her türlü kuralsızlığın hâkim olması ve kimseye hesap vermemeyi çok rahat savunmaktadırlar. Bu şımarıklık ve zorbalık kendisini her konuda mutlaklaştırmayı beraberinde getirir. Artık şeytan her davranışı onlara süslü gösterir. Artık onlar “la yus’el” olurlar. Yani sual olunmaz, sorgulanmaz, hesap sorulmaz, kimseye hesap vermez olurlar.
Mesuliyet aslında hesap sorulabilirlik demektir. “Mesul” sual olunan anlamındadır ama bu azgınların hiçbir konuda mesuliyetleri de yoktur. Hazreti Ömer’e bile hesap sorulur, bunlara sorulmaz. Firavunlaşma tam da böyledir.
Bir zaman önce söylediklerini bugün yalanlarlar. Kurallara ters bir durum var ve kaçamıyorlarsa kuralı da değiştirirler. Kendileri her konuda yalan söyledikleri gibi taraftarlarını-amigoları- da buna alıştırırlar. Tarihte kalmış olan on bin taraftarın “erkek deveye”, “dişi deve” diye şahitlik yapması yalanı bile bugünkü yalan ve aldatmaların yanında çok küçük kalır.
Küresel Emperyalist sistem insani, ahlaki, hukuki hiçbir kural tanımadığı gibi yerli işbirlikçiler de onlara tam bağlılıkla hiçbir kural tanımazlar. İktidarlarını batılı efendilerine borçludurlar. Belli aralıklarla yapılan seçimler tiyatrodan ibarettir.
Adalet, hak, hukuk, erdem, ahlak ve benzeri kavramlar hayattan tamamen kaldırılmış-kovulmuştur. Bu kelimeler sadece çıkar, zülüm, sömürü ve despotizmlerinin devamı için kullanılacak kelimelerdir. Yani su-i istimal edilecek kelimelerdir.
Despotlar için artık Allah lafzı bile insanları kandırmak için kullanacak bir kelimeden ibarettir. Namazları ya alışkanlık, ya gösteri, ya da bireysel ibadetlere indirgenmiş din anlayışının bir tezahürüdür. Oysa “bizim ibadetimiz siyaset siyasetimiz ise ibadettir.” İbadet ve ahlak ile sosyal, siyasi ve ekonomik hayat birbirinden, ayrılmaz hepsi aynı ilkelere tabiidir.
Dinin bireysel ibadetler kısmına karışmazlar. Ancak toplumsal, ekonomik, siyasal alana kimseyi karıştırmazlar. Bu alanda kimseyi dinlemezler. Bu alanlarda fiilen en büyük Rab olarak uygulamada bulunurlar.
Firavun da Musa’ya öyle demiyor muydu; “ben en yüce Rabbinizim.”
Ebu Ubeyde: Nasrallah'ın yasını tutuyoruz
28.09.2024
HİZBULLAH'IN FİLİSTİN SINAVI | HAZIM KORAL
28.09.2024
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024