metrika yandex
  • $34.84
  • 36.68
  • GA21420

Eskisi Öldü, Yenisini Kim Kuracak ve Bu Ne Kadar Mümkün? - 2

MEHMET YAŞAR SOYALAN
19.11.2023

 

İkinci Bölüm

Kur’ani/ Peygamberi bir Model Olarak Aile ve yeni bir Aile ve Toplum Tasavvuru

Müslümanların ilk dönem uygulamaları ve Kur’an ayetleri göz önünde bulundurulduğunda çok açık bir şekilde yeni bir toplum tasavvurunun, hatta modellemesinin var olduğu görülür. Bu toplumun dinamiklerine ve özelliklerine dikkat kesildiğinde bu yeni yapının kendisinin büyük bir aile özelliği arz ettiği görülür ve dolaylı da olsa yeni bir aile tasavvurunun ve pratiğinin ortaya çıktığı anlaşılır. Çünkü ilk Müslümanların içinden çıktıkları kabile kültürü de büyük bir aile özelliği arz ediyordu. Onun dışına çıktıklarında da varlıklarını sürdürebilmek için alternatifini oluşturmak durumundaydılar ve öyle de yaptılar. Bu yeni toplum modellemesinde en yeni olan ve olgunun merkezi noktasını oluşturan şeyin kabile asabiyesi yerine inanç merkezli bir anlayışın oluşturuluyor olmasıdır. Burada inanç merkezli dediğimiz şey; yeni bir kardeşlik hukuku çerçevesinde adalet, paylaşma ve sorumluluğu merkeze alan bir anlayıştır. Burada da ortaya konulan model kabile asabiyesine alternatif hatta karşı olacak bir modeldir. Bu modelde mevcudun tümüyle terk edilecek bölümleri olduğu gibi örfe ve coğrafyaya ait ıslah edilmesi gereken bazı yanlar da  söz konusuydu.

Öncelikle Mekki ayetleri/sureleri ve Mekke’deki ilişkileri incelediğimizde, bu ilişkilerde kanbağı ve kabile asabiyesi yerine İslami anlayışı/ değerleri önceleyen bir yaklaşımın esas alındığı görülür. Bunların da ahlak, adalet, sorumluluk, paylaşma, sözünde durma, hile ve haksızlık yapmama, mazlumun, haklının yanında olma, onları koruyup kollama koruma ve onlardan yana olma, kısacası inanç ve değer merkezli yeni birlikteliklerin, ilişki biçiminin ortaya çıktığını görüyoruz.

Ataerkil/ erkek merkezli bir toplum yapısına sahip olan bu toplumda, kadın erkek ilişkilerinin, hatta evliliklerin de bu değerler ve yeni anlayışlar, ilkeler çerçevesinde oluşmaya başladığı da fark ediliyordu. Bu durum topluma açıktan bir meydan okuma olmasa da çok sarsıcı bir dönüşümün de habercisi gibiydi. Öyle ki ister kadın olsun, ister erkek olsun, eğer Müslüman olmadan önce bir evlilikleri varsa bu evliliklerini devam ettirebilmeleri ancak, karı-kocanın her ikisinin de Müslüman olması ile mümkün olabiliyor, aksi durumda evlilik akdi sona eriyordu. Bu konuda ciddi tartışma ve rahatsızlıkların yaşandığını hem rivayet metinlerine hem de Kur’an ayetlerine yansımalarından anlıyoruz. Mekke ve çevresindeki Arapların din algısına sahip bu kültür içerisinde yetişen yetişkinlerin Müslüman olmaları durumunda bulundukları toplumu terk ederek Müslüman toplumun yeni bir ferdi olacağı ve yeni bir toplum ve aile içine gireceği için taraflardan birinin farklı anlayışta olması durumunda var olan evliliğini de bitirmiş oluyordu.

Hicret ile birlikte bu ayırım çok daha belirgin bir hal adı ve içinden çıktıkları Müşrik Mekke toplumu ile hem toplumsal hem de aile bağları tümüyle koparıldı. Müşrik ortamın kodları içerisinde bir toplumsal yapı ve aile kurmaları mümkün olmadı, böyle bir imkânı bulamadılar. Bu niye böyle oldu, bu kopuşun, kovuluşun/ kaçışın nedeni neydi? İlk ötekileştirme ve dışlamayı kim başlatmıştı; Müslümanlar mı müşriklerden “beri” olmuşlardı, Müşrikler mi Müslüman evlatlarını dışlayıp ötekileştirmişlerdi? Bu kopuş, bir sürecin, yıllara varan ötekileştirme ve dışlamanın sonucu olarak mı gerçekleşmişti yoksa İslami inancın bir gereği olarak bir anda mı gerçekleşmişti? Arap toplumunda kabile asabiyesi içerisinde cari olan aile kurma ve birlikte yaşama kültürü, yani akrabalık bağlarının koruyuculuğu ve hoş görüsü, muhataplar Müslümanlar olunca niçin mümkün olmamıştı? Medine de Arap kökenli olanlar neredeyse hepsi Müslüman toplumun bir üyesi haline geldikleri için Mekke deki gibi derin ve keskin bir ayırım yaşanmadı.

Önce şu tespiti yapalım; İslam öncesi Arap yarımadasının insanları/ toplumları bir etnik yapı ve dini grup olarak kendilerini nasıl isimlendiriyorlardı? Bugünkü anlamda bir “Arap” isimlendirmesine rastlamıyoruz. Çöl ve taşlık alan halkı olarak çevre halkları tarafından “Arap” olarak tanımlanıyorlar, kullandıkları dil, Sami dil ailesi içerisinde yer alsa da yine bu coğrafi tanımlamaya uygun olarak “Arabi” olarak ifade ediliyordu. Kur’an’da “bedevi” olarak adlandırılan çöl sakini Araplar da “el-‘Arab” olarak ifade ediliyordu.[1] Kendilerini “müşrik” olarak isimlendirmedikleri de kesin. Çünkü Arap Yarımadasının Kitap Ehli olmayan sakinleri için “Müşrik” isimlendirmesi ilk defa Kur’an tarafından yapılmaktadır. Bu sakinler için ikinci bir isimlendirme de bölgenin Ehli Kitap sakinleri tarafından yapılıyor: “ümmi” olarak adlandırılıyorlar. Bu konuda da Kur’an’ın açık atıfları var.[2] Ehli Kitap kendileri gibi vahiy kültürüne sahip olmayan/ kitabi olmayan (bir kitap ve peygamberleri bulunmayan) yarımada sakinlerini, biraz da ötekileştirmek ve aşağılamak için “ümmi” olarak, yani aşkın bir otorite ile doğrudan bir bağı olmayan bir topluluk olarak görüyorlardı onları. Arapların bu isimlendirmeyi kabul ettiklerine dair ne Kur’an ‘da ne rivayet metinlerinde bir işaret yoktur.

Benim tahminim bu yarımada sakinlerinin başat kültürlerinin kabile asabiyesi olması nedeniyle kendilerini bu tür dini ve kültürel isimlendirmelerin ötesinde coğrafi ve mekânsal özelliklerine göre kabile aidiyetleri çerçevesinde isimlendiriyorlardı; “Necidli”, “Cürhümlü”,“Beni Bekir’den” “Kureyşli” gibi… Aslında Yahudi ve Hristiyanlar da dini aidiyetleri bir tarafa bırakılırsa, onlar da kendilerini kabile isimleri ile isimlendiriyorlardı. Yahudilik onların üst bir kimliğiydi. Bu üst kimliğe rağmen bazı Yahudi kabileler, bir Arap kabilesi ile anlaşarak kendi dindaşlarının karşısına geçebiliyorlardı. Onlarda da asıl bağlayıcı olan şey bağlı olduğu kabile ve kabile kültürüydü. Hatta şunu diyebilirim; Yahudiler Kuran’ın inzalinden sonra daha bir Yahudi oldular. Kısacası tüm yarım ada sakinleri hangi dini anlayışa/ kökene sahip olurlarsa olsunlar kendilerini kabile aidiyetleri çerçevesinde isimlendiriyorlardı. Ancak tartışma/ konuşma, doğrudan inanç veya din ile ilgili olduğunda kimin hangi inanca/ dine bağlı olduğu ortaya çıkıyordu. Bunun dışındaki her durumda; sosyal hayat, ticari ilişkiler, ortaklıklar, kavgalar, savaşlar, anlaşmalar, evlilikler var olan kültür çerçevesinde cereyan ediyordu ki bu baskın kültür kabile asabiyesiydi. Yani ön planda olan kabile aidiyeti ve isimlendirmesiydi.

İslam öncesi dönemde Arap yarımadasında ister ehli kitap olarak isimlendirilen Yahudi ve Hıristiyanlar, isterse Ehli kitap tarafından “ümmi” olarak isimlendirilen müşrik Araplar Arapça konuşuyordu. Arapça ve Arap kültürü bu toplumların asgari müştereğiydi. Hatta daha ötesi Arap kültürü, dini inancı ve etnik yapısı ne olursa olsun bütün toplumları kuşatan bir niteliğe sahipti. Dolayısıyla aile de bu kültürün bir parçası olarak hepsinde ortak bir karaktere sahipti. Bu ortak karakterin bir yansıması olarak Müşrik Araplar/aileler çocuklarını eğitimleri için de olsa Yahudi ailelere teslim etmekte bir beis görmüyorlardı.

Aynı şekilde bölgedeki din tasavvuru inanç merkezli olmaktan çok kültür merkezliydi ve bu kültürün temelini de bölgenin örf ve adetleri oluşturuyordu. Yüce bir İlah ve Yaratıcı olarak Allah mevhumu, hatta gerçekliği inançlarının temelini oluştursa da sözlü kültürün bir yansıması/ gereği olarak pratik hayat, teori ve akidelerden çok gelenekselleşmiş ritüeller üzerinden yürüyordu. Burada en önemli ve etkili şey bir zamanlar toplumda özel bir öneme sahip olan, topluma dokunmuş, karşılığı olan, toplum tarafından sevilip sayılan şahsiyetlerin efsaneleşmiş hayatlarının günlük hayattaki karşılıkları üzerinden yürüyordu. 

Bu bölgesel kültürün bir parçası olarak aile kabile asabiyesinin şemsiyesi altında erkek egemen bir özelliğe sahipti; bu özelliği aileyi tümüyle kuşatan ve büyük bir aile olan kabilenin değerlerinin ve kabile asabiyesinin bir yansımasından ibaretti. Bu asabiyeyi Kur’an her vesile ile eleştiri konusu yapmaktaydı. Bu eleştirinin temel noktalarından birini de aile ve kadın erkek ilişkisi konuları oluşturuyordu. Büyük aile olarak kabilenin bir alt parçası olan aile ise de, çocukları ve onların çocukları ve eşlerinden oluşuyordu. Burada da erkek egemen bir yapı söz konusuydu. Aslında eşler/hanımlar veya başka bir aileye gelin giden kızlar bu ailenin en zayıf halkasıydı ve kölelerden bir gömlek yukarıdaydılar. Kendi çocukları ve “evi” üzerinde hiçbir hakları yoktu. Örneğin koca isterse, anneye doğurduğu bebeği bile emzirtmeye bilir, bebeğin süt ihtiyacını bir sütanne ile karşılayabilirdi. Boşandığı zaman tek başına ve sadece babasının evinden getirdikleriyle birlikte babasının hanesine dönerdi. “Kendi evinden” babasının evine üstündeki elbise (veya gelirken getirdikleri) dışında bir şey götüremezdi. “Mihir”, o dönem toplum yapılanmasının yabancısı olmadığı bir konu olsa da uygulaması pek yaygın değildi, birçok kabilede kabul görmediği gibi kabul gören kabilelerde konu kadın aleyhine hep istismar edilirdi. Evlilik akdi sırasında “mihir” adı altında bir bedel ödense veya taahhüt edilse bile ödenene süreç içerisinde el konulur, taahhütler de yerine gelmezdi. Ancak güçlü kabilelerin kadınları için her zaman ayrıcalıklar mümkündü. Dolayısıyla kabileler arası ilişkiler, evlilik ve boşanma konusunu olumlu veya olumsuz anlamda doğrudan etkilerdi. Kimin ile evlenildiğinden çok hangi kabilenin bir ferdi ile evlenildiği daha önemliydi; kadının/eşin konumunu/statüsünü daha çok kabilenin gücü tayin ederdi.

İslam öncesi Arap toplumunda kadın ailenin edilgen/ pasif bir üyesiydi, görevi eşine hizmet etmek, eşinin verdiği işleri yapmak ve çocuklarıyla ilgilenmekle sınırlıydı. Yerleşik düzene (şehir ve kasaba hayatına) geçildiğinde de bu yapıda fazla bir değişiklik olmamıştı. Örneğin badiye ile Mekke’deki durum birbirinden çok farklı değildi. Kur’an’daki evlilik, boşanma, miras, kadın erkek ilişkileri ile ilgili pasajlar bu durumu açık bir şekilde ortaya koyar. Bu konular genelde eleştirel bir üslupla dile getirilir ve sorunun çözümüne veya ıslahına yönelik öneriler de sunulurdu. Bu öneri ve çözümler hem ilgili Kur’an pasajlarında hem de ilk dönem uygulamalarında açık bir şekilde görülmektedir. Sorunların çözümüne yönelik alternatif uygulamalar ister ilk defa dile getirilsin isterse mevcudun ıslahı şeklinde olsun bir süreç içerisinde, ilk muhatapların muhayyilesine uygun şekilde, zaman ve mekân gerçekliğine uygun olarak gerçekleşmiştir.

Bu yeni toplum modelinde toplumsal hiyerarşi yeniden düzenlendiği gibi bireyler arası ilişkiler de yeniden düzenlendi ve bu düzenleme toplumun çekirdeğini oluşturan aileyi de yeniden kurdu. Örneğin daha vahiy sürecinin ortalarında Nuh ve Lut peygamberin ağzından zalim olan birinin “evladı veya eşi de olsa aileden olmadığı”nın altı çizildi.[3] Çünkü onlar iki taraf arasında süre giden mücadelede karşı tarafta yer almışlar ve bu tutumlarıyla zulme ortak olmuşlar ve zalimleşmişlerdi (23/27). Çünkü bu eylemleri “salih olmayan/ gayri salih” (11/46) bir davranıştı. Mü’minler ancak salih işler yaptıklarında ailenin bir üyesi olabilirlerdi. “Gayri salih” işler yapıp, uyarıları kulak arkası ederek zalimleştiklerinde aileden uzaklaştırılırlardı. Ailenin korunması, ahenginin bozulmaması ve kötülüğün yol olmaması için bunun yapılması gerekiyordu. Müslüman ailenin en temel kırmızıçizgisi buydu. Sanırım İslam öncesi ailesi ile Müslüman ailenin en temel farkı bu anlayış ve bu uygulamaydı. Resul sonrası süreçte bu kırmızıçizgi aşıldı, cahiliye kültürünün özü olan “zalim de olsa kardeşine sahip çık” ilkesi Müslüman aile için de geçerli olmaya başlayınca, bir süreç içerisinde Resulullah’ın temelini attığı Müslüman aile ortadan kalktı. Oysa Müslüman toplumun en temel görevi fail kim olursa olsun zalime karşı olmak ve mazlumun yanında durmaktı. Tabi mazlum olmak aileden olmak için yeterli sebep değildi ama zalimle ve zulümle mücadele etmek, en azından ilkesel olarak zalim ve zulmün karşısında olmak Müslüman aile bireylerinin temel asgari müştereklerinden biriydi. Ancak Mü’minlerden oluşan bir ailenin üyesi olmanın ilk şartı zalim olmamaktı ama ve ilahi vahye bir bütün olarak bağlanıp yapılması gerekeni yapmakla ancak mümkün oluyordu (29/14-17).

İslam’ın ilk aşamasında aile demek, Müslüman toplum; Müslüman toplum demek aile demekti. Önce Müslüman zihin inşası gerekiyordu ve toplum ve aile bu zihnin sahip olduğu değerler üzerinde yükselecekti. Öyle de oldu. Hicretin hemen sonrasında Ensar ve Muhacirler bu ilkeler/esaslar muvacehesinde “kardeşler” olarak yeni dört başı mamur büyük aileyi, ilk Müslüman toplumu kurmuşlardı. Bu ilkeler hayata geçirildiğinde, “nikâh”, “miras”, “boşanma” gibi konular “arizi konular” olarak görülüyor, ancak toplumsal yapıyı sarsmaması için orada da bu esaslara uygun şekilde yeni düzenlemeler yapılıyordu. Ancak bu yeni düzenlemeler Müslüman toplum ve Müslüman aile tasavvuru içinde bir anlama ve olumlu bir işleve sahipti. Bu tasavvurlar yok olduğu zaman görüldü ki bu “örfi düzenlemeler” bir fıkıh/ kanun maddesine dönüşerek düzenlemelerden bir düzenleme haline geliyor ve aile içindeki sorunları çözemiyordu, hatta yeni sorunlara da neden olabiliyordu.

Yeni Modelde Merkezi Kavram: “Emanet”

İslam öncesi toplumlarında, toplumsal yapı ve bireyler arasındaki ilişkiler dikey bir hiyerarşiye göre işlerken ve bu işleyişte adalet, sorumluluk, liyakat yerine kabile asabiyesi/kan bağı, itaat, sadakat ve görev esas iken yeni modelde hiyerarşi yatay bir düzlemde anlamlılık, ıslah, salihat, adalet, sorumluluk ve liyakat esası üzerinde yürümektedir. Bireyler arası ilişkilerde de durum böyledir. Örneğin, anne-baba çocuğun sahibi, çocuklar da anne-babalarının malı değildir. Ebeveynler için çocuklar onlara lütfedilen gönüllerine ferahlık veren bir emanet olduğu gibi çocuklar için de ebeveynler “öf” bile diyemeyecekleri birer emanettir. Ebeveyn çocuk ilişkisinde esas olan “emenet”tir. Aynı şekilde nüzul ortamı gerçekliğinde kadın da erkek için emanet idi. Çünkü o dönem kültüründe kadın erkek gibi reşit kabul edilmediğinden erkeğin vesayeti altındaydı. Bu vesayet, evleninceye kadar baba ve erkek kardeşe, evlendikten sonra da kocasına aitti. Kur’an bu vesayeti/ vasiliği emanete çevirdi. Hatta onu ailedeki bir “süs/ zinet” olarak tarif ediyordu. Bu tanımlama, emanetin sıra dışılığını, kıymetini ifade etmek içindi. Kur’an ve Resul uygulaması cahiliyenin kadir kıymet bilmez tavrını/ geleneğini erkek için kıymetli bir emanete çevirdi.

Bu “emanet” tasavvuruna, vefa, adalet, sorumluluk bilinci ve anlamlı olma/kılma ve arazideki örften kaynaklanan uygulamaya yönelik pratik sorunlar da (nikâh, mihr, boşanma, miras vs gibi) tashih edilince Müslüman ailenin oluşumu önündeki engeller kaldırılmış oluyor ve bu yöndeki uygulamalarla yeni modelin geleneği de oluşuyordu. Bu yeni model aile yeni toplumun en merkezi noktasını, çekirdeğini oluşuyor, toplum da bu çekirdek üzerinde ayağa kalkıyordu. Çekirdek yapıdaki bu anlayış ve uygulamalar aynı şekilde tüm topluma da sirayet ederek birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu yapıyı bozanların ve bozgunculukta ısrar edenlerin aile içinde kalmaları mümkün değildi; sosyal gerçeklik buna izin vermezdi. Böylece aile toplumu besleyerek, toplum da aileyi koruyup kollayarak toplumsal bütünlüğünü muhafaza ediyordu.

Peki, bu yeni Müslüman aile tasavvurunu, değerlerin hercü -merc olduğu, tüm yeryüzünün küresel bir köye ve tek bir topluma dönüştüğü bir dünyada üstelik kadınların da erkekler gibi reşit kabul edildiği ve reşitliğin her durumda tescillendiği bir dünyada, bu koca köyde bu modeli uygulamak ne kadar mümkün olacaktır veya bu yeni Müslüman toplumu/ aileyi bugünün gerçekliğinde nasıl kurarız. Şimdi sonsöz kabilinden biraz da bu konu üzerinde duralım.

 

[1] “el-‘Arab”; Tevbe:9/90, 97, 98, 99, 101, 120, Ahzab:33/20, Fetih:48/11,16, Ahzab:49/14

[2] “Ümmi”; Araf:7/157,158, Şura:42/52, Ankebut:29/48, Bakara:2/78, Ali İmran:3/20,75, Cuma:62/2,

[3] Nuh’un ailesi: 23/27, 11/40,45,46. Lut’un ailesi:29/33, 11/81

 

Devam edecek...

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
İlhan Ayan-Turhal | 19.11.2023 13:15
Merhaba Yaşar abi, teşekkürler, yazının devamını merakla bekliyor olacağım. Bu coğrafyanın ve hatta tüm dünyanın, barış ve huzur içerisinde yaşaması için; hem sosyolojik, hem siyasal açıdan güncelleme yapılması elzem hale gelmiştir. Omurgalı, ahlaklı, erdemli insanı merkeze koyan, evrensel ahlaki ve insani değerleri önceleyen, tüm kimliklerin bir arada yaşamasını salık veren bir dile, aidiyet tanımlamasına ihtiyaç var. Tüm farklılıklarımıza rağmen; “Ben de senin gibi insanım” diyebilen bir ideali tesis edebilmeliyiz. Modern insanlık tarihinin en önemli vesikası olarak önümüzde duran Medine Sözleşmesi’nden hareketle, tüm insanlığın acilen ihtiyacı olan; adaletli, barış ve huzur içinde bir dünya inşa edilebilir. Selamlar…

Her Taraf - Türkiyenin habercisi