Aydınlanmacı Küresel Hegemonyanın Modern Tapınaklarında (Okullar ve Dijital Zindanlar) Tektipleştirilen /Hiçleştirilen Zihinler ve Bedenler Üzerine
Giriş:
Aydınlanma Öncesi ve Sonrası İnsanının Mankurtlaştırılma/ Köpekleştirilme ve Kimliksizleştirilme Yöntemlerine Dair Bazı Ön Tespitler
Aydınlanma düşüncesinin ortaya çıkardığı fikriyatın önemli keşiflere imza atmasının yanı sıra bağımlılarının da yeryüzünde pek çok kötülüğe sebep oldukları herkesin malumudur. Geneli itibari ile Aydınlanma fikriyatının kötücül olduğu, neredeyse her bir keşfinin insan ve yeryüzü için bir felaket sebebi olduğunu, insan ve varlık tasavvurunun insanı, aydınlatma adına kimliksizleştirdiğini, nesneleştirdiğini, kadim toplumları/ toplulukları yok ettiğini, birkaç milyon “seçkin” insan için yeni bir dünya cenneti kurma adına yeryüzünü ifsat ve talan ederek, Kurani ifade ile “ekini ve nesli helak ederek” onu geri kalanın cehennemi haline getirdiğini, bozgunculuğunun ve zulmünün sınırsızlığını yaşayarak öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz. Üstelik bu sürecin, son üç yüzyıldır, tarihte hiç olmadığı kadar ve geri dönülemez bir şekilde her gün yeniden, yeniden yaşandığını da…
Bu fikriyatın kötücülüğünün temelini de “hakikatin” içinin boşaltılarak, aşkın olanın dışlanarak ve sadece maddi olay ve olgularla sınırlandırılarak yeniden tanımlanmış olması gelmektedir ki Aydınlanma insanın işlediği tüm kötülüklerinin temelinde bu tanımlama yatmaktadır. Aynı zamanda bu tekçi somut hakikat iddiası Batılı Aydınlanmacı insanının tekelinde ve sadece onunla ilişkili olarak, nalıncı keseri misali, her şeyi bu insana yontan bir hakikat şeklidir. Üç yüz yıldır yeryüzünü böyle bir hakikat tasavvuru iddiası ile ifsat ettiler ve hala da ediyorlar. Öyle ki yeryüzüne ve sakinlerine olmuş ve olabilecek acıların, yoklukların, yoksunlukların en büyüğünü, en onulmazını yaşattılar, yani hem tür olarak insanı hem de hava, su, toprak ve her bir canlısıyla bir bütün olarak dünyayı yok oluşun eşiğine getirdiler; fiilen, fikren, maddeten, manen, fiziken…
Şimdi de olanı ve olacağı yeni piyasaya sürdükleri “Post-Truth” ifadesini merkeze alarak, günahlarının üzerine bir şal örtercesine tanımlamaya, anlamaya ve yorumlamaya başladılar. Bunu hakikat tekelciliğini kimseye bırakmadan, “hakikati” hâlâ Aydınlanma ile Batı Modernizm’i ile sınırlayarak, güya yeniden tanımlayarak yaptılar.
Çünkü bu “Post-Truth” ifadesini “hakikat sonrası”, “hakikatin yitimi” gibi bir anlamda kullanıyorlar; bu tutum da üç yüz yıllık Aydınlanma/ modernizm döneminin” ve bu dönemin çıktılarının tek gerçeklik”, “tek hakikat” olarak görüldüğünü ortaya koyuyor; gelinen duruma ağıt mı yakıyorlar, yaşananlardan nedamet mi duyuyorlar pek belli değil. Aslında gelinen noktayı “hakikatin aşılması/aşınması/ ölümü” olarak anlamak sanki daha doğru gibi. Ama unutmamak gerekir ki, aşınan da, aşılan da, kaybolan da hatta ölen de Aydınlanmanın hakikatidir.
Ancak bu hakikat sonrasının gerçekliği Aydınlanma insanının kıyameti olacak gibi ve görünen o ki Aydınlanma insanı kendisi ile birlikte tüm insanlığı aynı boşluğa/ yok oluşa çekmektedir.
Peki, Aydınlanmacı düşünce ve Aydınlanmacı insan bu noktaya nasıl geldi ve nasıl oldu da tüm yeryüzünü bu fikriyatın bir tarlası ve onun tüm akıllı ve sorumluluk sahibi sakinlerini sormayan, soramayan, sorgulamayan, sadece görüntünün ve hayvani şehvetin/hazzın peşinden koşan (elbette akletmeyen ve kimseye karşı sorumluluk duygusu da taşımayan) birer nesneler/varlıklar haline getirdi. Yani bu fikriyat ve bu fikriyatını kurulu düzeni, Aydınlanma öncesi insanını ne yaptı da, ne tür bir illüzyon kullandı da Aydınlanma insanına dönüştürdü. Bu durumu, sadece Aydınlanma öncesi insanının zaaf ve yetersizlikleri ve hatta “cehaletiyle”, “hurafeciliğiyle” açıklamak ne kadar mümkün ve gerçekçi? Öyle olsa bile Yüzbinlerce yıldır bu “hurafeleriyle” yaşaya gelen ve bu güne kadar hiçbir gücün, etkinin, etkenin, dinin, felsefenin değiştiremediği bu insanı ne oldu da Aydınlanmacı fikriyat yani Batılı Modernist düşünce, hatta daha açık söyleyelim şimdi aşıldığı/ öldüğü iddia edilen Aydınlanmacı düşüncenin “somutçu hakikati” merkeze alan anlayış nasıl değiştirip dönüştürdü? Bu makale bir bütün olarak bunu açıklamayı amaçlıyor.
Bu elbette kolay olmadı ama oldu. İnsanlık bunun için çok bedel ödedi. Pek çok soykırım yaşandı. Pek çok coğrafyada pek çok toplum, din, inanç ve kültür tarihten silindi, yüz milyonlarca (yoksa milyarlarla mı ifade etsek) insan katledildi; soykırımın, zulmün binlerce tonu yaşandı, bunun için pek çok araç kullanıldı, yol denendi; en adisinden en göz alıcısına kadar. Ama bunların içinde bir tanesi var ki kılıçtan da, fitneden de, havucun en cazibelisinden de, zindanın, işkencenin en korkuncundan da, bombanın en öldürücüsünden ve acı vereninde de daha etkiliydi: Bu, günümüzde her birimizin olmazsa olmazı haline gelen/ getirilen, yokluğunu hayal edemediğimiz ”eğitim”dir, yani Aydınlanmacı Eğitim Sistemidir.
Bu Aydınlanmacı eğitim sisteminin ne olduğunu, muhataplarını/yaşça küçük-büyük bütün öğrencilerini, kurdun, köpeğe dönüştürülmesi efsanedekine benzer şekilde nasıl bir “mankurt” haline getirdiğini (ki bu hacimli bir kitabın konusudur), özet bir şekilde kısa başlıklarla ortaya koymaya çalışacağız. Ama önce bu Aydınlanmacı eğitimin, “eğitim kurumu” denilen “okulların” ve eş zamanlı olarak diğer aparatların tezgâhından geçen ürünlerine bir göz atmamız gerekiyor. Bu ürün, topluluğu ortadan kaldırılmış, aidiyeti, asabiyesi kazınmış, tek başına bırakılmış birey olduğu iddia edilen “Aydınlanmacı insan”dır. Bunu da Aydınlanma öncesi ve sonrası insanını karşılaştırarak yapmaya çalışacağız.
Aydınlanma Öncesi ve Sonrası İnsanın En Karakteristik özellikleri
Aydınlanma öncesi insanının duygu ve düşüncesinin merkezinde bir “aşkın varlık”, bir “tanrı” olgusu/ gerçekliği bulunur ve her bir yapıp ettiğinde bu “aşkın varlık” tasavvurunun bir yansıması kendisini gösterir. Bu aşkın varlığın/ tanrının adı ne olursa olsun, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, onunla ilişki düzeyi hangi seviyede tecelli ederse etsin; ister samimi bir inanan/ koyu bir dindar, isterse silik/ fulü bir tanrı anlayışının sahibi olarak onu “zor” günlerinde hatırlayan bir vurdumduymaz biri olsun, fark etmez; bu aşkın varlık/ tanrı tasavvuru her zaman ve zeminde onun anlayışında, yaşayışında, söz ve davranışlarında merkezi bir konuma sahiptir.
Bu merkeziliğin en görünür şekli dil ve lügatte ortaya çıkar. Çünkü insan hangi etnik kökene ve dine sahip olursa olsun, yeryüzünün hangi coğrafyasında ve hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın kullandığı dil, bir “din dili”dir ve bu dilin merkezinde de aşkın, yaratıcı bir tanrı anlayışı vardır. Aşkın varlık/tanrı anlayışı Aydınlanma öncesi insanının dilinin her yanına sirayet etmiştir ve her bir iş ve oluşunda, her bir konuşmasında, ifade biçiminde, kelimelerinde, kavramlarında, dilin her bir özelliğinde, hatta hayal ve tasavvurunda “tanrı” imajı her zaman öne çıkar. Aynı şekilde bu insanın içinde yaşadığı kültürün her bir yanı, her bir duvarı da bu din dili ile örülmüştür ve bu durum, onun hayatının merkezi noktasını oluşturduğu evrensel veya yerel bir dinin önemli bir ayağını oluşturur. Dil, Tanrının insana seslendiği ve içinde kendisini yeniden, yeniden var ettiği yegâne imkândır, din ise Tanrının, içinde tezahür ettiği/yaşadığı yegâne mekân ve kurumdur; din ve dil birbirini tamamlayarak onun “hakikatini” oluşturur.
Bu açıdan Aydınlanma öncesi insanı ister sahici bir dindar, isterse göz boyayıcı bir günahkâr olsun, onun hayatının merkezinde bu aşkın tanrı tasavvurunun bir yansıması/ gereği olarak bir “mabet” bulunur; çünkü “tapınma” bu insanın en karakteristik özelliğini oluşturur.
Yine ister samimim bir dindar isterse inancı pamuk ipliğine bağlı birisi olsun, din, dini kurallar, dini söylem ve dini ritüeller onun davranışlarını, yapıp etmelerini yönlendiren en temel araçtır. Örneğin “yemin” ve “hesap verme/ verebilme” anlayışı günlük hayatına da doğrudan etki eder.
Aydınlanma öncesinde, devlet/iktidar, dini kurumlar, mal-mülk hırsı, sıkıntı, yoksulluk vs. pek çok sorun vardır. Örneğin din veya devlet adamları, tanrı adına konuşarak “kutsal metinleri, diledikleri gibi konuşturarak, insanları/ toplumları etkileri altına almışlar, onların akıllarının örtülmesine, kalplerinin katılaşmasına, duygularının körelmesine, sorumluluklarının, adalet duygularının zayıflamasına, hatta ortadan kalkmasına neden olmuş olabilirler ki genellikle böyledir. Ancak tüm bunlar hiçbir zaman küresel ölçekte bir kötülük olarak gerçekleşmez, aynı anda bir bütün olarak tüm insanlığı etkileyemezler, onları raptu-zapt altına alamazlar, tüm bir yeryüzünü bir cezaevine dönüştüremedikleri gibi aklıselim ve sorumluluk sahibi önder ve sıradan insanların ortaya çıkıp yeni başlangıçlar ortaya koymasına da engel olamazlar ve olamamışlardır da. Dahası Aydınlanma döneminde olduğu gibi küresel bir sistem de kuramamışlardır. Dolayısıyla her zaman ve coğrafyada kurulu düzenlerin ve hâkim anlayışların dışına çıkıp oralardan konuşmak hatta “hicret” olgusu gereği iktidarın elinin yetmediği bir yer bulabilme imkânları her zaman mümkün olmuştur.
Aydınlanma öncesi insanı, toplumu ve onu var eden değer ve yapılar için daha pek çok şey söylenebilir. Ama bu makale çerçevesinde muradımızı anlatmak için bunlar yeterlidir. Ve bu anlattıklarımızın hiç birisi hangi etnik kökene dini inanca ve coğrafyaya ait olurlarsa olsunlar Aydınlanma sonrası insanında (biz bu insana Aydınlanma insanı diyoruz) mevcut değildir.
Aydınlanma sürecinde de devasa boyutta mabetlerin, katedrallerin, tapınakların inşa edilmiş ve ediliyor olması, bunların içinin “inananlarınca” tıka basa dolu olması, hem bu mekanların Aydınlanma öncesi mabetleri ile aynı şeyler olduğu anlamına gelmez hem de bu mekanların içini dolduran insanların bu tutumları onları Aydınlanma öncesi insanı kılmaz. Çünkü bu insanların nazarında bu mekânlar ve bu mekânlarda gerçekleştirdikleri ritüeller küçük bir ayrıntıdan, sıradan bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Bu mekânlardaki “ayinler” bir modern zaman kutsamasıdır, hatta doğrudan modernizmin kutsanmasıdır. Zaten küresel anlayış ve yaşayış içerisinde bu yapı ve kurumların bugünkü anlam ve işlevi Aydınlanma öncesi anlam işlevlerinden de oldukça çok farklıdır.
Aydınlanma insanın özelliklerini bu dergideki pek çok makalemde doğrudan ve dolaylı olarak pek çok kere ifade ettiğim için[1] burada onların karakteri haline gelen iki örnekle yetineceğim; Modernizm ve seküler dil…
Modernizm dediğimiz şey; Aydınlanma düşüncesinin/ fikriyatının kendisinde hayat bulduğu, pratize edildiği şeyin adıdır ve bu “şey” bugün itibari ile altı yüz yıllık bir geçmişe sahiptir: ilk üç yüz yılı hazırlık ve oluşum dönemi, son üç yüzyıllık süreç ise uygulama dönemidir. Bu altı yüz yıl, insanlık tarihinin en kirli, en karanlık, en kötücül dönemidir. İnsanoğlu, bu dönemde, bilim, teknik, teknolojik ve askeri olarak tarihinin en zirve noktasındadır; elinden ne uçan ne kaçan ne su, taş ve toprak ne de insan kurtulabilmiştir/ emin olabilmiştir.
Öyle ki yüzlerce kadim toplum/ topluluk, din, kültür, gelenek, bu modern insanın eliyle, ürettiği teknik ve teknolojiyle (ve elbette sahip olduğu üstenci zihinsel kodlarının yönlendirmesiyle) tarih sahnesinden silinmişlerdir ve üstelik bu kötücül süreç hala devam etmektedir. Silah ve teknoloji bu kötücül sürecin bir ayağı ise diğer ayağı da küresel eğitimdir. Bugün soykırımlar silahlardan çok eğitim yoluyla, yediden yetmişe her bir bireyi içine alarak hem mekanik/okul merkezli hem de dijital eğitim ile ve bir bütün olarak yeniden inşa edilen “modern çevre” surları içerisinde yapılmaktadır. Eğitim, modernizmin üzerine oturduğu ve Aydınlanma insanını yeniden, yeniden var ettiği en önemli aracıdır, hatta varlık sebebidir. Sonraki bölümde bunları detaylandıracağız…
Modernizm, Aydınlanma insanının varlık, bilgi, evren, mekân/şehir ve insan tasavvurunun ete kemiğe dönüşmesinin adıdır; yaşadığı hayattır, hayatını yaşadığı şehir ve çevredir, ulaşımdan tarım ve gıdaya, silahtan/ savunmadan çarşı ve pazarlara, eğitimden eğlenceye, teknik, teknolojik ve bilişimden her tür medyaya, şehir mimarisine kadar bütün üretim ve tüketim araç ve mekanizmalardır. “Modern insan”, “modern toplum”, “modern hayat”, “modern tarım”, “modern ordu” vs. tabirleri herkesin aşina oldukları ve ne anlama geldiğini bildikleri ifadelerdir. Modernizmin en temel özelliği, aşkın olandan hiçbir iz taşımıyor olmasıdır; dindışılık onun alameti farikasıdır.
Bugün, yeryüzünün en ücra köşeleri, çöller, “vahşi” ormanlar, geçit vermez dağ ve vadiler, okyanus ortasındaki santimetrelik adalar bile modernizmin kıskacındadır.
“Seküler dil” meselesine gelince… İnsan, tasavvurunun/ tasavvurlarının eseridir. Dil bu tasavvurları hem var eden, bir şekle varlığa dönüştüren hem de açık eden, dışa vuran “şey”dir. Yani dil, insanın hafızası/ zihni, kalbi/duyguları ve bunların dışa vurumudur; söze/ sese ve kelimeye dönüşümüdür. Aydınlanma insanı ve tasavvuru ile Aydınlanma öncesi insanı ve tasavvurunu en açık eden şey kullandığı dildir; Aydınlanma öncesi insan, “din dilinde”, Aydınlanma insanı ise “seküler dilde”konuşur.
“Seküler dil”, merkezinde “Tanrı” olmayan, “aşkın”ı bulunmayan, insan merkezli bir dildir ve sözlü kültürü yadsıyan ancak dijital olana da imkân tanıyan bir karaktere sahiptir; içinde doğduğu ve doğumuna aracılık ettiği tasavvurun yapısı gereği kendisini somut olan ile sınırlandırır. Yani bu dil aşkın olanı ifade etmeye uygun değildir, zaten doğası gereği böyle bir şeye ihtiyaç duymaz.
O, soyut ifadeleri ya dışlar ya soyut olanı, duyulara, duygulara indirgeyerek çoğu zaman somut içinde eritir, yok eder ya da soyut ve aşkın olanı “metafizik” gibi isimlendirmelerle ötekileştirerek hayatın dışına iter, en fazla, ne yaparsa yapsın aşkın olanla baş edemediği, onu tüketemediği için onu bir kenarda tutar.
[1] Yetkin Düşünce Dergisi; sayı: 25, s.29-33, sayı:23, s.99-103,
Devam edecek...
HOCAM ŞEYHO DUMAN-CELAL SANCAR
06.12.2024
HTŞ’ye Humus yolu açıldı
06.12.2024
Hocam Şeyho Duman|Talip Özçelik
09.12.2024
ALİYA’DA HUKUK VE DÜZEN / Muharrem BALCI
11.11.2024
Hamza ER'le Derkenar..
11.11.2024
Taassup | Ümit Aktaş
12.11.2024
Yemen’den İsrailli kimya devine büyük darbe
15.11.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM ESRA DURU 06.12.2024
Suriye'de Neler Oluyor? YUSUF YAVUZYILMAZ 08.12.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
ÇAĞDAŞ HAÇLI SAVAŞLARININ YÖNTEMLERİ AYTEN DURMUŞ 13.11.2024
KUR’AN’A GÖRE HZ. PEYGAMBER YUSUF YAVUZYILMAZ 17.11.2024