Kâinattaki her varlık oluş ve bozuluş kanununa tabidir. İnsanlık tarihinde teşekkül etmiş ilimlerde bu kanundan müstağni değildir. İbni Haldun mukaddime adlı eserinde bu oluştan ve bozuluşa doğru giden sürecinin dört nesil içerisinde gerçekleşeceğinden bahseder. Kurucu kuşak ile başlayan ilimlerin teşekkülü ardından yapılması gerekenleri yapan kuşak. Mukallit (taklitçi) kuşak ve yıkıcı kuşak olarak nihayete erer.
Askeri ve siyasi olaylara odaklanmış bir İslam Tarihi okuması, özellikle İslami İlimlerin teşekkülü esnasında geçirdiği aşamaları, yaşadığı kırılmaları ve karşılaştığı krizleri fark etmemiz noktasında engel oluşturuyor.
Aynı zamanda İslami ilimlerin teşekkülü, siyaset ve askeri konuların gölgesinde kaldığı için İslam’ı bir entelektüel hareket bir düşünce hareketi olarak konuşamıyoruz.
Hicaz sonrası dönem, İslam Tarihinde Müslümanların farklı kültürler, inançlar ve düşünceler karşısındaki mücadelesini ifade eder. Bu süreçte esas sorun şekil değişirken ilkelerin nasıl korunacağı sorunuydu. Bu dönemin ele alınıp incelenmesinin önemi, bu süreçte İslam’ın yeni şehre karşı oluşan mücadelesinde yaşadığı krizler anlaşılmadan modern dünyada düşünce üretmek zor gibi görünüyor. Bunu söylemekteki niyet geçmişi ve geçmişin aklını bugünün kadısı kılmak ve geçmişte üretilen bilgilerin yaşadığımız çağın sorunlarını çözmesini beklemek değil, zamanın derinliği içerisinden bize perspektif sağlayabilecek malzemelerden istifade etmektir. En nihayetinde her nesil kendi problemleriyle yüzleşmek zorundadır.
İslam’ın doğuşundan kısa bir süre sonra başlayan fütuhat hareketleri sonucu Müslümanların Doğu Akdeniz’e gittiklerinde Hicaz’a oranla, daha gelişmiş farklı düşünce, inanç ve kültürlere mensup toplumlarla karşılaştılar. Doğusunda zengin bir tarihe ve kültüre sahip Hindistan, diğer tarafında Greko-Roma Latin uygarlığın teşekkül ettiği Akdeniz, Arami geleneklerin izlerini taşıyan Mısır ve doğu ile batı arasında irtibat noktası hâline gelen İran ile dünya bir bütünlük teşkil ediyordu.
İslamın en önemli ilkesi tevhit ilkesidir. Bilindigi üzere bir din olarak hristiyanlığı hristinyanlık kılan şeý teslistir. Bütün teoloji, şiir, sanat teslis üzerine kuruludur. Yahudulik inancinda da bütün mesele seçilmişlik üzerine kurulmuştur. Seçilmişlik yahudi inancından çıkartıldığında bütün hikaye sona erer. Bu anlamda İslam tevhidi Aklın ilkesi kılan tek dindir. Tevhit ilk bakışta gayet basit ve anlaşılır gibi gelen bir meseledir. Gerçekte ise tevhidin anlaşılması tüm İslam mirasının anlaşılması demektir. Müslümanlar Hicaz’da iken, tevhit ilkesini kabaca putperestliği reddetmek ve Allah’ı birlemek olarak anladılar. Pek çok Müslümanın idrakinde tevhit birlik olarak kaldı.
Ancak Müslümanlar Hicaz sonrasında tevhidin birlik ile sınırlı bir şey olmadığını kısa zamanda anlayacaklardı. Daha doğrusu Allah’a bir demenin ne büyük sorunlarla yüzleşmek olduğunu Hicaz sonrası evresinde idrâk edeceklerdi. Doğu Akdeniz’e yerleşince, İslam mamur bir coğrafyaya yerleşmiş oldu. Burası kelimenin teknik anlamıyla “ümmî olmayan” bir yerdi.
Şüphesiz bireysel anlamda ümmî olmak okur-yazarlıktan yoksun olmaktı. Sosyolojik olarak ümmîlik ise bilim ve düşünce geleneklerinden yoksun kalmaktı. Hz. Peygamber bireysel olarak ümmî, Hicaz ise sosyolojik olarak ümmî bir yerdi. İslam’ın Hicaz sonrasında ulaştığı yerler kelimenin bu anlamıyla ümmî olmayan yerlerdi. Burada hayat başka türlü yorumlanmış ve hemen her konuda büyük teoriler vardı. Zerdüştlük, Hristiyanlık, Mısır’daki çeşitli dinî gelenekler vs. pek çok felsefî ve dinî gelenek vardı. İslam bunlarla tevhit ilkesi üzerinden hesaplaştı. Şer (kötülük problemi) sorununu fark ettiler ve Zerdüşt teoriyle hesaplaştılar.
Artık tevhidi savunmak, düalist evren görüşüne karşı iyinin ve kötünün kaynağı olarak Allah’ı görmek demekti. Hristiyanlığı tanıdılar –ki bu Hristiyanlık Hicaz’dakinden daha karmaşıktı- ve artık tevhit Tanrı-Âlem ilişkisini teslis ile çözmemek demek olacaktı. Felsefi inançlarla karşılaştılar; deizmi reddetmeyi, tevhidi savunmak olarak gördüler. Kısacası İslam, Hicaz sonrasında, tevhidi dinî ve felsefî inançlara karşı savunurken kendi dünya algısını insanlık için bir çare olarak ortaya koydu.
Tevhit ilkesi önce yeterli ve mükemmel bir Tanrı anlayışı demekti. Bu sayede Tanrı ile insan arasındaki aracı varlıklar reddedildi, dinamik bir âlem yorumu ortaya çıktı. Kötümser teoriler çökertildi, ruh beden karşıtlığı, Âdem-Havva kavgası bitirildi. İnsanlık bedeniyle, dünyayla, hemcinsiyle barıştı. Bunlar tevhit ilkesinin istilzam ettiği durumlardı. Bu açıdan İslam’ın tarihi, tevhidin farklı inançlara karşı savunulması tarihi olarak görülebilir.
Konuyla ilgili görüşlerimizi diğer makalelerimizde ifade etmeye çalışacağız
Hürmet ve Muhabbetle
Yazarımız Osman Kayaer Emekli Oldu
18.10.2025
HAMAS Filistin'in İktidar Partisidir!
12.10.2025
Gazze’de Söz Kimin Olacak|Bekir Tank
13.10.2025
Surelerin Mesajları: ALAK SURESİ OSMAN KAYAER 04.11.2025
Darfur ve Kahreden Sessizlik! SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 04.11.2025
Ne Yapmalı? YUSUF YAVUZYILMAZ 09.11.2025
Atasoy Ağabey/Ak Saçlı Bilge TALİP ÖZÇELİK 15.10.2025
Cumhuriyet Sonrası İslamcılık YUSUF YAVUZYILMAZ 12.10.2025
Bir cami, bir imam ve cemaat OSMAN KAYAER 28.10.2025
küresel sumud deniz filosu ayı RESUL UZAR 12.10.2025