metrika yandex
  • $32.63
  • 35.2
  • GA17640

Haberler / Kültür - Sanat

ALİ ŞERİATİ - İslam’ ı Tanıma Metodu

22.09.2022

ALİ ŞERİATİ

İslam’ ı Tanıma Metodu

FECR YAYINLARI

Hazırlayan: Ali Dalaz-Mertcan Köle

 

     Ben işte tam da bu yüzden tarihi meseleleri anlamak için, tarihçinin sosyoloji bilmesi gerektiği gibi siyasete, siyasetin oyunlarına ve karmaşıklığına da aşina olması gerekir diyorum. Siyasi görüşü olmayan, siyasetin çok cepheli ve çok içerikli mücadeleleri ve keşmekeşleri içinde pişmeyen bir tarihçi, kendi hayatındaki pek çok karmaşık siyasi olayın farkına varamayacağı ve aldanacağı gibi, tarihi araştırmalarında da bu tür meselelerle karşılaştığında, olayların sadece dış yüzünü görecektir.

 

 (…) Cebele b. El- Eyhem İslam’ a girer. Bu haber Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle ağızdan ağıza yayılır. Çünkü Gassâniler her şeyden önce Hıristiyan idiler. İkinci olarak Romalılara komşu olduklarından, onların nüfuzu altında Batı imparatorluğunun büyük gücüne kolayca oyuncak oluyor ve İslam için tehlike teşkil ediyorlardı. Üçüncü olarak İslam’ ın ve Hicaz’ ın başkenti Medine’ den, Müslümanların ana egemenlik bölgesinden çok uzakta olduklarından, o gün için Müslümanların onlara ulaşması ve tasallut etmesi zor görünüyordu. Dördüncü olarakta Gassâni Araplarının ihtişamı, gücü ve serveti, Müslümanların yani Hicâz Araplarının gözüne o kadar parlak geliyordu ki bunlar kendilerini onlara karşı her zaman güçsüz ve hakir hissediyorlardı. Bu yüzden Gassânî emirinin İslam’ a girmesi Müslümanlar için büyük bir başarı olarak kabul ediliyordu. Medine Müslümanları, Cebele’ nin bu şehre geleceğini işittikleri gün, kadın erkek, büyük küçük herkes, kendisinin ve atalarının azameti ve ihtişamı hakkında hayret verici hikâyeler işittikleri bu emri kendi gözleriyle görmek ve seyretmek için evlerinden dışarı çıktılar.  Emir sanki Hicaz halkının işittiği o efsanelerin ve hikâyelerin gerçekliği kendi gözleriyle onlara göstermek istcesine Medine’ye girdi. Bu başarıdan dolayı başkalarından daha fazla heyecana kapılan Ömer de onu sıcak bir şekilde karşılayıp kabul etti. Ona ‘’ büyük bir muhacir2’ gibi saygı gösterdi. Aslında akla hayale sığmayacak kadar büyük olan küçük bir hadise, birdenbire her şeyi değiştirdi. Beni Fezâre kabilesinden adı sanı bilinmeyen bir adamın, özgür, bağımsız Roma ve İran medeniyetlerinin saraylarında yetişmiş kimselerin ‘’ savulun- çeilin’’ laflarından habersiz bir Arap Müslüman’ ın ayağı Emir’ in saltanat elbisesinin eteğine çarptı. Çarşı pazar halkına daima belli bir mesafeden daha fazla yaklaşmayan Emir öfkeye kapıldı. Ama o andaki ortam ve hava Emir’ i, bu tür suçluları çok zaman dillerini kafalarının arkasından çıkarma, derilerini yüzme, kazanda kaynatma, göze mil  çekme şeklinde gerçekleştirilen bir cezaya çarptırmaktan alıkoydu. Bu yüzden sadece kafasına bir yumruk vurmakla veya suratının ortasına bir tokat patlatmakla yetinerek öfkesini bastırdı. Allah’ tan başka kimseden korkmaması, O’ ndan başkasına teslim olmaması (islam) gerektiğini, hangi ada ve sana sahip olursa olsun herkesle eşit olduğunu daha yeni öğrenmiş bulunan o meçhul Müslüman, Emir’ in eline ayağına kapanmak, bin türlü özürler dilemek, dalkavuklukla, tatlı dille, yumuşak sözle, ağlaya sızlaya öfkesini yatıştırmak yerine, doğruca Ömer’ in yanına gidip kısas talep etti. Ömer, ya şikayetini geri alması yada (islam) kardeşini fidye ile razı etmesi için Gassâni padişahını yanına çağırdı. Eğer adam kısastan başka bir şeye razı olmazsa Emir’in kalabalık karşısında attığı dayak gibi dayak yemesi gerektiğini söylediç. Müslüman, kısastan başka bir şeye razı olmadı. Ömer de çaresiz padişahı hükmün infazı için hazırlanmaya mecbur etti. Böyle bir dinin, toplumun ve şehrin tahammül edilecek gibi olmadığını gören Cebele ertesi sabah kısasa hazır olmak üzere bir geceliğine Ömer’den mühlet istedi. Ömer’ de kabul etti. Emir, geceleyin Adnani Araplarının giriftar olduğu bu acayip dinli tuhaf şehri gizlice terk edip soluğu, medenî halkı, emirlerin şanına ve soy sop üstünlüğüne saygı gösteren, halktan birine tokat attı diye bir kavmin padişahına kısas uygulamayan Kostantiniye’ de aldı. Cebele hicretin 20. Ytılında orada öldü; böylece Gassânilerin tarihide onun ölümüyle birlikte son buldu.

(…) Zü- Nüvâs bir çukur kazdırarak içine kocaman bir ateş yaktırdı; Hıristiyanlıktan vazgeçip Yahudiliğe girmeyen herkesi o çukura attırdı. Bu çukurun içinde 20.000  adam yakıldı; bütün inciller ateşe verildi…

(…) Necrân, Arabistan Hıristitanlığın merkezi olmuş; buradaki Hıristiyanlar da Ya’ku’bî fırkasına tabi olmuşlardır. Eski Yemen- Hire yolu üzerinde bulunan bu şehir, Hıristiyanlık tarihinde iman uğruna can vermenin ve inanç yolunda en korkunç ölüğmlere kucak açmanın eşsiz benzersiz örneğine sahne olmuştur:’’ Ashab-ı Uhdûd ‘’( çukur halkı)

(…) Necrân kendine has bir sosyal teşkilata sahipti. Üç farklı kudret arasındaki güçler ayrılığı bu şehirde özel tarzda görülüyordu. ‘Seyyid’’ askeri işlerin ve dış ilişkilerin riyasetini uhdesinde bulunduruyor; ‘’akib’’ iç işlerini idare ediyor, ‘’iskaf’’ da şehrin dinî ve ruhanî  yöntemini elinde tutuyordu. Bu üç makam şehrin yönetimi konusunda birbiriyle meşveret hâlindetydiler.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Bunun en iyi örneği Edison’ dur. Aristronun üçünü kuşak öğrencilerinden bile daha az şuur sahibi olan, 2400 yıl boyunca Aristo mektebi ile sulanmış olan dâhiler topluluğu içinde onlardan daha çok tabiatı keşfetmiş ve endüstiriyel ürün vermiş olan Edison, irili ufaklı binden fazla buluşun patentini almıştır. Doğru düşünmek yürümek gibidir : Dada düşük bir hızla giden topal bir kimse, eğer doğru düzgün olan bir yolu seçerse, koşu şampiyonu olup taşlık ve eğri büğrü bir yolu seçen kişiden daha önce hedefine ulaşır. Bu koşu şampiyonu ne kadar hızlı koşarsa koşsun hedefine ulaşamaz, oysa yolu doğru seçen o topal  maksadına ulaşacaktır.

(…) Bundan dolayı, bu yönteme göre İslam’ ı tanımak için ilk önce Allah’ı tanımak/ bilmek zorunludur.

(…) İslam’ ı tanımak için ikinci aşama, bu dinin kitabını yani Kur’an’ı tanımaktır.

(…) İslam’ı tanımak için üçüncü yöntem Muhammed b. Abdullah’ ı (sav) bu dinin Peygamberi olarak tanımaktır.

(…) Dördüncü aşama, İslam peygamberinin nasıl zuhur ettiğini incelemektir. Acaba birdenbire mi ortaya çıkmıştır? Onu bekleyen birisi var olmuş mudur? Kendisi kendi zuhuru hakkında bilgi sahibi midir? Bi’ setin ne olduğunu biliyor muymuş? Yoksa ruhuna aniden gizli bir darbe inmiş veya düşüncesinde ilk başta katlanması kendisine zor gelen, olağandışı  bir akım meydana gelmiş de onun  konuşmasını ve şahsiyetini mi değiştirmiştir. Zuhuru sırasında nasıl bir tavır almış? Hangi sınıfa meyletmiş, hangi sınıfa karşı savaş açmış? Bütün bunlar, İslam peygamberini ve onun zuhurunun niteliğini tanıma konusunda bize yardımcı olacak meselelerdir.

(…) İslam’ ı tanımanın beşinci aşaması, insan inşa eden bu fabrikanın insanlığa, topluma ve tarihe sunduğu seçkin, aydınlık ve örnek ürünün tanınmasıdır. Din insan inşa eden bir fabrikasıdır.

(…) Bir toplumdaki herkes Hallac-ı Mansur yada İbn Sina gibi yetişecek olsa, o toplumun bedbahtlığına ve yok olmasına sebep olacaktır. Bundan dolayı konuşma dönemine son verip, herkes kendi şehrinin ve ailesinin ıslahı için eylem aşamasına geçmelidir.

(…) Ebuzer’i Sünnî kardeşlerimizden Cevdet es- Sehhar’ı anlatıp tanıtması bizim için utanç vericidir.

(…) Nasıl oluyor da tanıma ve konuşma aşamasının bitip eylem zamanının geldiğini iddia edebiliyoruz bilmiyorum!

(…) Çok konuştuk artık konuşmaya gerek yoktur demek çok acemice bir iddiadır . Oysa biz sadece çokça inledik. Bende öyle inanıyorum ki  dertten inlemeyi bir kenara bırakıp, dert hakkında, derde dair alimâne ve derinlemesine sözler söylemeliyiz. İnandığımız mektebin, amelimizin düşüncemizin ve ilimimizin temeli olmalıdır; biz Ali’ nin nasıl bir adam olduğunu tanımak zorundayız, Ebuzer’i Selman’ı, Peygamberin gerçek yararını ve Ali’ yi tanımak zorundayız.

(…) Bugün yapmamız gereken en büyük, acil ve hayati görevin derdi tanımak ve dert hakkında doğru dürüst, derinlemesine, alimâne konuşmak olduğuna inanıyorum.

(…) Ne istediğimizi bilmediğimizde, ne yapmamız gerektiğini bilemeyeceğimiz bellidir. İşte bu yüzden ilk görevimiz dinimizi ve mektebimizi tanımaktır ve biz bu yolda bu büyük dine mensup oluşumuzun üzerinden geçen yüzlerce yıllık tarihten sonra bile- halâ işe dinimizi tanımakla başlamak zorundayız.

(…) Dünyadaki medeniyetlerin hepsi, en yenisi olan Amerikan medeniyetinden iyice tanıdığımız en eski medeniyet olan Sümer’e kadar, hepsi bir hicretin ardından meydana gelmiştir. Yani bir bedevi kavim, kendi topraklarında kaldığı sürece bedevî olarak kalmış, hicret ettiği ve başka bir ülkeye yerleştiği dönemde de medeniyete ulaşmıştır. Bundan dolayı bütün medeniyetler bedevî kavimlerin hicretinin eseridir.

(…) ‘’Bu küçük el o büyük elin içine yerleştiğinde tarihin seyrini değiştirdi.’’

(…) Bu dinde rastlantının da hiçbir şekilde imkânı yoktur, çünkü bütün işler Allah’ın elindedir.

(…) Kur’an’dan çıkardığımız bir başka mesele şudur: Halk Kur’an’a muhatap olduğu, toplumdaki değişim ve dönüşümün ana ekseni olarak sorumluluk sahibi bulunduğu halde, ‘’şahsiyet, tesadüf ve sünnet/ gelenek’’ etkenlerinin de toplumun yazgısında etkili olduğu kabul edilmiştir.

(…) ‘’ Her nefis kendi kazandığının rehinidir’’ Yani her birisi kendi kaderini kendi elleriyle inşa etmektedir.

(…) İnsan eylemde ve işte özgür; özgürlüğünü uygulamakta ise mecburdur; kendi arzusuna doğru gitmek için bizzat kendisi tabiatta var olan yasaları takip eder.

(…) İslam’ da felsefi anlamıyla bir ‘’tesadüf’’ ün bulunmasıda mümkün değildir; çünkü Allah prensip olarak bütün işlere doğrudan ve sürekli olarak müdahale etmektedir. Tesadüfün mantıklı bir nedeni ve nihaî bir hedefi olmadığından, toplumda,  doğada ve hayatta var olmasıda imkânsızdır.

(…) Özet olarak toplumların kaderinde ‘’şahsiyet, tesadüf, sünnet ve ‘’nas’’ etkenleri etkilidir; ama İslam’ a göre bunların en etkilisi ‘’nas2’ ve ‘’sünnet’’ etkenleridir. Çünkü ‘’nâs’’ halkın iradesi, sünnet’ de toplumda var olan bilimsel yasalardır.

(…) İnsanın görünen ve açık boyutlarını inşa eden üçüncü etken mektep veya medresedir. Dördüncü etken ise çevre ve toplumdur. Çevre ne kadar güçlü ve geniş olursa inşa eğitimindeki etkisi o denli çok olur. Mesela çevrenin toplumsal etkisi köyde yaşayan biri üzerinde, çok büyük bir şehirde yaşayan birisine nispetle daha azdır.  İnsanı inşa eden eğitici unsurların beşincisi ‘’ milletin genel kültürü’’ veya dünyanın genel kültürüdür. Dolayısıyla bir kalıp oluşturulup insan ruhunu onun içine döken ve onu dışarı salan beş kalıp ve boyut mevcuttur. 

(…) Eğitim insan ruhlarına belirli hedefler için bilerek verilen özel  bir şekilden ibarettir.

(…) İnsan Mescid-i Nebi’nin bir köşesine oturdu mu, Peygamberin sistemi canlanıverir. Yeryüzündeki bunca muazzam imparatorluğu yerle bir eden, yakıp yıkan bu adam kimdir, nedir, necidir, cirmi ne kadardır! Oraya gitmiş olanlar ne mutlu ki bu zihinsel canlandırmayı hâlâ kafalarında kurabilirler.

Köhne Değerleri Yıkması ve Yeni Değerler İnşa Etmesi

(…)  O öylesine fevkalade muktedir ve şiddetli bir adamdır ki peygamber düşmanları bile ona küfretmek istediklerinde ‘’ O silahlı bir peygamberdir, dini de kılıç dinidir’’ derler. Dünyada böyle bir görünüme sahiptir. Hiçbir Romalı, Aramlı, Yunanlı, Aryalı general, tarihte bizim peygamberimiz kadar savaşmamıştır. Savaşın büyüklüğü önemli değil, önemli olan savaş işiyle meşgul olmak.

(…) Çok güzel muhteşem ölümler buldum hiç kuşkusuz  rahat ölmek gerektiğini bilenler nasıl yaşamak gerektiğini de biliyorlardı. Çünkü yaşamanın  sadece alıp vermek olmadığını bilen kimseler için ölmek de sadece son nefesi vermek değildir. Ölüm bizzat hayat kadar büyük iştir.’’ Herkes yaşadığı gibi ölür, var olduğu gibi ölür.

(…) Kaf Dağı varlık âleminin sınırıdır. Cabulsa  ve Cabulka Adaları varlığın kendisine çektiği en son noktalardır.

(…) Din ve aşkın, değişmez, niçinsiz ve nedensiz, determinist, kesin ve akla ve idrake uzak inanç ve uygulamalardan meydana gelen bir yapıdır.

(…) Batı, Orta Çağ’ ın kapalı duvarları içinde dünyanın merkezini Avrupa, dünyanın dinini Katolik mezhebi ve insanlığı da dik duran, geniş tırnaklı, çıplak derili ve kıllı, eve ve köye iki ayakla giden, beyaz yüzlü, kızıl saçlı, mavi gözlü hayvan olarak kabul eder. Geri kalanları ise esrarengiz, karaltılı mekânlarda ve tuhaf bir ülkede oturan, karanlıklşara dalmış Kâfiristan halkı kabul eder.

(…) Her medeniyetin çehresinin gerisinde hicret saklıdır. Kulak verdiğimiz her büyük toplum kendi tarih veya mitolojisinin diliyle hicreti anlatır. Bundan dolayı İslâm tarihinde, Kur’an’da ve peygamberin siyerinde hicret, genellikle gördüğünüz gibi bir olay değil, bilakis büyük bir sosyal ülkedir. Eğer İslâm2a dikkatle bakarsak, onu böyle göreceğiz.

(…) Evin, ailen, şehrin ve kavmin özgürlüğünün ve imanının olduğu yerdedir. Zulmün olduğu ve hakikatin esir düştüğü yerde kalma! Kara ve deniz geniştir; insan çoktur.

(…) Hicret basit bir iş değildir; hicret, her türlü bağı koparmaktır.  Her muhacir bağımsız bir iklimdir; ‘’ Kendisi için insan’’, kendinde insandır. Bir tarafta o ve imanı vardır, diğer tarafta onun dışında olan herşey, bütün dünya vardır.

Mescit

Peygamber burada bir mescit yapmalarını emretti. Bu ilk iştir. Yani  mescit, kurulan düzen yapısının ilk temel  taşıdır. Mescit, Allah’ ın evi ya da insanların evi olmuş, ne fark eder? İslam’ da ve Kur’an’da toplumdan, insan hayatından, halktan ve Tanrıdan bahseden her yer daima aynı manadadır. Ve aynı yerde kullanılır. Çünkü Tanrı ve halk kitlesi bir kutupta, aristokratlar diğer kutuptadır. Sadece mescit değil, aynı zamanda Kâbe de insanların evidir.

(…) ‘’ Vah Sümeyye’ nin oğlu, seni öldürenler bunlar değil; seni zalim bir topluluk öldürecektir.’’

(…) ‘’ Bunlardan Ammar’ a ne! O onları cennete, onlar ise onu ateşe çağırıyor. Ammar, iki gözüm ile burnum arasında bir deridir.’’  O İslam’ da ilk mescidi inşa eden kimselerdir. Kuba mescidinin yapılmasını o teklif etti ve Kuba mescidinde kullanılan taşları o topladı.  Temelini peygamber attığı için onun yapısını o tamamladı. Mescit işi bitince Peygamberin evinin inşaatı başladı. Onun emriyle evini sanki mescidin bir parçasıymış gibi mescidin yanına yaptılar. Yani bu rejimin önderi halkın evinde, yani Allah’ ın evinde oturur. Evin odalarının dışarıdan mescide açılmasını emretti.

(…) ‘’Bilgi benim sermayemdir. Akıl benim dinimin temelidir. Arkadaşlık benim çalışmamın esasıdır. Şevk benim yol alan atımdır. Onun hatırası benim munis gönlümdür.  Güven benim hazinemdir. Gam benim dostumdur. Bilgi benim silahımdır. Sabır benim elbisemdir. Rıza benim ganimetimdir. Fakirlik benim övüncümdür. Takva benim mesleğimdir. Kesinlik benim gücümdür. Doğruluk benim şefaatçimdir. İbadet benim yeterlik sermayemdir. Çalışma benim tabiatımdır. Namaz benim mutluluğumdur.’’

(…) Resulullah kul gibi oturur, kul gibi yer ve kul olduğunu bilirdi.

(…) ‘’ İslam’ın en iyi hükmü nedir?’’ diye sordular. Dedi ki: Tanıdığına ve tanımadığına selam vermen, olabildiğince herkese bir hurmanın yarısını ikram etmek şeklinde de olsa cehennem ateşinden korusun. Kendisine yazık etmesin. ‘’ İnsanların arasında İsa’nın diliyle  konuşuyordu: Birbirimizi her zaman seviniz. İslam sevgidir. İnsanlar Allah’ın ailesi ve namusudur. Hiçbir kimse  Allah’tan daha çok namusuna düşkün değildir. Beni Hıristiyanlar gibi övmeyin ve dalkavukluk yapmayın. Beni sadece Allah’ın kulu ve elçisi olarak kabul edin’’

(…) Peygamber Allah’ın elçisi ve risaletini uygulamakla görevli olmasına rağmen doğru düşünceli beşer bir düşünür gibi davranır. O, her sosyal faaliyeti başlatmak ve köklü bir siyasî, itikadî, sosyal ve ahlaki bir devrime el atmak için önce faaliyetb alanı olan toplumu tanıması ve çalışmasını mevcut gerçekler ve toplumun psikolojik, iktisadi ve siyasi şartları temelinde başlatması gerektiğini bilmektedir.

(…) Peygamber görevine başladı. Ferdi mücadele dönemi bitmiştir. Öğretisinin ilk öğencilerini etrafında gördüğü ve sosyal mücadele için bir üs elde  ettiği bu günlerde işe başlanması gerekir.

(…) İlk iş, Yesrib toplumu için kendi öğretisine dayalı olarak sosyal sınırların, toplumun fertlerinin, gruplarının, sınıflarının ve azınlıkların haklarının ve istikrara kavuşmuş olan hükümetin iç ve dış politikasının belirleneceği temel bir genelge oluşturulmasıdır:

(…) Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla: Bu Muhammed’ den Kureyş ve Yesrib mü’ minleri ve Müslümanları ile onların yolundan giden, onlara bağlanan ve onlarla birlikte cihat eden kimseler arasında bir yazıdır. Onlar diğer halkların karşısında birleşik bir ümmettir. Kureyş Muhacirleri, üzerinde bulundukları şeye göre birbirlerine diyet öderler; kendi esirlerine örf ve adalete uyarak

mü ’minler arasında fidye verirler. Avfoğulları kabilesi, üzerinde bulundukları şeye göre kendipeşin diyetlerini öderler. Her topluluk, kendi esirine örf ve adalet uyarınca mü’ minler arasında fidye verecektir…. Borçlu mü’ minler, aile sahibini kendi aralarında fidye veya diyetini örfe göre ödemeksizin teslim etmeyeceklerdir. Hiçbir mü’ min diğer mü’ minin azatlı kölesi ile o olmadan sözleşme yapamaz. Muttaki mü’ minler, kendi içlerindeki zulmeden ya da zulüm, tecavüz veya fesada teşebbüs eden kimseye karşı bu kişi onlardan birinin çocuğu olsa bile topluca işbirliği yapacaklardır. Hiçbir mü’ min bir mü’ mini kafir karşılığında öldüremez ve kafiri de mü’mine karşı destekleyemez.

(…) herkesin komşusu kendisi gibidir. Kötü dilli ve kötü davranışlı kimse onunla uyumlu değildir. Kureyş ve yardımcılarına sığınma verilmez. Bu sözleşmeyi imzalayanlar, Yesrib’e saldıran kimseye karşı işbirliği yaparlar. Eğer onları barışa davet ettilerse mü’minlerin her birinin din hakkına savaşan kimse kendi payına kabul etmesi gerekir. Evs Yahudileri ve onların köleleri bu sözleşmeyi imzalayanların haklarından faydalanırlar ve ona iyi davranılır. İyilik ile kötülük bir değildir. Hiç kimse Allah’ tan başkası için savaşmaz. Allah’ ın bu sözleşmenin en doğru ve en iyi bölümü ile ortak bir hikayesi vardır.  Bu sözleşme, hiçbir suçluyu  ve zalimi himaye etmez. Zalim ve suçlu olmadıkça Mediine’yi terk eden güvendedir. Allah iyilik yapanların ve sakınanların sığınağındadır.

(…) Herkese tereddüt ve korku egemen olmuştu. Peygambere yazılması önerildi. Şiir ve kılıç adamı Abdullah b. Revaha ayağa kalktı ve şiirin güzellik ve fesahatına, imanın güç ve hararetine sahip sözlerle mücahitler şöyle hitap etti: ‘’Ey kavim! Şimdi kötü saydığımız şey, uğrunda dışarı çıktığımız şeyin aynısıdır. O şehadet sebebidir. Biz düşmanla çokluk, sayı ve kudret bakımından savaşmıyoruz. Haydi bakalım, iki serencamdan biri iyi olacaktır: Zafer veya şehadet.’’ Abdullah’ın sözü o kadar etkili oldu ki hemen savaşa kalktılar.

(…) Muhammed konuşmak istiyor, kalpler çarpıyor. Askeri ve sivil, kadın, erkek, küçük, büyük, düşman, dost  on binlerce kişi, gözlerini onun dudaklarına dikmiş; sakin ve sessiz bir şekilde sanki her birinin başına bir kuş konmuştur. Peygamber konuşmaya başladı. Ve sonra Kureyş’e hitap etti: ‘’Ey Kureyş topluluğu, benim sizin hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?’’ Dediler’ ki: ‘’ İyilik! Ulu bir kardeşlik ve büyük bir kardeş evladı tavrı. ‘’ Dedi’ ki: ‘’Gidiniz, özgürsünüz!’’

(…) Müslümanların bu yılki başarılarından biri, Peygamberin Medine’ ye  girişinden  beri nifak ve fesattan bir an geri durmamış olan tehlikeli unsur ve münafık Abdullah b. Übey’ in ölümüdür. Ama Muhammed onunla her zaman iyi geçindi, bu siyasetiyle onu kavmi içinde yalnızlaştırdı ve onun sosyal konumunu zayıflattı. Peygamber, Abdullah’ ın cenaze namazını kıldı ve defin törenine katıldı.

(…) Peygamberin biricik oğlu İbrahim’ in ölümü de bu yıl vuku buldu. Bu olay Peygamberi çok üzdü. Bu sırada Güneş tutuldu. Müslümanlar, Güneşin Peygamberin üzüntüsü sebebiyle tutulduğunu söylediler. Peygamber bunu yalanladı ve dedi ki: "Güneş ve Ay Allah’ ın ayetlerindendir. Ve hiç kimsenin ölümünden dolayı tutulmazlar. Güneş veya Ayın tutulduğunu gördüğünüzde zikredin ve namaz kılın.’’

(…) Peygamberin hayatının son yılında bütün yarımadada İslam’ ın  siyasi ve manevi hükümetinin yerleşmesi arzusu gerçekleşiyor.

 

Muhammed Ölüyor

(…) Ölüm de bizzat bir sanattır. Her sanat gibi onu da öğrenmek gerekir. Piyes çok güzel ve derindir; hayatın en çok seyredilmeye değer sahnesidir. Güzel ölen insan sayısı çok azdır. Ben uzun süredir tarihte iyi ölen insanları bulmak için dolaşıyorum. Çok güzel ve görkemli ölmeler buldum. Şüphesiz nasıl ölünmesi gerektiğini bilen kimseler, nasıl yaşanması gerektiğini de biliyorlardı. Çünkü yaşamayı sadece nefes almak olarak görmeyen kimseler için can vermek de sadece nefes almamak değildir. Bizzat yaşamak gibi büyük bir faaliyettir.

(…) İnsan yaşadığı gibi ölür, olduğu gibi ölür. En meşhur ölümlerden biri, yiğit Roma imparatoru Vespasiano’ ya aittir O, yatağa düşmüş, can çekişiyordu. Subayları yastığının başında durmuşalardı. Ölümün boğazına kadar  çıktığını  anlayınca birden yerinden fırlayıp bağırdı:

‘’Bu imparator ayakta ölmelidir.’’

Sonra subayların kucağında can verdi.

Çok görkemlidir. Ama bazı gözler, iri gözlere görünmeyen çok derin ve zarif güzellikleri ve ihtişamları görürler.

(…) Beşerin kendi hayat ve toplumunun yüzüne kapandığı bütün o sayısız renk, belirti, süs, bezek, tanım ve tasvirlerden bir işaret yoktur. Bütün renkler birdir: beyaz. Bütün elbiseler iki tanedir: Biri omza atılan kumaş, diğeri bele bağlanan kumaş. Burada insan hayatının renksiz güzellik gösterisi; toplumun eşitlik gösterisi vardır. Hiç kimseyi diğerinden ayırmamak gerekir. Bu iki parça üzerinde dikiş haramdır. Öyle ki yok her alamete kapalıdır. Burada herkes ‘’insan’’ dır; başka hiçbir şey değildir. Renk, alamet ve sıfatları Zülhuleyfe’ de dökmüşlerdir.

(…) Muhammed gider, aynı renk ve giysideki 100.000’ den fazla Müslüman da onunla birlikte giderler. Dünya şaşkınlıkla bakar! Tarih; saraylaın hizmetçi çocuğu bu yaşlı köle, firavun, kisra ve maçı meddahı, savaş ve içki meclisinin uzun ömründe sokağa ayak basmamış ve fakirlik, acı ve zulüm kurbanlarına başvurmamış ücretli ve hil’ at alan nakilcisi şaşkın bakar.

(…) Hayret! Bu nasıl bir ordudur? Çıplak komutan, çıplak ordu

(…) Muhammed, İbrahim’ in insanlık tarihinin büyük put kırıcısının makamında ilginç ve takat kesen çalışmanın meyvesini hayatının son günlerinde Allah’ a arz etmeye; onun huzurunda insanlardan kendisinin görevini yerine getirme konusunda hiçbir gayreti esirgemediğine şahitlik etmelerini istemeye; İbrahim’ e dünyada başlattığı işi buraya kadar  getirdiğini ve böylece tamamladığını göstermeye; yarının tarihine ümmetin bu olduğunu, öğretmeye ve nihayet son defa insanlarla konuşmaya, onları görmeye ve hepsine veda etmeye gelmiştir. İnsanlar da sürekli olarak çölün son peygamberine veda etmeye gelmişlerdir. Her zaman çölün kalbinden çıkmış, paranın ve gücün efendilerine karşı ayaklanmış olan bu gönderilmiş çobanların hikayesi sona erer.

(…) Tarih, o aristokrat oğlan, yine hayrete düştü. Yani ne? Bu kralın yüz küsur bin hizmetçisi vardır. Hata yapanları niçin cezalandırmıyor? Cellât nerede? Niçin katliam emri vermiyor.

(…) Bu kral nasıl hüküm sürüyor? Bu kralı ne tutmuştur? İpek ve safrandan başkasıyla memleket tutulabilir mi?

(…) Bu büyük kervanın dizginini ondan sonra kim eline alacaktır? Acaba peygamberin bu soruya cevap vermesi gerekir mi? Acaba onun burada hiçbir sorumluluğu yok mudur? Acaba o günün Arap halkı, böyle bir sorumluluğu toplumun önderlerinden, aynı zamanda bu toplumun mütefekkir ve öğreti sahibide olan bir önderden tam olarak soyutlayacak siyasi olgunluk merhalesine ulaşmış mıdır?

(…) Duygu her zaman inançtan geç değişir.

(…) Siyasi ve sosyal sorumluluk, tehlike doludur ve böyle bir ruha sahip olmak uyumlu olmaktan daha önemlidir.

(…) Ama o çok layık ve ciddi bir uygulayıcı olduğu ölçüde mucit ve müçtehit değildir. Güçlü bir ruhu vardı; ama fikri yüzeyseldi.

(…) İslam ümmetinin liderliği ve özellikle Peygamberin halifeliği sadece icraî ve siyasî bir sorumluluk değildir. İslamda’ki halife, günümüz rejimlerinde bir cumhuriyet hükümetindeki devlet başkanıyla karşılaştırılamaz. O, aynı zamanda hem hükümet başkanı hem hükümetin ideolojisi üzerine yerleştiği parti ideoloğu sayılır. Bu yüzden İslam ümmetinin liderinin yüzeyselliği ve Kur’ an’ ın ruhu ve nassıyla derin tanışıklığının olmaması, Muhammedin üstlendiği önemli sorumlulukları üstlanme liyakatini çok zayıflatır.

(…) Öyle güçlüdür ki cahiliye ile olan bağını İslam’ la olandan daha güçlü ve daha sağlam tutmuştur.

(…) Onun öyle bir sosyal konumu vardır ki kabile mensubiyeti, İslam toplumunda sahip olduğu konumdan daha belirgindir. O daha çok İslam’ı destek yapmış ve kendiliğinden birçok ihlâs, samimiyet fedakârlık ve cesaret göstermiş olan bir kabile reisi olarak kabul edilir. Halk ve büyük Sahabiler arasında kabileyi şahsiyeti İslami haysiyetinden daha çok göze batar.

(…) Ebubekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir. Ömer, bu beş kişinin seçim ve Sakife’ de sahip olduğu rolle bu gruba bağlılığını göstermiştir.

(…) Bu güçlü siyasi kanaat Ali’ nin karşısında yer alır. Her üç halife bunlardandır. Ve Ali karşıtı ilk savaşı da Talha ve Zübeyr, bu siyasi grubun iki üyesi tertip etmiştir.

(…) Ben kimin mevlası isem Ali onun mevlasıdır. Allah’ ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak.’’

(…) Büyük bir ordu seferber ediyor ve onun komutanlığını 18 yaşındaki bir gence veriyor. O, Zeyd b. Harise’ nin oğlu Usame’ dir.

(…)’’ Selam size ey kabristan sakinleri! Hoşça dinlenin. Sizin zamanınız bu insanların zamanından daha huzurludur. Fitneler gecenin koyu karanlıkları gibi ortaya çıkmışlardır.’’

(…)’’ Ey insanlar! Kimin yanında bir kimseye ait bir mal varsa onu ödemesi ve dünya rezilliği söylememesi gerekir. Dikkat edin, dünyanın rezillikleri, ahiretin rezilliklerinden daha kolaydır.’’

(…) Onun birikimi yedi dinardı.

(…) ‘’ Beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman şu evimde yatağımın üzerine, kabrimin kenarına koyun. Sonra beni bir saat yalnız bırakın. Beni methetmek için boş konuşarak, inleyerek ve ağıt yakarak beni incitmeyin. Üzerime seler namazı kılsınlar. Benden kendinize selam söyleyin. Bu günden kıyamet gününe kadar dinim üzerinde bana biat eden herkese selam ettiğime dair sizi şahit tutuyorum.’’ Dediler ki: ‘’Kabrime kim girsin?’’ Dedi ki: ‘’ Ailem.’’ Sustu. Sahabîler de sustular. Odanın atmosferi hüzünle doldu. Ayrılık yakındır.

(…) Onun buluttan su isteyen haysiyetli parlak yüzü, yetimlerin sığınağı ve dul kadınların koruyucusudur.’’

(…) Sonra dedi ki ‘’Peygamberlerinin kabrini ibadet yerine çeviren kavme Allah lânet etsin!’’

(…) Peygamber öldü.

 

İSLAM’ IN İLK DÖNEMİNDEKİ BAZI OLAYLARIN İNCELENMESİ

(…) Çöl ve insan birbirleri ile konuşabilir, şehirlerin zorlu ve ruhsuz duvarları arasında yaşayan kimselerin anlamaktan mahrum oldukları sırları anlayabilirler. İnsanlığın bütün büyük rehberlerinin çobanlar arasında yaşayan kimselerin anlamaktan mahrum oldukları  sırları anlayabilirler. İnsanlığın bütün büyük rehberlerinin çobanlar arasından çıkmış, insanların da her zaman onları takip etmiş olmaları boşuna değildir. İster bedevi, ister yüksek olsun her sınıf, her aşamada, hakikatleri her hangi bir eğitim ve öğretim görmeden elde eden bu insanların düşüncelerini takip etmişlerdir. Bu konu hakkında Avrupalı müsteşriklerin incelenmesi gereken görüşleri vardır.

(…) Arapların dört dehası sayılan Muaviye b. Ebusüfyan, Amr b . Âs, Mugire b. Şu’be ve Ziyâd b. Ebih’ in zekâsı ve kurnazlığı Muhammed’inkinden çok daha meşhurdu.

(…) Toplumu ıslaha yönelmek, hükümeti elde tutmak demektir.

(…) Hicret, liyakatli kişiler eğitilip birey bazına hareket temin edilince, yeni bir toplumun inşasına başlayabilmesi için gerçekleşir.

(…) Slogan her şeyden önce, bir hareketin en yüksek hedefinin açıklayıcısıdır. Öyle ki slogan atan kimse için slogan, bu ekolün ve düşüncenin boy aynası olmalıdır.

(…) İkinci olarak slogan hukuki değil, hakiki olmalıdır. Dünyada ortaya atılmış olan hukuki – siyasi sloganlar, bir grup aydından başka kimse için hiçbir değere sahip olmamıştır. Hakiki slogan, toplumun şiddetli ihtiyaçlarından ilham almış olan ve bu suretle toplumun kendi maddî ve manevî ihtiyaçlarını onda bulduğu bir slogandır.

(…) Üçüncüsü slogan kısa olmalıdır. Uzun slogan anlamın zihinde oluşmasını zorlaştırır.

(…) Dördüncüsü sloganın karmaşık değil basit bir ide’ si olmalıdır. Yani bir hareketin ve düşüncenin en büyük tablosu olarak belirlenmelidir.

(…) Hicretin sebebi Kureyş’ in Muhammed’ i öldürme kararı almasıydı. Her kabilenin başka bir kabilenin karşısında yer alması sosyolojik bir ilkedir; bir kabileye mensup birisinin, başka kabileden olan birisini öldürmeye kalkışması, o kabilenin hepsine birden saldırması demektir. Kabileyi toplumlarda, bireyler değil, kabileler birbirlerinin karşısında yer alırlar. Bu yüzden Muhammed’ in sorunsuzca öldürülmesi mümkün değildi.

  Hazırlayan: Ali Dalaz-Mertcan Köle (Hertaraf Kültür Sanat Servisi)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş