metrika yandex
  • $41.66
  • 48.9
  • GA36680

Haberler / Dosya Haber

Hocam Şeyho Duman|Talip Özçelik

09.12.2024

Hocamın adını ilk defa merhum Bekir ağabeyden(İnan)duymuştum. 1980’li yılların ortalarıydı. Kur’an meali, siyer, ilmihâl, hadis dersleriyle beraber; fıkıh, hadis ve tefsir usullerini de okuyoruz. Bunları okumakla beraber Arapçanın eksikliğini her geçen gün daha fazla hissediyoruz.

“Bir hoca varmış, meccanen Arapça dersi veriyormuş, Şıho hoca diyorlar.” demişti Bekir abi. Ders verdiği için değil para almak, hediye bile kabul etmediğini söyledi. Duyduklarımız hocaya olan saygımızı, merakımızı ve tanışma isteğimizi daha da artırdı.

Geçen yıllarda Şeyho Hoca ile yapılan bir nehir söyleşiden anladığım kadarıyla bu davranışı, kendi hocasına verdiği bir sözden ve sözüne bağlı olmasından kaynaklanıyordu.

Hocam ve birkaç arkadaşı, merhum İsmail Hatip Erzen’e ders almak için gittiklerinde; ”Allah’ın cc. dinini(öğretip-anlatmayı)parayla satmayacağınıza söz verirseniz ders okuturum.” demiş. Söz vermişler.

O zamanlar şimdiki gibi değildi. Vakıf ve derneklerimizin sahip olduğu geniş imkânlar, lüks binalar, geniş salonlar yoktu; ders alabileceğimiz. Kızılay ya da Ulus gibi merkezi yerde bürosu olan bir dostun ev sahipliğinde, küçük, tek göz odada 7-8 kişi sıkışmış vaziyette ders yapabilirdiniz. İki kişi fazla gelse ayakta kalırdı. Meselâ ders yaptığımız büro Ulus’da  idi. Sadece 10-12 metre kare civarındaydı ve 8 kişi ders alıyorduk.

 Bekir İnan ağabeyle birlikte hocamızın yanına gitmiştik. Ders verdiği talebelerden en çok şikâyet ettiği konuyu şöyle dile getirdi; “On kişi Arapçaya başlıyorlar, birkaç ay sonra bir-iki kişi kalıyor maalesef ve emekler boşa gidiyor. “ Hocama: “ben terk etmem, derslere sonuna kadar devam edeceğim” diyerek söz verdim. Sözümü tuttum. Ancak hoca yakınmasında haklıydı. 8-9 kişi başladığımız Arapça dersi bir yılın sonunda iki kişiye düştü; Bekir ağabey ve ben. Oldukça verimli geçen bir yıldan sonra, son cüze meal verip bitirmiştik. Her hafta bir sureyi çalışıp, sadece Arapça lügata başvurarak, kelimelerin tasrifini-kelime yapısı- yapıp, cümle yapısını anlatarak-Nahiv- meal vermiştik. Hiçbir meale bakıp kopya çekmedim.

Klasik medrese usulünün yetersiz kaldığını söyler, yıllarca insanların çok vakit harcadığından yakınırdı. “Yıllarca Arapça okuyup, basit bir metni bile tercüme edemiyorlar” derdi. Okuma, Sarf, Nahiv, tercüme vs. ile birlikte yazmaya da önem verir, kelimelerin çekimlerini devamlı yazdırırdı. Benim yazımı beğenirdi. Sarf-Nahiv konusunda bir problemin kalmadığını ve artık Kuran’ı anlamak için mealine bakmaya ihtiyaç duymayacağımızı söyledi. “Sadece bilmediğiniz kelimeler karşınıza çıkabilir o zaman da Arapça lügate bakacaksınız” dedi.

   Kuranı okumaya, anlamaya, tefekkür etmeye, akletmeye dikkat çeker ve üzerinde çokça dururdu. Devamlı aklı kullanmaya gösterdiği hassasiyet ve dikkat çekme, dilinde şu duayı terennüm ettiriyordu: “Rabbimiz son ana kadar akıl nimetini bizden almasın.” Duası müstecâb olmuştu.

    Kuran’ı anlamada dil ve grameri esas alan bir yöntemi vardı. Kuran’ın sadece; ibadet, ahlak, sosyal ilişkiler veya ahkâmda değil, Arap dili ve gramerinde de hakem olduğunu belirtirdi. Ara sıra; “Araplar Arapçayı bilmezler” sözünü tekrarlardı. İlahiyat fakültelerinden kimi hocalar, resmi kurumlardan kimi görevliler yanına gelir ve okuyamadıkları eski metinleri hocaya danışırlardı. Türkiye’de çok az kişinin bildiği Siyakat yazısını okumayı-yazmayı da bilirdi.

Bir ekole mensup olduğunu söylemek gerekirse Kur’an-tefsir ekolündendi. Tefsirde ise dirayet tefsiri ekolündendi. Arapça’da belli bir seviyeye gelmiş talebeleri ve dostlarıyla Keşşaf tefsirini okur okuturdu. Zayıf ve uydurma rivayetlere hiç tahammülü yoktu. Kuran’a ters gördüğü bir rivayeti reddetme konusunda çok cesurca hareket ederdi. En tahammülsüz olduğu konuların başında bidat ve hurafelerle dolu avamî din anlayışı ve hocaların bunu anlatması gelirdi.

Her kabul etme ve reddetmenin delille olması gerektiğine inanırdı. Etrafında bulunan dostlarının, talebelerinin belki de ondan öğrendiği en önemli hassasiyet; bir konuda konuşana “buna dair delilin nedir? diye sormaktı.

Kitabî din-İslâm anlayışını, 1970-1980’li yıllarda gündeme getirip konuşan ve Kuran’a dayalı bir anlayışa o dönemde vurgu yapan az sayıda kişiden biriydi. Sahip olduğu kanaat veya düşüncenin tersine bir şey söylendiğinde; sağlam delile dayanması şartıyla kanaatinden hemen vazgeçmeyi bilen ender kişilerdendi. Günümüzdeki pek çok hoca, abi, ilim ehli gibi kendisini “Ene’l Hak” makamında görmezdi, delile bakardı.

    Ders aldığımız dönemde(1985-1986)bir gün mevcut partilerden en faydalı gördüğümüze; maslahat gözeterek oy verilebileceğini söyledi. Hemen itiraz etmiştim. 23 ya da 24 yaşın verdiği heyecanla itiraz ederek şunları söylemiştim:

 “Hiçbir partiye oy kullanmamalıyız. Partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Oy vermek vatandaşlık görevidir. Dolayısıyla oy kullanmak bir dinin vacibini yerine getirmek gibidir. ”Ve şu soruyu sordum; “başka bir dinin vacibini niçin yerine getirelim? Bizi İslam’ın vacipleri ilgilendirir.”

  Hocam ,”bu daha doğru bir görüş” diyerek mukabelede bulundu. Tartışmanın gereksiz olacağı düşüncesiyle konuyu kapatmak için böyle söylemiş olabilir miydi?

    Âlim’in elinin öpülebileceği fetvası ve kendisine saygımızdan, ne zaman elini öpmeye yeltensek mani olurdu. Kompleksi olmayan, mütevazı bir insandı. Yapmacıksız birisiydi ve herkese karşı bir tane yüzü vardı.

    Rahmetli oğlu Akif Şam’da bir medreseye Arapça öğrenmek için gitmek istediğini söylediği zaman çok yadırgamıştım.” Niçin babandan okumuyorsun” diye çıkışıp Akif’i muaheze etmiştim. “Mum dibini aydınlatmaz” özdeyişi bir kez daha tecelli edip doğrulanıyordu.

    Küresel büyüye maruz kaldığımız ve kahir ekseriyetin buna inandığı dönemde(Covid-Pandemi)  telefonla arayıp, nehir söyleşi tarzında bir kitap yapma talebimi arz ettiğimde; “Hamza ile-Türkmen-geçen ay başladık” demişti. Söyleşi kitabı okudum ancak çok beğenmedim doğrusu.  

İlkav  Vakfı’ndaki tefsir ve Arapça derslerine, Cuma vaazlarına  katılan çok kişi vardı. Bir keresinde kalabalıklarla uğraşmaktan ziyade az sayıda öğrenci ile daha yoğun ilgilenmesini gündeme getirip: “hocam, 8-10 kişilik genç bir öğrenci grubunu alalım. Gençler sizden ve ehil hocalardan Arapça başta olmak üzere temel İslâmî ilimleri okusunlar. On yıllık bir program yapalım, arkadaşların ekonomik anlamda para kazanma, geçim derdi olmamasını da sağlayalım. Temel İslâmî ilimlerin yanı sıra; günümüz dünyasını sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel, felsefi anlamda tanımaya dönük olarak okumalar yaptıralım. 500 kitaplık bir liste yapalım. En az bir batı dilini de çok iyi öğrensinler. On yılın sonunda İslâmî-ilmî ehliyete sahip, günümüz dünyasını da çok iyi tanıyan, bugünkü problemlerimize cevap verebilecek ve İslami bir bakışla yorumlayabilecek âlimlerimiz yetişmiş olsun.

    Önerim hocayı çok heyecanlandırdı; ”ben yıllardır, böyle bir çalışmayla insanların yetiştirilmesi, hayalini kurup gerçekleştirmeye çalıştım” diyerek onayladı, söylediklerimi…  “birlikte yapalım” dedi. Hocama, emrinde olduğumu özellikle belirttim. Ancak konuştuklarımız ne yazık ki, hocamı heyecanlandırdığı kadar; konuya ekonomik katkı sunabilecek arkadaşlarımızı heyecanlandırmadı, hiçbir yankısı olmadı ve onları harekete geçirmedi. Uzun vadeli, kalabalıklara hitap etmeyen ve görünürlüğü olmayan faaliyetlere kimse ilgi duymuyor. Yapılan çalışmalarda herkes kalabalığın sayısını artırmaya bakıyor. Beylere sorsanız tamamı demokrasiye karşı olduklarını söyler. Sayısal çokluk demokrasinin değer verdiği bir şey değil miydi?

    Pazar günü sabahleyin hocamın vefatını duyunca ağladım. Mezarlıktan eve döndüğümde eşim; ”çok üzgün görünüyorsun ağlamışsın yine” dedi. “Nasıl üzülmeyeyim, hocamdı benim” deyince; ”sevinmen lazım, dedi. Salih amelleri seninle devam edecek.” Yüzlerce insanla, diye cevap verirken yine gözlerim doldu.

    86 yaşında vefat etti. Ankara Gölbaşı mezarlığına defnedildi. Şeyho Hocamı rahmet ve saygıyla anıyoruz. Mekânı cennet, makamı âli olsun.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş