Sabahattin Ali’de mevcut düzen tarafından bir tür asi, muhalif, muarız görülen bir isim olarak tebarüz etmiş bir isim. Peki, neden bir asi ya da muhalif başka bir asi ya da muhalifler üzerinden kendini aklamaya çalışır sorusu hem rasyonel hem de meşru bir soru olacaktır ilkin. Şiirde hakaret olsa bile, ihbar gibi negatif bir yöntemle Sabahattin Ali’nin cezalandırılması ve hapis yatması kabul edilemeyeceği gibi, Sabahattin Ali’nin kendisini savunması için damarlarında dolaşan kana ya da asker olan ailesinin soyuna-sopuna giderek bir tür soy-sop milliyetçiliğine dayandırması ve ardından Cumhuriyet ideolojisine muhalif kimi Bedirhanilere meseleyi bağlaması ihbarın başka bir şekli değil midir? Argümantasyonunu milliyetçiliğe dayandırması sosyalist kimlikle bağdaşık bir tutum mudur? Kürtlerin, öncesinde Osmanlı sonrasında da Cumhuriyet ideolojisine karşı kültürel ve kimlik hakları için yaptığı mücadeleyi karalaması ya da suçlaması kendisinin aklanması için bir dayanak konusu olabilir mi? Üstelik Cumhuriyet elitleri tarafından sürekli baskıya, cezaya, mahpusluğa duçar kalmış ve katli de 1948’de hazin bir şekilde faili meçhul olan Sabahattin Ali’nin, resmi belge niteliğindeki tutanak ve dilekçelerinde geçen bu argümanlar çelişki olarak görülmeyecek midir? Yoksa ceza almamak için bir başka mağdurun üstüne basarak kendini temize çıkarmak, psikolojik savunma mekanizmasına mı bağlanmalıdır? Ya da insanoğlu böyledir işte ne yaparsın, bir başkasını kötüleyerek kendini aklar şeklinde bir normaliteye mi bağlanmalıdır yaptığı? Sosyalist ve toplumcu bir kimliği olsa da, sözkonusu olan Kürtler ve Kürt sorunu olunca Cumhuriyet ideolojisine bağlılığının veya Anayasada geçen ifadeyle söylenecek olursa Atatürk milliyetçiliği kimliğine mi düşmeliydi Sabahattin Ali? Kişinin kendi düşüncesiyle barışık olmasını engelleyen siyasal ve tarihsel koşullara mı bağlanmalı bu savunusu? Ya da sağcı veya solcu fark etmez, sözkonusu olan Kürtler/Ermeniler veya Kürt/Ermeni sorunu olunca bir tür turnusol kâğıdı işlevi görürcesine kişiye dair gerçek kimlikler su yüzeyine mi çıkıyor? Soruları biraz daha ilerletecek olursak, Kemalizm/Tek Parti ideolojisi döneminde baskıya maruz kalmış bir sosyalist muhalifin, ezilen halklardan Kürtler olunca milliyetçilik ve Kemalizm gibi (Çünkü ailesinden asker elitlere ve kan milliyetçiliğe bağlayan ifadelerinden dolayı) Sosyalist düşünceye mesafeli bir anlayışın aslında “yok birbirinden farkı” kestirmesiyle çıkarılacak bir sonuç olarak mı okunmalıdır? Kemalizm ve Sosyalizmin son kertede aydınlanma ideolojisinin farklı türevleri olarak görülmesi gerektiğinden yola çıkılarak, aslında işin “normalitesi de budur” denilip işin içinden mi çıkılmalı? Aydın’da öğretmen iken Komünist faaliyetlerinden dolayı yargılanmış ve üç ay mahpus yatmış, ardından da sürekli takibata, baskıya maruz kalmış bir muhalifin bir tür takiyyesi olarak görülüp, bu durum normal mi karşılanmalıdır? Dönemin baskıcı karakterinden dolayı insanların ceza almamak için zamanın ruhuna uygun hareket etmesini zorunlu kılmasından dolayı mevcut dönemin iklimini yaratanlardan mı kabahati aramak gerekir? Bu ve buna benzer pek çok soru sıralanabilir.
Hem af mektubu, hem tutanaklar hem de itiraz dilekçeleri bu soruların ima ettiği hallerin genel bir bileşkesi de olabilir. Tüm bu sorular Sabahattin Ali’nin şairliğine, hikâyeciliğine ve romancılığına halel getirmek için sorulmuş sorular değil. Halk edebiyatından tutun divan edebiyatı tarzıyla yazdığı kimi şiirlerine oradan da neo-epik denilebilecek türden yazdığı hikâye ve romanlara kadar (Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Değirmen, Kürk Mantolu Madonna, Sırça, Köşk) edebiyatta hatırı sayılır bir yer edinmiş olan Sabahattin Ali’nin insan olarak hatalarının, çelişkilerinin, zaaflarının hatta kimi edebiyat eleştirmenleri tarafından dillendirildiği gibi[4] bocalayışlarının, arayışlarının, zıtlıklarının[5] popüler edebiyat kamusu ve kanonu tarafından perdelenmesine bir tür itiraz olarak okunmalıdır, tüm bunlar. Nazım Hikmet, Necip Fazıl gibi edebiyatçıları toplum olarak kültleştirme zaafımıza veya insan denilen varlığı ontolojik olarak bir bütün şekilde algılamayıp, kimi edebi klikler tarafından göz ardı edilen negatif yönlerinden, Sabahattin Ali’de maalesef payını almış popüler ya da kült edebiyatçılardan birisidir. Popüler ya da kült kelimesini vurgulamamıza yol açan ise 2019 yılı verilerine göre Sabahattin Ali’nin yaklaşık 9,6 Milyon kitabının basılması ya da okunması oluşudur. Ancak asıl olarak, askıda bıraktığımız yukarıdaki soruları, edebiyat tarihçileri ya da edebiyat eleştirmenlerinin araştırmalarında veya yazılarında dikkate almasının ahlaki bir tutum olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekir.
Sabahattin Ali’nin Arayışları, Bocalamaları ve Çelişkileri
Sabahattin Ali’nin arayışları, bocalamaları, çelişkileri ve açmazlarını şiirlerine bakıldığında da rahatlıkla görülebilir. Hece vezniyle yazdığı halk edebiyatı tarzı söyleyişleri kadar Terkib-i Bend ve Mesnevi isimli şiirlerinde hatta Gazel Naziresi isimli şiirinde olduğu gibi Divan Edebiyatı tarzıyla yazdığı şiirleri belki de yaşadığı dönemin geçiş dönemi olması, ya da gelenek-modernlik kıskacı altındaki tarihsel koşulların varlığına pekâlâ bağlanabilir. Ya da Beş Hececiler, Servet-i Fünuncular, Milli Edebiyatçılar gibi isimlerle birlikte olduğu dönem olduğu kadar, toplumcu eğilimini yansıtan Resimli Ay ve Marko Paşa dergilerindeki yazıları da Sabahattin Ali’deki arayışı, bocalamayı, çelişkileri göstermesi açısından somut örnekler olarak ileri sürülebilir. Belki de tüm bunlar yeteneğini ve yetkinliğini göstermektedir. Çünkü edebiyat ve/ya edebiyatçı içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal koşulların bir tür zamane çocuğudur, etkilenir, etkileşir ve dönemin ruhu üzerine adeta yapışabilir. Bulunduğu dönemde arayışların, gel-gitlerin, yatağını bulamamışlığın ya da açmazların dönemidir denilse abartı olmayacaktır. Daha on yedi yaşında Balıkesir Öğretmen Okulu’ndayken arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları okul gazetesindeki şiirlerinden tutun en son 1946 yılında Ankara’da yazdığı ileri sürülen Rüzgâr şiirine kadar geçen süreçte; çelişkilerini, açmazlarını, hatalarını, arayışlarını, bocalayışlarını, yalnızlığını, karamsarlığını, ümitsizliğini, huzursuzluğunu, intihar etme isteğini, deli doluluğunu, umudunu, bedbinliğini rahatlıkla görebiliriz. Kabaca söylemek gerekirse Almanya’ya Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderildiği 1928 yılına kadar; milli, sufi, milliyetçi, manevi hatta dini şiirler yazdığını Almanya dönüşü olan 1930’den sonra ise toplumcu denilen türden şiirler ve hikâye/romanlar kaleme aldığını görmekteyiz. Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Nihal Atsız, Abdülkadir Geylani’ye yazdığı şiirleri olduğu kadar Atatürk ve Pertev Naili Boratav’a yazdığı şiirleri de mevcuttur.
Kimi zaman Dağlar ile Hapishane Şarkısı-5 şiirlerinde geçtiği gibi; kabına sığmaz, deli dolu bir kişilik, ümitvar, hayat dolu ve de direngen bir hal görülmektedir kendisinden. Kimi zaman ise; Melânkoli, Hapishane Şarkısı-1 ve Öyle Günler Gördüm Ki şiirlerinde geçtiği üzre; bedbin, huzursuz, yalnız, ümitsiz ve intihar etme eğilimi taşıyan halet-i ruhiyeler içinde görülür. Bu durumu karşı karşıya vererek somutlaştırmaya çalışalım.
Dağlar Şiirinden: Hapishane Şarkısı-1:
Başım dağ, saçlarım kar İhtiyar çınarlar gibi
Deli rüzgârlarım vardır Bir gün içinde devrildim
Ovalar bana çok dardır Böyle kepaze bir hayatı
Benim meskenim dağlardır. Sürüklemekten yoruldum
Hapishane Şarkısı-5: Öyle Günler Gördüm Ki şiiri:
Başın öne eğilmesin, Öyle günler gördüm ki, dost bildiğim insanlar
Aldırma gönül, aldırma Ben yanına varınca, dudağını kıvırdı.
Dertler kalkınca şaha Öyle günler gördüm ki, tabanca şakağımda,
Bir sitem yolla Allah’a Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma
Melankoli şiiri: Kızkaçıran şiirinden:
Ne bir dost ne bir sevgili Dağlar dik, çeşmeler kuru
Dünyadan uzak bir deli Yârimin benzi çok sarı,
Beni sarar melankoli Ölüm var, dönelmez geri
Kafamın içersi ölür Yürü yağız atım, yürü.
Bütün İnsanlara Şiirinden: Nefes isimli şiirden:
Korkutmaz beni ölüm Benliğim önünde ululuğunu
Bir şeytan gibi hürüm Daima anıyor ya Abdülkadir[6]
Süremez bende hüküm Başımız önünde geliyor yere
Ne Allah ne de Nahit[7] Işıklar dağıttın sen gönüllere
Çelişkiden Ziyade Dayatmayla Yaz(dır)ılan Şiir
Sabahattin Ali, Sinop cezaevinde yatarken, Cumhuriyetin 10.yılı münasebetiyle çıkarılan afla serbest kalır. Ancak 1933 yılında memuriyetten kaydı silindiği için artık işsizdir. Baskı, haksızlık, ceza, takibat, parasızlık ve işsizlik yüzünden zorluklarla geçen bu döneminde ayrıca dostlarının ondan uzaklaşması, selamı sabahı kesmesi ve kendisinin de yalnızlığa çekilip adeta dağları mesken tutmasıyla birlikte üzerine çöken karamsarlık, ümitsizlik ve intihar eğilimi 1933 sonrası yazdığı şiirlerine de oldukça yansır. Bu dönemde yazdığı üç şiir dikkat çekicidir. 1934 yılında yazdığı Öyle Günler Gördüm Ki isimli şiir, 1934 yılında mecburiyetten yazmak zorunda kaldığı ve Atatürk’e övgü dolu mısraların yer aldığı Benim Aşkım şiiri ile 1935 yılında Ruhumun Dalgaları adında Varlık Dergisi’nde yer alan şiiri. Bu üç şiirin arka planına dair edebiyat eleştirmenleri ile edebiyat tarihçileri çokça şeyler söylemiş bulunmaktadır. En fazla üzerinde durdukları ise Varlık Dergisi’nin 13.sayısında yer alan 15 Ocak 1934 tarihli Benim Aşkım isimli şiiri. Çünkü memuriyete tekrar dönmek isteyen Sabahattin Ali, tüm uğraşılarına rağmen sonuç alamayınca dönemin Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur’un aracılarla ilettiği Atatürk’e bir kaside yazılması isteğini kabul ederek Benim Aşkım isimli şiiri kaleme alır. Ayrıca Esirler isimli piyesini de Halkevlerinde sahnelenmesini sağlar. Kaba bir deyimle söylenecek olunursa Atatürk’e kendini ispatla, mesleğine dön denilebilecek bir dayatma sonrası bu yazdıklarıyla Milli Eğitim Bakanlığı emrine memur olarak atanır.

Sabahattin ALİ’nin Atatürk’e yazdığı BENİM AŞKIM adlı şiirinin, 15 Ocak 1934 yılında Varlık Dergisi’nin 13.sayısındaki orijinal nüshası.
BENİM AŞKIM şiiri ise şöyledir:
Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
Daha pek doymamışken yaşamın tadına
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsüme vuran,
Sensin Ülkü adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi'ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
Şiirde geçen şu mısraların,
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsüme vuran,
Sensin Ülkü adıyla beynimde dimdik duran
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi'ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
ne kadar içten ve sahici olduğunu kestirmek zor olsa da, buna dair kimi çıkarsamalarda bulunmak zor olmasa gerek.
Öncelikle Sabahattin Ali; işsiz, parasız, pulsuz olduğundan doğal olarak bir iş yapması gerekir ki, bir şair, romancı ve hikâyeci olarak yapabileceği şey yazmak veya öğretmenliktir. Aydın, Konya, Yozgat, Balıkesir ve İstanbul’da öğretmenlik mesleğini daha önceleri icra etmişti. Milli eğitime dönerek bir iş-aş sahibi olma isteği insani ve doğal karşılanmalıdır. Etik olarak yaptığı doğru olmasa da ya da Hapishane Şiiri-5 mısralarında geçtiği gibi Başın Öne Eğilmesin, Aldırma Gönül Aldırma çıkışını yaparak baş eğmemek gibi bir seçeneği tercih etmesi ideal olarak beklense de bu tavra bürünmediğini görebiliyoruz. Nazım Hikmet’te de benzerini gördüğümüz bu tavrı[8] Sabahattin Ali’nin insani ve doğal refleksi olarak görmek kadar, yaşadığı bunalım, karamsarlık, açmazlık, ümitsizlik, işsizlik ve yalnızlık hallerine de pekâlâ bağlamak mümkün. Ancak tarihin sayfalarında; onuruna, özgürlüğüne ve saygınlığına halel getirmeyen edebiyatçı ve sanatçıların da olduğunu belirtmek gerekecektir. Sabahattin Ali’nin 1948 yılında hunharca katledildiği döneme kadar yaşadığı takibat, soruşturma, hapis yatma, baskı ve haksızlıkları göz önünde tutacak olursak, kişisel hayat serüveninde af mektubu dolayımından başını öne eğdiği söylenebilir lakin insan denen meçhul varlık; zikzaklarıyla hayatını idame ettirir ya da güçlü ve zaaflarıyla tarihteki yürüyüşünü sürdürür. Kimbilir belki kendisi de bu durumdan muzdaripti, rahatsızdı…
Bir başka çıkarsama ise, ya Atatürk’ün ya da dönemin kraldan çok kralcı bürokrat ahalisinin dayatmacı/baskıcı ya da İslamcıların sıklıkla dile getirdiği ifadeyle söylenecek olunursa Jakoben zihniyetin bir yansıması olan ve o dönem için Sabahattin Ali’ye adeta söylenen böyle olmadığını bizlere ispatla çıkışları. Belki de Roland Barthes’ın, faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir. sözünü haklı çıkaran tipik bir örnek olarak da okumak mümkün bu hadiseyi. Çünkü Sabahattin Ali’nin muhalif kimliğinden ötürü kolay kolay bunu yazmak istemeyeceği aşikâr. Alex Carel’in kitabına verdiği isimle söyleyecek olursak İnsan Denen Meçhul odur ki; açmazları, çelişkileri, zaafları ve handikaplarıyla insandır ve biz insan denen varlığı tüm bu yönlerini hesaba katarak ancak insani kâmil mertebesine ulaşabiliriz. Kültleştirmek, ikon haline getirmek ya da kültürel iktidar aygıtını sopa olarak kullanarak değil. Sabahattin Ali’yi ölüm ve doğum yıldönümlerinde kutsamaktan çok onu öldüren faillere dikkat çekmek, hesap sormak, sorgulamak ya da maruz kaldığı baskı, dayatma ve işsizlik nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda bırakmayı sorgulamak hem logosa hem de ethosa daha uygun değil mi? Doğumunun 114.yıldönümü vesilesiyle lirik ve epik şiirlerinden spot cümleleri sosyal medya mecralarında paylaşmakla yetinmemeyi bilmek hem ahlaki hem hukuki hem de insani sorumluluk dairesine girer.
Dinmeyen Baskılar ve Katline Dair Şüpheler
Sabahattin Ali af edilerek bir tür tek parti düzeninin çarklarına girmesine rağmen ya da hayat gailesi karşısında maaşlı bir memur olarak hayatını idame etmesine rağmen, 1965’e kadar kitapları yasaklanır, 1948 yılında hunharca katledildiği döneme kadar da takibatlara uğrar, soruşturmalara maruz kalır, hapislere düşer, baskı ve sindirmelerle bir tür dâr-ı zindan edilmeye çalışılır hayatı. Hapishane çıkışı sonrası az da olsa yazdığı kimi şiirlerinde bu halet-i ruhiyesini anlatan mısralara şahit olmaktayız. Şiirlerinde geçtiği gibi artık; coşkun pınarlar, sarhoş rüzgârlar, göklerde kartal gibi uçan ya da dar gelen ovalarda hür dolaşan[9] bir Sabahattin Ali’den çok yine şiirlerinde geçtiği gibi; her günü bir başka zehir ya da böyle kepaze bir hayatı sürüklemekten yoruldum diyecek kadar kanatlarından vurulmuş, bahar vaktinde kırılan mor çiçekli bir dal gibi olduğunu hatta namlunun ucunun sıcaklığını yanaklarında hissedecek kadar da intihara meyilli[10] bir Sabahattin Ali gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunları O’nun güçlü bir kişiliğe sahip olmayışına ya da melânkoli yapısına[11] bağlayanlar olacağı gibi, tek parti faşizminin baskısının ve zulmünün onu rahat bırakmayışına da bağlamak ne önyargı olur ne de abartı. Sabahattin Ali’yi ölüm ve doğum yıldönümlerinde an(la)mak epik ve lirik kimi şiirlerinden spot mısralar almakla yetinmek, eksiklik addedilmelidir. Cumhuriyet döneminin en önemli faili meçhullerinden birini sorgulamayı ve mümkünse gün yüzüne çıkarmaya dönük hamleler yapmak gerekir. Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırında iken, ordudan ihraç edilmiş, istihbarat görevlisi olduğu iddia edilen Ali Ertekin isimli bir Yugoslav göçmeni tarafından mı öldürüldü yoksa sınırdan geçerken yakalanıp işkenceyle mi öldürüldü sorusunun cevabı hala muamma olsa da Aziz Nesin’in söylediği O’nu MİT öldürmedi, kendi kusurları yüzünden öldü sözüne mesafeli yaklaşmak gerektiği kadar Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in Sabahattin Ali’nin ailesine söylediği iddia edilen Sabahattin’in öldürülmesini engelleyemedim itirafı da unutulmamalı. Kazım Taşkent ismi zikredilmişken bilgiye dayalı olmayan tamamıyla sezgisel bir notu paylaşmak isteriz. Sabahattin Ali’nin her ne kadar diğer yayınevleri tarafından eserleri basılmış olsa da tüm kitaplarını derli-toplu olarak yayınlayan Yapı Kredi Yayınlarının-ki takdiri hak eden bir çabadır bu-arkasında mali desteğiyle bilinen Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in bir tür özür borcu, vefa borcu, mahcubiyeti ya da telafisi artık hangi kelimeyi kullanmak gerekirse bilemiyoruz, etkili olduğunu düşünmekteyiz. İddialı olmamakla birlikte, bunun bilgisel değil sezgisel bir not olduğunu da tekrar belirtmek isteriz.
Sabahattin Ali’nin müzikolog olan kızı Prof.Dr. Filiz Ali’nin bir söyleşisinde sorduğu kimi hâkli sorulara binaen babasının ölmediği, bilakis öldürüldüğü ya da Tek parti iktidarı tarafından öldürüldüğü imasını dikkate alacak olursak, bu sözün gerçekliğini ya da asılsızlığını ortaya çıkaracak arşivlerin açılmasını istemek de hem sezgisel hem bilgisel hem de tarihsel bir vakıa olacağı ise aşikârdır.[12] İma yoluyla olmayan bir açıklama ise 2012 yılında Kanal A’da yaptığı konuşma ile O dönem çokça konuşulmamasına rağmen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu yapmıştır:
“Cumhuriyet dönemiyle ilgili pek çok hatalar oldu, yanlışlar oldu. Nazım Hikmet’i kim hapse attı CHP. Sabahattin Ali’yi kim öldürttü CHP.”[13]
Biz olmasak bile Habertürk yazarı tarihçi Murat BARDAKÇI’nın gazetedeki yazılarından Cumhurbaşkanlığı Arşiv yöneticilerine ulaşma imkânı olduğunu[14] fark ettiğimizden, buradan bir çağrı yapmak hem Sabahattin Ali’ye olan borcumuzun gereği, hem mezarı olmadığı için, içi dağlı olan ailesinin en doğal hakkı hem de diğer tüm faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasına ışık olabilir ümidiyle ahlaki, insani, vicdani, İslâmi sorumluluğumuzun bir gereği olarak görmekteyiz. Sabahattin Ali’nin “Dağlar” şiirinde dile getirdiği (ki Sezen Aksu bunu güçlü bir şekilde şarkı olarak seslendirmiştir):
Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa
mısralarına binaen, hazır biz ismini ağzımıza pardon yazımıza konu etmişken, bilinmeyen cesedi ve olmayan mezarının yerini de sormuşken, kadri kıymetinin de yaklaşık on milyon insanın kitaplarını okuyarak idrak etmişken şu talebi dillendirmek meşru olsa gerektir: Türkiye’de tüm arşivlerin yeniden düzenlenip Cumhurbaşkanlığı Arşivi’ne bağlanmasından dolayı Sabahattin Ali’nin öldürülüşüne dair Cumhurbaşkanlığı arşiv belgeleri erişime açılsın diyoruz. Önce gayret sonra Allah’a havale et ilkesi gereğince, faili meçhul olmaktan çıkarılması çağrımıza/gayretimize binaen yazıyı Sabahattin Ali’nin tevekküle parmak bastığı dizeleriyle noktalayalım:
“Gel Ey günahkâr güzel,
Sen de sarıl Allah’a,
Dünyada yalnız o el,
Hitâm verir her âha”
[1] Sabahattin Ali, Tüm Eserleri-Oyunlar Şiirler Mektuplar Yazılar Tutanaklar, Epsilon Yayınevi, 1.Baskı, 2019.
[2] bkz. Naman BAKAÇ, https://www.perspektif.online/nazim-hikmet-af-mektubu-ve-kemalizm/
[3] bkz. Muhsin KIZILKAYA https://www.superhaber.tv/sabahattin-aliyi-hapishaneye-dusuren-kimdi-haber-174195
[4] Sabahattin Ali Bütün Şiirleri, Hazırlayan: Atilla Özkırımlı, s.25-26, YKY, 11.Baskı, 2011
[5] Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali-İnsan ve Eser, s.345, YKY,1997.
[6] 1926 tarihli bu şiiri, Sabahattin Ali’nin ithafında geçtiği gibi Abdülkadir Geylani Hazretlerine yazmış.
[7] Nahit Hatun: Edebiyat Öğretmeni, platonik aşkı olduğu söylenen kadın. bkz. Sabahattin Ali, Bütün Şiirleri, YKY, 11.Baskı, 2011.
[8] bkz. Naman BAKAÇ https://www.perspektif.online/nazim-hikmet-af-mektubu-ve-kemalizm/
[9] bkz. Hapishane Şarkısı-1 isimli şiiri.
[10] bkz. Öyle Günler Gördüm Ki isimli şiiri.
[11] bkz. Melânkoli isimli şiiri. Bu şiire bakanlar, Nükhet Duru’nun seslendirdiği “Melânkoli” şarkısını da dinleyebilirler.
[12] bkz. https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/sabahattin-alinin-kizi-ulusa-konustu-40084011 ile http://www.aylakkarga.com/45-yil-babasinin-oldugune-inanmayan-filiz-ali-anlatiyor-sabahattin-ali-nasil-olduruldu/
[13] bkz. https://www.demokrathaber.org/siyaset/kilicdaroglu-sabahattin-aliyi-chp-oldurttu-h30445.html
[14] bkz. https://www.haberturk.com/gundem/haber/1626033-murat-bardakci-cumhurbaskanligi-arsivindeki-yayinlanmamis-nzim-belgelerini-yazdi
Kaynak: The Independentturkish