08.08.2022 tarihinde, Almanya’da, Almanlar tarafından açık bir destekle desteklenen İran güdümündeki Şiiler, on gündür akşamları süren ‘Aşura’ programının sonuncusunu gündüz yapacakları bir programla bitireceklerdi. Programın yapılacağı yer, ön tarafı camii, arka tarafı ‘İslam Merkezi’ olarak yapılmış ancak içinde yalnızca İranlı Şii mollaların resimlerinin bulunduğu bir yerdi. Girişin duvarlarındaki bu resimleri gören biri, burada öğretilen dinin ‘İran’ın ‘milli? dini’ olduğunu düşünebilirdi.
10 gündür süren Aşura programının ana konusu, Hz. Hüseyin’in şehadeti. Kalabalığı görünce aklıma ilk olarak bu topluluğun (Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı gasıp kabul ederler ancak) neden Hz. Ali’nin şehadeti için de böyle gösterişli kılmaya çalıştıkları programlar hazırlamadıkları sorusu geldi. Şii-Farisîler için Hz. Hüseyin, neden babası Hz. Ali’den daha önemliydi? Buna, Hz. Hüseyin’in, İslam öncesi İranlılarda kutsal kan taşıdığına inandıkları son krallarının kızıyla evlenmesi dışında henüz anlamlı bir cevap verilemiyor. Eğer başka bir neden yoksa bu tercih ‘ırkçı’ yaklaşımın İslam kisvesine büründürülmüş hali kabul edilebilir.
CEMAAT: İran-Şii yönetiminde olan mescidin girişinden itibaren görevli kadın ve erkekler için hazırlanmış, üzerinde ‘Ehli beyte selam’ yazan yeşil kuşaklar, bizdeki sünnet çocuklarının çapraz kuşakları gibi takılmış. İçeride de aynı kuşakları takan teşrifatçı/yol gösteren kadın ve erkekler, dünyanın en önemli işini yapmanın sorumluluğuyla hareket ediyorlar. Bahçede ve içeride bu kuşağı takan gençlerin ve genel olarak cemaatin büyük kısmının yüzlerinden ‘Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen, Tatar, Afgan, Azerbaycanlı, Türkiyeli’ olduğunu anlamak mümkün.
Topluluk içinde göze çarpan omza atılmış veya boyna bağlanmış canlı yeşil renkte şal bu erkeklerin ve kadınların sıradan kişiler değil ‘seyyid/e’ olduğunun alameti imiş. İçimden ‘Ben de bir yeşil şal taksam’ diye geçti; bunu söylediğimde yanımdaki biri ‘Bu şalı takanların hepsi İranlı, o nedenle hemen bilirler’ dedi. İlginç bir durum, Hz. Hüseyin’in bu çağdaki çocukları olduğu varsayılan kişiler ‘nedense!’ ya İranlı ya İran’a bağlı! Bu ne kadar inandırıcı olabilir? Tutalım ki olsun, bunun ne anlamı var ki? Çünkü önemli olan kimin soyundan olduğun değil, kim olduğundur. Bize bunu Kur’an ‘Azer ve İbrahim; Nuh ve oğlu’ üzerinden açık bir ilahi ilke olarak öğretmektedir.
PROGRAM: Konuşmayı yapacak kişi hitabına: ‘Ümmet-i Muhammed-i Şii’ diyerek başladı. (Ben hem gülümsedim hem üzüldüm.) Önce ‘aşura’ günü için bir konuşma yapıldı. Bu bölümü ‘Kerbela, aşura, Fatımatüzzehra, Hüseyin’ sözleriyle özetlemek mümkün. Sonraki bölümde ise bazı ayetlerin Arapçası okunup üzerinde duruldu. Muharremin 10’uncu günü gündüz, daha geniş katılımlı olarak yapılan ‘Aşura’ programında okunan ayetlerin seçimi de çok ilginçti. Bunlar Maide 5/69: اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَادُوا وَالصَّابِؤُ۫نَ وَالنَّصَارٰى مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ : İman edenlerle Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabilerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.’ ayetiyle Bakara 2/62: إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ : İman edenlerden, Yahudi olanlardan, Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden kim Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi amelde bulunursa, Rableri katında onların ödülü vardır. Onlara kesinlikle bir korku yoktur ve onlar kederlenmeyeceklerdir.’ ayetleri idi. Bu ayetler çerçevesinde ‘salih amel’ üzerinde durulan bir konuşma yapıldı. Perde gerisinde Alman olduğu anlaşılan birkaç kişi var. Bu ayetlerin seçimi, program için gelen ve çoğunun Türk asıllı olduğu tahmin edilebilen Müslümanlardan çok kendilerine kucak açarak her türlü desteği veren Alman hükümetine müjde dolu mesajlar vermek amacıyla olabilir. Mümkündür ki böyle bir toplantıda bu ayetlerin okunması, takiyyeyi/ gerçek dini inanışını gizli tutmayı, dini bir ilke olarak benimseyen Şiilerin, kendilerini korumak ve desteklemekten çok daha fazlasını yaparak ‘lütuf, izzet ve ikramlara!’ boğarak mutlu eden Alman hükûmetini ve istihbaratını hoşnut etmeye yönelik olabilir. Kendi adıma: Düşmanım bana ‘lütuf, izzet ve ikram’ ederse ben kendimden şüphelenirim. Fakat bu konuda İran-Fars Şiiliğinin bir şüphesi olmadığı anlaşılıyor.
Bu manzaranın ortaya çıkardığı durum şu: Şiiler, akidelerindeki Kur’an’da yer almayan ‘imamet teorisi’ gereği, İslam dünyasının kendileri dışındaki büyük kitlesine düşmanlar ve onları tekfir etmekteler ancak İslam’ın peygamberi başta olmak üzere hiçbir şeyine inanmayan Batılılar ile canciğer kuzu sarması… Hiç olmazsa aklını kullanabilenler bunun üzerinde düşünmelidirler. Alman devletinin bunca desteğinin sebebi ve bedeli nedir? (Okuyucularımızdan kimse ‘demokrasi, özgürlük, insan hakları’ falan demeyecektir.)
Ağıtların (mersiye) okunduğu bölümde, okuyucu, önce gelmesi beklenen mehdiye/mehdi-i muntazır salat ve selam etti. Sonra Kerbela olayından söz eden yanık sesli bir erkek, bu acıklı olayın ağıtını okumaya başladı. Okuyucu, yavaş yavaş sesinin tonunu yükseltti, sesine ağlama ahengi verdi, ardından küçük hıçkırıkları ekledi ancak bunların yapay hıçkırıklar olduğu hissediliyordu. Onlar, cemaati ağlatmaya yönelik mersiye okumanın eğitimini alıyorlarmış. Birkaç cümleyle Hz. Hasan’dan söz etti. Sonra Hz. Hüseyin’e geçti. Okuyucu ağlıyor gibiydi; cemaatin de birazdan ağlaması bekleniyor. Bu esnada cemaatin çoğunluğu, ellerindeki telefonlarla oynuyor, arkadaki kadınlar yanlarındaki çocuklarla ilgileniyor, etraftaki erkekler yanlarındakiyle sohbet ediyorlar. Çünkü çoğunluk ne okunduğunu anlamıyor. Sonra okuyucunun hıçkırığının dozu arttı, ağlatmaya ayarlı bir ses tonuyla ‘ağıt’ devam etti. Bu esnada kadınların birkaçı da ağlamaya iştirak etti. Erkeklerde de tek tük ağlamaya iştirak edenler oldu. Nedense bu görüntü aklıma, sakince otururken kameranın kendisine çevrildiğini gören bir Şii’nin hıçkırmaya başladığı’ görüntüleri getirdi. Belki burada da her yere yönelen bir kamera olsaydı, ağlayanlar daha çok olurdu. Ancak kamera, yalnızca bizim bulunduğumuz kısmı çekiyor ve yansıtıcıya veriyordu. Kamera, öyle bir açıdan çekim yapıyor olmalıydı ki yansıtıcıdaki görüntülerde sanki yüzlerce kişi aynı hareketleri yapıyormuş gibiydi. Önümdeki grup, diğer insanların okunan ağıtın içeriğine göre ne yapmaları gerektiğini yaparak gösteriyor, diğerlerinin de öyle yapmasını sağlıyorlardı. Onlar ne yapıyorlarsa ben de yaptım. Yapılanlar; bestelenmiş şiirler eşliğinde işaretle ayağa kalkmak, göğse veya başa tek elle ya da çift elle vurarak ritim tutmak, elini havaya kaldırmak, yanık sesin etkisiyle gözyaşı dökülmesini sağlamak… Bunlar hem Şii hem de Sünnilerin din telakkisi içinde bulunan ancak Hz. Peygamber’in yapmadığı, yapılmasını söylemediği, yapılması karşısında sessiz kalmadığı; ‘İslam’a, Kur’an’a, Hz. Nebi’nin sünnetine dayandırılamayacak hareketlerdi.
Program, Hz. Hüseyin’e salat ve selamla bitirildi. Ardından ezan okundu. Ezanın yarısından sonrasında ‘Eşhedüenne Aliyyen veliyullah, Eşhedü enne Aliyyen Hüccetullah’ cümleleri vardı. Sonra Şii fıkhına göre öğlen vaktinde, öğlen ve ikindi namazı arka arkaya kılındı. Namaz kılacak olanlar ‘mühre’ denilen küçük sıkıştırılmış bir toprak parçasını secde edecekleri yere koyup üzerine secde ettiler. Hz. Âdem’den beri tüm elçilerin kendi çağlarındaki Müslümanlara öğrettiği bir ibadet olan ‘namaza/salata’, Hz. Hüseyin’in yaşadığı bir acıyı ticarete dönüştürerek ekleme yapmak hakkına Şiiler nasıl sahip olabilirler? Bu kesinlikle yanlıştır ve bir bidattir. Çünkü bu ibadet insanlıkla yaşıttır.
PROGRAMIN DİLİ: Programda yapılan tüm konuşmalar yalnızca Farsça olduğu için çoğunluğun konuşmaları anlamadığını söylemek mümkün. Cemaatin konuşmayı anlamadığı, ellerinden düşmeyen telefonlarla oynayıp durmalarından, birbirleriyle sohbetlerinden de belli oluyordu. Gelenlerin çoğunun farklı ırklardan olduğu ve Farsça bilmediği anlaşıldığı halde topluluk içinden yalnızca birkaç kişiye anında Almanca tercümesini dinleyebilecekleri kulaklıklarla yardımcı olmaya çalıştılar. Perde gerisinde, konuşmaları ve yapılanları büyük bir dikkatle dinleyen birkaç kişinin Alman olduğu da yüzleri dışında böylece anlaşıldı. Konuşmanın tercümesini İran’da Şii kurumlarda din eğitimi aldıktan sonra değişik görevlerle görevlendirilen Türkiyeli biri yapmakta imiş. Bu kişi daha önce Sünni imiş, İran’daki eğitimle Şii olmuş. Ben de merak etmeden edemedim: ‘Acaba Sünnilikte bulamadığı neyi Şiilikte buldu?’ Yüzlerinden çoğunluğunun Kırgız, Kazak, Türkmen, Özbek, Tatar, Azeri ve Türkiye Türklerinden oluştuğu anlaşılan bu topluluğun, bu konuşmaların ne kadarını anlayabildiği ve neden bu konuşmaların anlayabildikleri dile çevrilmesini istemedikleri de ayrı bir merak konusu. Milletimizin tüm evlatları, dünyadaki tüm Müslümanlar gibi Hz. Hüseyin’e sevgi duyarlar; ancak buradakiler bu sevgi nedeniyle hiç farkına varmadan Şii-İran ırkçılığının kontrolüne girmekteydiler. Bu konuda yapılması gereken bir şeyler olmalıydı.
SÜNNİ VE Şİİ EKOLLERİ KARŞILAŞTIRMA: Dünyadaki tüm dini ekoller içerisinde çalışmadan çok zengin bir hayat süren ‘Din Baronları’ insanların Kur’an’a erişimini engellemekte, Kur’an’ı anlama işinin yalnız kendilerine ait olduğunu ifade etmekte, diğer kişilerin kendilerinin söylediklerini din olarak kabul etmelerini istemektedirler. Bu kişiler, Allah’ın merhametinin kullarına yetmeyeceği inancının dolaylı ifadesi olarak kendilerinin Allah’ın kullarını, Allah’ın azabından kurtaracak ‘şefaat hakları olan masumlar’ olduklarını mensuplarına kabul ettirmekte ve böylece sorumluluğu olmayan saltanatlarının devamı için kendileri dışındakilerin kayıtsız şartsız kendilerine bağlanmasını sağlamaktadırlar. Kendileri olmadan insanların iyi bir Müslüman olamayacaklarını hatta Şiilerde diğer kişilerin ‘namaz, oruç, zekât, hac’ dâhil olmak üzere hiçbir ibadetlerinin kabul edilmeyeceği noktasına kadar işi korkunç bir yere götürmektedirler. Her iki ana kitlede öncü olarak bulunanlar, mensuplarının ‘din/İslam/Kur’an’ bilgisi olarak kendilerinin anlattığıyla yetinmesini isterler. Ta ki kimse Kur’an’ın inanç ilkelerini öğrenerek önlerine düşmüş bulananları ve içinde bulundukları inanış sistemini sorgulamasınlar. Böylece bu insanlar, bilmedikleri-okumadıkları-anlamadıkları bir Kur’an’a inandıklarını söyleyerek Müslüman olduklarını hem de ‘herkesten daha iyi Müslüman’ olduklarına inanmaktadırlar.
ŞİİLİĞİN TEMEL İLKESİ: Şiilikte, bir ‘imama/mollaya/ayetullaha/müçtehide bağlılık esastır. Bu bağlılık, kişinin imanının, namazının, orucunun, zekâtının kabulü için en önemli şarttır. Bu bağlılıkla birlikte, Şii gruplar arasında kimliği ve silsilesi değişen, sonuncusu çocukken veya büyükken kaybolup genç bir erkek olarak asırlardır bir yerlerde yeniden insanların ortasına çıkacağı günü beklediği varsayılan bir ‘12 İmam’ teorisi vardır. Şiilikte Allah tarafından belirlenen 12 İmam olduğunu kabul etmek, Müslüman olmanın gereği olan bir ‘iman şartıdır.’ Buna iman etmeyenler, Şiiler tarafından açık/takiyyeyle örtük olarak kanı dökülmesi helâl olan bir ‘kâfir’ kabul edilmektedir. İşin doğrusu, iman esaslarının Kur’an’dan kaynaklanması gerekir. Ancak ilginçtir ki Şiiliğin temel inanç teorisi olan ’12 İmam Akidesi’ hakkında Kur’an’da tek bir açık ayet olmadığı gibi hatta bu konuyu ihsas ettiren tek bir örtük ayet bile yoktur. Esasında İran, devlet olarak Şiilik perdesi altında Hz. Hüseyin’i kendi ırkçı amaçlarına her gün kurban etmektedir. (Bu konuyu ayrıca ele alacağız inşallah)
ALMANLARIN ŞİİLİĞE İLGİSİ: Bazı Almanlar, ‘Biz Şii olduk’ diyerek Şii topluluklara katılmış; buradakiler onları el üstünde tutuyor, hayranlık duyuyorlarmış. İslam’ı araştıran bir Alman gayrimüslimin, Kur’an’ı öğrenip yaşamaya çalışmakla yetinmeyip kendisini doğrudan bir kitlenin içine konumlaması, dünyanın her yerinde o ülkenin istihbarat örgütünün hedeflediği toplulukları kendi ülkelerinin amaçları doğrultusunda kullanma yöntemlerinden biri olduğu bilinir. Müslüman olmak kendisine nedense yetmeyen ve kendisine ‘Ben Şii’yim’ diyen Almanlar da akla ilk olarak bunu getirmektedir. Türk Devlet Başkanına, Almanya’daki vatandaşlarına konuşma yapma izin vermeyen Almanya’nın, (tıpkı PKK ve FETÖ mensuplarına olduğu gibi) Şii-Farisilere cömertçe sunduğu imkânların nedeni de üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
AMAÇ NEDİR: Bu konuyu ayrı bir başlık altında ele aldım. Şimdilik İran’da Şii din eğitimi alan Türkiyeli bir Türk’ün bir soruya verdiği cevabı naklederek bu konu üzerinde ilgili ve yetkililerin acilen durması gerektiğini belirtmek istiyorum: ‘İran’da eğitim gören Türkiyeli bir Türk: ‘Türkiye ile İran arasında savaş çıksa ne yaparsın?’ sorusuna şu karşılığı verdi: ‘Müçtehidimiz ne derse onu yaparım.’. Tabii müçtehit kabul edilenlerin tamamının İranlı ya da İran’a bağlı olduğu da hatırlanırsa bu cevabın ne demek olduğu daha iyi anlaşılır. Yani öyle bir faaliyet var ki milletimizin bir evladı, milletimize karşı kullanılacak duruma getiriliyor. Mesnetsiz rivayetler ve mecrasından saptırılarak yanlış yorumlanan ayetler eşliğinde, İslam-Kur’an-Allah diyerek sürdürülen bir şartlandırma faaliyeti. Değilse bir evladımız, din adına, kendi milletine karşı olacak hale nasıl gelir?!
Challenge diyen bir Tarihçiye / Fuad Durgun
23.10.2025
Hamdi Ulukaya, Murat Ülker'in yerini aldı
21.10.2025
İngiltere’de Zirvede Hangi Türkler Var?
30.09.2025
gazze mahkemesi ay’ı RESUL UZAR 21.10.2025
Dindarların Trajedisi YUSUF YAVUZYILMAZ 25.10.2025
Sumud: Dünyanın Vicdanı YUSUF YAVUZYILMAZ 06.10.2025
Atasoy Ağabey/Ak Saçlı Bilge TALİP ÖZÇELİK 15.10.2025
Üstad'ın Psikanalizi Dr. MEHMET SILAY 09.10.2025
Cumhuriyet Sonrası İslamcılık YUSUF YAVUZYILMAZ 12.10.2025