Dördüncü Bölüm
Bugünün dünyasının hâkim iktidar/devlet telakkisi, şekli, yapısı, sisteminin adı ne olursa olsun modern batının ürettiği ve tedavüle soktuğu “bilimsel düşünce”, yani “bilim” ve “bilimcilik” telakkisi bir dogma düzeyinde eğitimin temelini oluşturur. Bütün bir eğitim sistemi bu “bilimcilik” dogması üzerine, onun kodları ile inşa edilir. Aslında Aydınlanmacı düşünce dediğimiz şey de özü itibari ile bu “bilimci” anlayıştır; temel çıkış noktası burasıdır, tüm tasavvurunu, dogmalarını/ kutsallarını buradan devşirir; varlık, insan, toplum, evren vs. tasavvuru bu “bilimci” dogmasının birer tezahürüdür. “Bilim” telakkisi esas olunca bu anlayışı toplumun her bir hücresine/ noktasına sirayet ettirme görevi de “eğitim”in olmak durumundadır, zaten de fiili uygulama da bu şekildedir. Bilimsel düşünceyi merkeze alan, hatta onu tek otorite kabul eden bir varlık ve dünya tasavvuru çerçevesinde kendini planlayıp uygulayan bir eğitim siteminin ürünleri de elbette bu tasavvura uygun olacaktır. Dünyadaki tüm devletlerin ulusal devletler haline gelmesi, ulusçuluğun küresel Aydınlanmacı bir proje olmasının da etkisiyle bu Aydınlanmacı “bilimci” eğitim telakkisi küresel bir anlayışa ve uygulamaya dönüştü. Her bir devletin/iktidarın kendilerine özgü kutsallarının/ dogmalarının olması buna engel olmadı; çünkü” bilimcilik” dogması hepsinin ortak dogmasıydı.
Öyle ki bu bilgi tasavvuru, yani “bilimci” anlayış iktidardan eğitime hayatın her yanını kuşatmış ve her şeyine sirayet etmiş durumdadır ve hayata hatta düşünceye dair her şeyi belirlemektedir. Egemen bilgi tasavvurunda, bilginin mutlaklığı, yanılmazlığı, tekliği, dolayısıyla dokunulmazlığı esastır. Bilgi, daha doğrusu “bilim”, “bilimcilik”, “bilimsellik”, “bilimsel düşünce” en yüce değer ve en kutsal şey olarak kabul edilince, bilim ve bilimsel düşünceye atıf ile konuşan veya kendisini bilimsel düşünce üzerinden tanımlayıp ifade eden her düşünce, davranış, kuram ve yapılar da mutlak, yanılmaz ve dokunulmaz olarak kabul edilir olmuştur. Bu gerçeklik, yani bu dogma/ kutsallık/ kutsanma hali ve bu fiili durum hem bilimsel düşüncenin üretildiği mekânlar/ okullar/ labaratuarlar, hem üreticiler, eğiticiler (bilim ve düşünce adamları) hem de kullanıcıları, sıradan halk için söz konusudur.
Bilimsel düşüncenin şartlandırılma merkezleri olan eğitim kurumları, eğitim-öğretim müfredatları, eğitim araç ve gereçleri (en önemli araç olan öğretmenler) Aydınlanma insanının oluşum süreci açısından özel bir öneme sahiptir. Zaten bu “bilimcilik” dogması, şartlandırmadan başka bir şey olmayan eğitim olgusunu, eğitimin gerçekleştiği mekânı/ okulu, eğitimin tek çıktısı olan diplomayı yani bir bütün olarak eğitim sistemini olmazsa olmaz ve kutsal bir şey ve kutsal bir yer olarak görülmesini de zorunlu kılmıştır. Bu durum tüm eğitim sisteminin kendisi için var olduğu öğrenciyi, akletmeyen bir müride/inanana dönüştürmüş, öğrenmenin öznesi olacakken eğitimin nesnesi haline getirmiştir. Öğrenmenin ellerinde gerçekleştiği öğretmen/ muallim de bu sistemde sıradan bir eğitim materyaline indirgenmiştir. Kısacası her fiili durum, başka bir fiili durumu meşrulaştırıp dokunulmaz kılmaktadır.
Bilimsel düşünce, “teknolojik devrim”, özellikle de bilimin dine dönüşmüş hali, iktidarı, dolayısıyla muktediri, iktidarı elinde tutanları daha güçlendirdiği modern dönemlerin en önemli gerçeğidir. Çünkü bilimsel düşüncenin en temel çıktısı teknolojik buluşlar iktidarın elinin her yere, her alana ulaşmasına, onu kuşatıp istediği şekle dönüştürmesine imkân veriyor. Bu durum teknolojiyi iktidarın aracına, en temel yardımcısına dönüştürürken iktidarı da teknolojinin bağımlısı haline getirerek aslından tersinden onun aracı ve uygulayıcısına, pazarlayıcısına hatta bir noktadan sonra teknolojinin kuluna dönüştürmektedir. Yani artık modern dünyada, iktidar- teknoloji birlikteliği, tavuk – yumurta, yumurta- tavuk ilişkisinde olduğu gibi birbirini besleyen ve var kılan, karşısında bireylerin veya örgütlü veya örgütsüz toplumların etkisizleştiği, nesneleştiği egemen bir güç, modern bir Tiran işlevi görmektedir.
Bu algının bu denli yaygın ve belirleyici olması, yani bilimin, bilimsel düşüncenin bir din gibi algılanması, bir dine dönüşmesi yine klasik dini tasavvur sayesinde, onun onay vermesi ve kutsaması ile mümkün olmuştur. Klasik dini tasavvur, modern dönemlerde varlığını ancak bilimsel düşüncenin eteklerine tutunarak sürdürebileceğini vehmederek, kendisini onun içinde eriterek veya yeniden kurgulayarak bilimsel düşüncenin “din”iliğini, “din”liğini tescil etmiştir ve kendisi de ancak bilimsel bilginin tescillediği/ onayladığı şekliyle yoluna devam edebilecektir. Öyle ki, bilim ve bilimsel düşünce bir süreç içerisinde klasik dindarların da dini olacak şekilde dogmalaşmış ve küresel bir dine dönüşerek yeryüzünün tek egemen dini haline gelmiştir. Yani bu tesciliyet, ancak dine dönüşmüş bir bilimsellik algısı sayesinde mümkün olmakta, klasik dini tasavvur ve dini söylem de bu yeni durumun, yeni tasavvurun meşrulaştırılma görevini üstlenmiş görünmektedir.
Bilime ve bilimsel düşünceye bu dokunulmazlık, mutlaklık, yanılmazlık, dolayısıyla kutsallık algısı klasik dinin tescil ve onayı ile olmuşken varlığını daha da pekiştirip sürekli hale getirmesi de iktidar ve eğitim sistemi sayesinde mümkün olmuştur, olmaktadır. Öyle ki her biri diğerinin varlık nedeni olan bu üç yapı; bilimsel düşünce, iktidar ve eğitim sistemi aynı zamanda bir birini de kutsamakta, dogmalaştırmakta ve mutlaklaştırmaktadır. Üçü birlikte içinde batin-zahir, maddi- manevi her türlü tatminin sağlandığı -tepesinde bilimsel düşüncenin olduğu- yeni küresel bir tasavvura/ dine dönüşmüş durumdadır. Her biri ayrı ayrı farklı şekillerde tanımlansalar da modern dünyadaki konumları -özellikle üçü birlikte- tam ve muktedir bir din işlevi görmektedirler. Birbirini besleyen bu yapılar, yani bilimsellik merkezli eğitim tasavvuru ve modern yönetim/iktidar biçimleri en az yüz yıldır küreselleşmiş durumdadır. Bu küreselleşme teknolojik devrim ile birlikte daha da pekişmiş, bu çerçevede birey ve toplumların yönlendirilmesi ve denetlenmesi daha kolay hale geldiği gibi plan ve projelerin etkin bir şekilde uygulanması ve toplum tarafından kabulleri de daha kolay hale gelmiştir. Böylece bilimsel bilginin kılavuzluğunda iktidarın ve eğitim sistemlerinin ortaklığında hesap veren, hesap soran insan, daima edilgen durumdaki teknolojik ve dogmatik insana dönüşmüş durumdadır.
Sonsöz: Kimliksizleşme Değil KimliksizleşTİRİLme veya Ümit Yoksa İnsan da Yoktur
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Eğitim, uzun yıllardır, iktidarın gözetim ve kontrolü altında kişi ve toplumları daha kolay yönetebilmenin, onu şartlandırıp yönlendirebilmenin, kimliksizleştirmenin/ istenilen kimliğe dönüştürülmesinin bir aracı olarak görüldü. Modern dönemlerle birlikte ise bu araçsallık daha belirgin hale geldi. Çünkü bilimsel bilgi ve bunun çıktısı olan teknolojinin kişi ve toplumları, fikri ve düşünsel anlamda egemenliği altına almasıyla birlikte hem yöneten yönetilen ilişkisinde hem de öğrenme ve eğitim süreçlerinde önemli değişiklikler ve gelişmeler meydana geldi. Bu süreçteki en önemli değişikliklerden birisi iktidarların bilimsel bilgiyi bir yönetim aracı olarak kullanmaya başlamalarıdır. Eğitim- öğretim de bu anlayış üzerinde yeniden planlanmış, ders müfredatları da bu anlayışı esas alarak hazırlanmıştır. Özellikle son yüz yılda bilimsel bilgi tüm toplumun en temel dogması haline gelmiştir. İktidarların bilimsel bilgiyi bir yönetim aracı hatta aygıtı olarak tasarlayıp kullanması ile birlikte, iktidarın otoritesinin her bir hücreye sızması ve onu kontrol altına alması mümkün hale gelmiştir.
İktidarlar tarafından eğitim, sadece kişi ve toplumları bir şartlandırma yönlendirme aracı olarak değil, toplumların din tasavvurlarını yeniden dizaynı için de kullanıldı. Dolayısıyla bilimsel bilgi merkezli eğitim tasavvurları, bu tasavvurun uygulama mekânı okullar ve diğer tamamlayıcı unsurlar çevre, medya ve iletişim aygıtları tüm yeryüzünde benzer davranışları sergileyen yeni bir “küresel insan/ vatandaş” tipolojisi ortaya çıkardı. Haz ve hız eksenli yeni kimliğiyle bu “küresel insan/ vatandaş” böylece ulusçu ve küresel iktidarların yeni tebaası haline gelmiş oldu. Aslında bu durum tam bir sürüleşme, kimliksizleşme ve mankurtlaşma haliydi. Çünkü bu yeni insan, kadim kimliğinden / “saplantılarından” “tutuculuğundan”, “dogmatikliğinden” özgürleştirilerek, özne olma vaadiyle bir nesne haline getirilmiş, bilimsel bilginin kulu kılınmıştı.
Öyle ki bu süreçte toplumların dini değer ve pratikleri, örf, adet ve gelenekleri bilimsel bilgi dininin önünde birer engel olarak görüldükleri için, “bilim dışı” ilan edilerek itibarsızlaştırılmış, müntesipleri aşağılık kompleksine mahkûm edilmiş, aykırı inanç ve kültürler yalıtıp yalnızlaştırılarak karantinaya alınmışlardır. Böylece dini inanış, davranış, ibadet/ ritüel, gelenek, örf ve adetleriyle ile çatışır hale getirilen toplumlar ulusal/ulusçu ve küresel iktidarlar karşısında korunaksız bırakılarak küresel sistemin operasyonel aygıtları haline getirildiler. Daha sonrasında da bilimsel bilgi ile çelişmeyecek ve iktidarlara da sorun çıkarmayacak, hatta bir araç olarak da kullanabilecekleri bir dini tasavvur ve pratik ortaya çıkarıldı.
Sonrasında yerel kültürler, farklılıklar, farklı düşünme biçimleri, farklı tasavvurlar, bilimsel düşünce ve bilimci davranış kalıpları arasında eritilip tek şekle, tek tasavvura, tek varlığa dönüştürülmüşlerdir. Yaşamasına göz yumulan bazı yerel unsurlar, marjinal tutumlar, renkler, örf ve adetler ya folklorik, arkeolojik, antropolojik ve turistik bir öğe haline getirilerek küresel vatandaşın eğlencesine sunulmuş, ticari bir meta haline getirilmişlerdir ya da bilimsel bilgi için “çok önemli” birer araştırma ve deney malzemesi olmuşlardır.
Aydınlanmacı düşünce, toplumları şartlandırmada tören, festival ve özel günleri (örneğin kahramanlık ve kurtuluş günlerini) daima eğitimin bir parçası olarak kabul etmiş, bunlara uluslaşma süreçlerinde duygu transferinde, toplumların kaynaştırılmasında ve modern ideolojilerin toplumlar tarafından içselleştirilmesinde önemli işleve sahip olmuşlardır. Ulusal ideolojiler, küresel ideolojinin bir parçası olarak kadim olanın ortadan kaldırılmasında önemli bir görev üstlenerek küresel hegemonyanın önünü açan koçbaşları olmuşlardır. Klasik yöntemdir: Önce parçala, sonra yut.
Konumuzla ilgili bir tespit daha yapalım: Aydınlanma öncesi insanında olan ve Aydınlanma insanında olmayan şey “ümit”tir. Çünkü “ümit”, insanın “aşkın” ile bağı devam ettiği sürece onunla birlikte olur. İnsan, aşkın olanı terk ettiğinde “ümit” de insanı terk eder. Ümidi olmayan/ kalmayan insan her şeyi kendisinden, kendi somut gerçekliğinden ibaret sanır. “Ümitsizlik” bariz bir gelecek tasavvuru olmama, olamama halidir. Dolayısıyla gelecek tasavvuru olmayan bu insanın yeryüzünde bir iz, bir hatıra, bir sadakai cariye bırakması da düşünülemez. Çünkü ümitli olma hali, kişinin kendisini eksik ve sınırlı görme/bilme halinin bir tezahürüdür, kendisini tamamlama çabasının adıdır ve bu kendini tamamlama çabası, kendisi dışındaki ile barış içinde olmasını, kendisi dışındakine saygı göstermesini zorunlu kılar. Ümidini kaybetmiş insan, yani yarınsız insan, rüzgârın önündeki kuru yaprak gibidir, güç/ şartlandırılmışlık hali onu nereye savurursa oraya gider, o tam bir kadercidir ve bir dogma insanıdır. Arayışı olmayan, önüne konulan ile yetinendir: daha doğrusu önüne konulandan ötesini görmeyen, ötesi olmayandır. Yani özne olan değil, nesne olandır.
Son olarak şunu söyleyerek bitireyim: Kimliksizleşme/ mankurtlaşma dediğimiz şey, doğal/ organik bir sürecin sonucunda ortaya çıkmış bir şey olamaz. Hayatın doğal seyrinde devam ettiği, çevre ile insanın bir bütünün parçası olduğu toplumsal yapılarda “kimliksizleşme” gibi kelimeler bulunmaz. Aslında hayatın akışı ne yönde olursa olsun, toplumlar, hangi kaderi paylaşırlarsa paylaşsınlar, hiçbir toplumun dilinde “kimliksizleşme” diye bir kelime var olamaz; varsa eğer bu yanlış/ galat bir kullanımdır. Olsa olsa bir kimliksizleşmeden değil bir “kimliksizleştirme”den, “kimliksileştirilmeden” söz edilebilir. Çünkü hayatın doğal akışı her bir bireyi ve toplumu eksik veya fazla mutlaka bir kimlik sahibi yapar; belki bu konuda en fazla bir ton farkından söz edilebilir. “Kimliksizleştirme” ancak dışarıdan bir müdahale ile mümkün olur. Yani ancak bir güç/ otorite, bir süreç içerisinde, özel yöntemler kullanarak kişinin kimliğini/ geçmişini yok edebilir. Başka bir deyişle “kimliksizleşme” bir tarihsizleşme, geçmişsizleşme halidir; dolayısıyla bir geçmişe sahip birisi mutlaka bir kimlik sahibidir.
Eğer bir kişi ve toplum için bir “tarihsizlik” söz konusuysa o kişi ve toplum için bir “geleceksizlik”ten de söz etmemiz gerekir; çünkü geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Zaten geçmiş ve gelecek yoksa bugün de yoktur. Matematikteki “boş küme” durumudur bu; yani yokluk hali. Kimliksizlik tam da budur.
Altmışlı, yetmişli yılların “Çiçek Çocukları” bu boş küme halinin en ibretamiz örnekleridir. Bu tam bir insansızlık, geçmişsizlik, bugünsüzlük ve geleceksizlik yani boşlukta olma halidir. Sanırım son tahlilde bu hal, tam bir kimliksizleştirilmişlik ve mankurtlaştırılmışlık hali olsa gerektir.
NOT: Bu makale Yetkin Düşünce Dergisinin 26. Sayısında (Nisan, Mayıs, Haziran 2024) yayınlanmıştır.
HOCAM ŞEYHO DUMAN-CELAL SANCAR
06.12.2024
Halep Savaşı başladı
02.12.2024
ALİYA’DA HUKUK VE DÜZEN / Muharrem BALCI
11.11.2024
Gazze'de Öldürülenler Kadın ve Çocuk
09.11.2024
Hamza ER'le Derkenar..
11.11.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM ESRA DURU 06.12.2024