Politika Çarşısının Değişmeyen Gündemi: Seçim İttifakları | HÜSNÜ AKTAŞ
Türkiye’de politika çarşısının esnafı olan politikacıların, son birkaç yıldır ‘seçim ittifakları’ konusu ile meşgul oldukları malûmdur. Alman sosyolog Max Weber, meslek olarak siyaseti iki büyük kategoriye ayırmıştır. Siyaset için yaşayanlar ve siyasetten geçinenler. Siyaset için yaşayanlar serveti ve statüsü olan, geçim derdi olmayan ve siyaseti bir geçim aracı görmeyen kimselerdir. Bunların vakitleri siyasi ve entelektüel tartışmalar için boldur ve kendilerini siyasete adamışlardır. Siyaset için siyaset yaparlar. (Aristokratlar) İkinci gruptakiler ise siyaseti geçim kapısı olarak görenlerdir. Siyaseti çıkarları için yaparlar, partilere çıkarları için girerler, çıkarları için siyasi grup oluştururlar. Amaçları siyasetten bir gelir elde etmek, çıkar ilişkileri kurmaktır. Türkiye’de Weber’in dediği gibi; siyaseti meslek edinmiş ve geçim aracı olarak gören mebzul miktarda siyasetçi vardır.
Siyasi literatürde devlet ile siyasi rejim, birbirinden farklı keyfiyetleri ifade eden kavramlardır. Devletin varlık sebebi ve temel hedefi, vatandaşlarının ortak ihtiyaçlarını karşılamak ve insanlığa hizmet etmektir. Büyük Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da ortaya çıkan ve dünyanın değişik ülkelerinde uygulanan modern ulus-devlet projesi, yeni bir siyaset anlayışını gündeme getirmiştir. Modern-ulus devlet modelinde, ‘vatandaşlık’ statüsü esas alınmış; farklı dini-etnik kimliklere sahip olan insanların, siyasi ve sosyal hakları kanunlarla tespit edilmiştir. Devlet adamlarına ve politikacılara; ‘insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken, sadece aklı esas almalarını ve dinin hükümlerini ferdin vicdanına bırakmalarını’ tavsiye eden laiklik felsefesi, çağdaş uygarlığın vazgeçilmez unsuru haline getirilmiştir.
Türkiye’de modern-ulus devleti esas alan medeniyet anlayışı, batıdan transfer edilen bir anlayıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kullanılan ‘Muasır Medeniyet’ kavramı ile günümüzde herkesin papağın gibi tekrarladığı ‘Çağdaş Uygarlık’ kavramının izafi tasavvurları ve siyasi hayalleri ön plâna çıkardığını söylemek mümkündür. Bilindiği gibi medeniyet-uygarlık kavramını ‘efradına cami, ağyarına mani’ bir şekilde tarif etmek kolay değildir. Cemiyet halinde yaşayan insanların; gayelerine ulaşmak için, değişik vasıtaları kullandıkları malumdur. Son tahlilde siyasi, ahlâki, ictimai, hukuki ve ticari kurallar, medeniyetin bir parçasıdır.
Tarih boyunca bir değil, birden fazla medeniyet-uygarlık tasavvuru/telâkkisi insanların zihinlerini meşgul etmiştir. Eski Asur, Yunan, Mısır ve Roma uygarlıkları, putperest zihniyetin ortaya çıkardığı uygarlıklardır. Batı medeniyeti kaynağı ve hizmet ettiği idealler açısından, eski Yunan ve Roma medeniyetinin bir devamıdır. Lozan Antlaşması’nda; Osmanlı Millet Sistemi’ni dikkate alan ve müslümanları ‘kurucu-asli unsur’, gayr-i müslimleri de ‘azınlık’ kabul eden devlet adamları, zaman içerisinde ulusal üst kimlik teorisi gibi, keyfiyeti meçhûl bir kavramı ön plâna çıkarmışlardır. Yürürlükteki Anayasa’da yer alan ‘Atatürk Milliyetçiliği’ ve ‘Türklük’ tanımı, hakikate ve realiteye uygun değildir.
Siyasi iktidarın teşekkülünü, denetlenmesini ve devredilmesini kurallara bağlayan rejim; resmi ideolojiden kaynaklanan şüpheler ve vehimler sebebiyle paradoks bataklığına sürüklenmiştir. Bu paradoksun keyfiyetini yüzyıllar önce (13.yüzyıl) Nasıreddin Tusi; ‘Ahlak-ı Nasıri’ isimli eserinde ifade etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur: ‘Bir demokraside sayıya ve hesaba gelmeyecek kadar çok farklılık, yani farklı gaye ve arzular bulunur. Bu devletin ahalisi taifelere bölünürler, bazıları birbirine benzer, bazısı ise birbirinden ayrıdır. Her bir taifenin bir başkanı vardır ve halkın geneli bu başkanlar üzerinde baskın olurlar. Çünkü başkanların onların istediklerini yapması gerekir. Bu sebeple hiçbir lider gerçek anlamda lider değildir ve çok sayıda taife olduğundan tam olarak devlete hâkim olamazlar’. Nasreddin Tusi, bu şekilde tanımladığı demokratik rejimin cemiyet hayatına etkisini izah ederken şöyle demiştir:’ Herkes kendi hayalindeki bir demokraside yaşamak ister, çünkü herkes orada kendi hevâsını tatmin edebilir. Bir demokraside iyilik ve kötülük son dereceye ulaşır. İyilik ne kadar artarsa kötülük de o kadar derinleşir. Zamanla bir erdemliler taifesi teşekkül eder ancak bu taife her zaman azınlık olarak kalır.’
Türkiye’de politika çarşısının esnafı olan politikacıların, son birkaç yıldır ‘seçim ittifakları’ konusu ile meşgul oldukları malûmdur. Alman sosyolog Max Weber, meslek olarak siyaseti iki büyük kategoriye ayırmıştır. Siyaset için yaşayanlar ve siyasetten geçinenler. Siyaset için yaşayanlar serveti ve statüsü olan, geçim derdi olmayan ve siyaseti bir geçim aracı görmeyen kimselerdir. Bunların vakitleri siyasi ve entelektüel tartışmalar için boldur ve kendilerini siyasete adamışlardır. Siyaset için siyaset yaparlar. (Aristokratlar) İkinci gruptakiler ise siyaseti geçim kapısı olarak görenlerdir. Siyaseti çıkarları için yaparlar, partilere çıkarları için girerler, çıkarları için siyasi grup oluştururlar. Amaçları siyasetten bir gelir elde etmek, çıkar ilişkileri kurmaktır. Türkiye’de Weber’in dediği gibi; siyaseti meslek edinmiş ve geçim aracı olarak gören mebzul miktarda siyasetçi vardır. Siyaseti siyaset için yapanlar ise parmakla sayılacak kadar az. Demokratik toplumların belki de tabiatı budur. Halk egemenliğinin sözde kalması ve halkın temsilcilerinin seçildiği andan itibaren temsil kabiliyetlerini kaybetmeye başlaması, değişik problemleri beraberinde getirmektedir. Bu tespitten sonra, Millet İttifakı’nın ‘ortak politikalar mutabakat metni’ üzerinde kısaca duralım.
Ortak Politikalar Mutabakat Metni
Günümüzde siyasetle meşgul olan kimseler arasında tartışılan meselelerin başında, “hükümet sistemi” tartışmalarının geldiğini söylemek mümkündür. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini esas alan referandumdan sonra, bu tartışmaların artarak devam ettiği malûmdur. Millet İttifakı adı altında bir araya gelen siyasi partilerin sözcülerinin ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ adını verdikleri hükümet sistemi, yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu arada bazı politikacılar ‘hükümet sisteminin fiilen değiştiği, yeni anayasa ile siyaset ve hukuk normlarının bu fiili duruma uygun hâle getirilmesi gerektiğini’ ifade ettiklerini de unutmamak gerekir. Esasen bu problemin ‘hükümet modeli sistemlerini karşılaştırmak ve en uygun olanı tercih etmek’ gibi hayali tekliflerle çözülmesi de kolay değildir.
Geçtiğimiz ay (06 Mart Pazartesi günü) Saadet Partisi Genel Merkezi’nde Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin genel başkanları, yaptıkları son toplantıyla cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylarını bütün ülkeye duyurdular. Kimisi için malumun ilâmı kimisi içinse son ana kadar bir değişiklik beklentisiyle geçen süreç, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ile tamamlanmıştır. Normal şartlarda daha önce (03 Mart Cuma günü) ilan edilmesi beklenen aday ilanı, İyi Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener’in toplantıdaki kararı onaylamaması nedeniyle ertelenmek durumunda kalmıştı. Masanın önemli aktörlerinden birinin ittifaktan ayrılma sinyalini açık şekilde vermesi (bu ittifakın bir kumar masası olduğunu söylemesi) bir anda tartışmaların yeni bir boyuta geçmesine vesile olmuştur
CHP, İYİ Parti, DP, Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi’nden müteşekkil olan Millet İttifakı (Altılı Masa) şimdiye kadar çok sayıda toplantı tertipleyerek siyasi, sosyal, güncel, kültürel, ekonomik ve teknolojik konulara dair görüş ve öneriler sunduğu malûmdur. Son olarak altı parti genel başkanlarının imzaladığı “ortak politikalar mutabakat metni” yayınlanmıştır. Bu mutabakat belgesinin önsöz dâhil dokuz ana başlık, yetmiş beş alt başlık ve 2300 küsur maddeden oluştuğu görülmektedir. Metnin önsözünde “Ortak Politikalar Mutabakat Metni’miz altı siyasi parti olarak destekleyeceğimiz Ortak Cumhurbaşkanı Adayı’nın Seçim Beyannamesinin ve seçimlerden sonra uygulanacak Hükümet Programının ana omurgasını oluşturacaktır” vurgusu yapılmaktadır. NATO’ya bağlılığın devam edeceği ve Siyonist rejimle ilişkilerde herhangi bir değişikliğin olmayacağı beyan edilmektedir. Metin tahmin edileceği gibi emperyalist Amerikayı Türkiye’nin “müttefiki” olarak takdim etmekte ve “NATO ulusal güvenliğimiz açısından sağladığı caydırıcılık bakımından kritik önem taşımaktadır” (s. 230) denilmektedir. Fakat ABD’nin bölgemizde teröre verdiği destekten söz etme ihtiyacını hissetmemişlerdir. İç siyasetten dış politikaya kadar birçok alanda çözüm önerileri ve değişim vaatlerinin yer aldığı metinde, mülteci meselesine dair maddeler de geniş şekilde yer almıştır. Göç İdaresi Başkanlığı başta olmak üzere mültecilerle ilgili faaliyet icra eden kurum ve kuruluşların altyapısının güçlendirileceği belirtilen metinde, düzensiz göçün kaynağı olan ülkelerle “geri kabul anlaşmaları” yapılacağı ifade edildi. Böylece Suriye’deki göçün kaynağını teşkil eden Esed rejiminin muhatap alınacağı Altılı Masa’nın da vaatlerinden biri oldu. Türkiye’nin “tampon ülke” yapılmasına izin verilmeyeceği açıklanan metinde, “Sınırlarımızı elektro optik kuleler, aydınlatma sistemleri, gece görüşlü kameralar, insansız hava araçları, entegre güvenlik sistemleri ve gerekli hallerde duvarlarla tahkim edecek, kaçak geçişlere kesinlikle müsaade etmeyeceğiz” denildi. Sınır kapılarındaki kabul, geri dönüş ve sınır dışı etme işlemlerinin standart kurallara bağlı kalınmasının sağlanacağı söylenen metinde, “Geri Gönderme Merkezleri’nin sayılarını ve kapasitelerini artıracağız” ifadesi yer almıştır.
AK Parti iktidarının, gelinen nokta itibariyle Suriyeli mültecilere yönelik “onurlu” ve “gönüllü” geri dönüş politikasına döndüğü de herkesin malumudur. Altılı Masa’nın baş aktörleri daha önce de hükümetin bu söylemini defalarca dillendirmiştir. Göç ve mülteci meselesine ilişkin birçok maddenin bulunduğu ortak mutabakat metni de “İlgili ülkeler ile görüşerek mültecileri geri göndereceğiz” retoriğinde temerküz etmektedir. DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin de konjonktürel ve popülist söylemlere teslim olması tabloyu daha da iç karartıcı bir hale getirmektedir. Yaklaşan seçimler öncesinde iktidar ve muhalefet partilerinin farklı gerekçelerle de olsa mültecileri geri gönderme ve katil Esed rejimi ile görüşme beyanları kaygı vericidir. Türkiye’de bütün hızıyla esen/estirilen milliyetçi rüzgâra kapılan siyasetçilerin kahir ekseriyetinin mültecileri gönderme üzerine politika icra etmesi savaş, çatışma ve zulümden kaçan muhacirleri tedirgin ettiği aşikârdır.
Şimdiden Kazandık Havasına Girdi
Gerek İttifak’ın genel söylemleri gerekse de metnin diline bakıldığında seçimin mutlak surette kazanıldığı ve parlamenter sisteme geçiş çalışmalarına başlayacağına dair bir hava sezilmektedir. Seçimin kazanılmaması halinde mevcut durum devam edeceğinden metin zaten yok hükmünde olacaktır. Fakat seçimden Sayın Kılıçdaroğlu’nu zaferle çıkması halinde ise bünyesinde bir çok muğlaklığı barındıran mevcut yol haritası ile sağlıklı ve sürdürülebilir yönetimin nasıl gerçekleşeceği ise merak edilen bir konudur. Başkanlık sistemlerinin özünde yatan temel felsefe sorumluluğun bir başkana devredilip yürütme organının daha işlevsel bir şekilde çalışmasıdır. Doğru ya da yanlış, başarılı ya da başarısız tüm karar ve politikalar başkanın üstlendiği bir sorumluluk alanı içinde yer almaktadır ve başkan kararlarının bizatihi sonucuna da yine kendisi katlanmak durumundadır. Başkanlık sisteminin mevcut eksikliklerini sistemde tadilat yoluyla düzeltmek yerine görece popülist bir dille parlamenter sisteme geçiş üzerinden yapılan siyaset ise üstesinden kolay gelinemeyecek bir sistemik krize büyük oranda yol açacaktır.
Bakanların, başkana sorumlu ve bir bakıma onun ilgili alanlarda işlerini takip eden sekreteri gibi çalıştığı sistemde, ittifak mensubu partilerin genel başkanlarının cumhurbaşkanı yardımcısı olacağı bir sistemde hızlı karar alım mekanizması nasıl inşa edilecektir. Her ne kadar, Millet İttifakı, parlamenter sisteme geçiş konusunda topluma söz verse de seçimi kazanmaları halinde bu bir süreç olduğu için sistem değişimi yapılana dek ülke başkanlık sistemiyle yönetilmeye devam edecektir. Metne göre ittifak paydaşı partilerin kontenjanında kabinede yer alacak bakanlar, genel başkanlar ile istişare sonucu atanacaktır. Bu durumda paydaş partinin bakanı hem cumhurbaşkanına hem de yardımcısına (ya da kendi genel başkanına) karşı sorumlu olacaktır.
Cumhurbaşkanı ve ilgili yardımcının ihtilafa düştüğü bir konuda bakanın hangisini merkeze alarak politika uygulayacağı belli olmadığından sistem içinde bir kilitlenme söz konusu olabilecektir. Ayrıca bakanlar, kendi genel başkanları ile ters düştüğünde kabineden alınma riskiyle karşı karşıya kalacakları için sistem doğrudan parti genel başkanının bakan üzerinde açık vesayet kurmasına imkân tanıyacaktır.
Seçim tarihi yaklaştıkça sisteme yönelik muhtemel tartışmalar ve tezatlar da daha çok gündeme gelecektir. Farklı partilerin demokrasiyi güçlendirmek için çıktığı yolda kırılganlığı artıracak ve çok başlılığı getirecek bir yol haritasının benimsenmesi, her şeyden önce tarafların da zihinlerinde karışıklıklar bulunduğuna işaret etmektedir. Metnin öngördüğü anlayışın demokratik ve uygulanabilir bir pratikten ziyade sistemde krizlere yol açacak ve yeni vesayet alanlarını doğuracak bir karaktere sahip olduğu da asla göz ardı edilmemesi gereken bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.