İktidarın Dini, Dinin İktidarı veya İktidar Aracı olarak Din, Dinin Aracı Olarak İktidar
Din- İktidar, iktidar- din ilişkisi; hem iktidarın hem de dinin tabiatının olmazsa olmaz bir parçası/gereği olarak varlıksal bir ilişkidir ve temelde ikisinin de temel öznesi (veya bazı durumlarda nesnesi olan) olan insanın tabiatı gereği de zorunlu bir ilişkidir. Sorun bu ilişkinin varlığı değil niçinliği ve nasıllığıdır. Bu varlıksal/ zorunlu ilişkinin mahiyeti önemli olmakla birlikte, ilişkinin şekli/biçimi ve amacı/niyeti, yani niçinliği ve nasıllığı daha da önemlidir. Din, inananını fikri ve ahlaki/ameli manada var kılarken, anlamlı kılarken, özgürleştirirken, kendisi olmasını sağlarken, onu hayatın zorluğu karşısında özne kılarken; iktidar da onun varlığını bireysel ve toplumsal anlamda devam ettirmek için vardır. Dikkat edilirse bu tanımlamada/ tasvirde hem din hem de iktidar nesne konumundadır ve insanın var oluşunun, varlığının, imkân ve devamlılığının önemli vazgeçilmez araçları konumundadırlar. Yani din ve iktidar, insanın tabiatının bir gereği olarak hem maddi hem de manevi/psikolojik düzeyde kendisini onlarla tamamladığı, varlıksal anlamda onlara gereksinim duyduğu birbirinden farklı ortak yönleri sadece insan olan iki farklı gerçekliktir.
Sorun, ister mahiyet düzleminde, isterse niçinler ve nasıllar düzleminde olsun din ve iktidarın nesne konumundan özne konumuna geçmeleridir veya böyle bir sürece evirilmeleridir. Sorunu derinleştiren diğer bir unsur ise, insanın, daha özelde ise insanın iradesinin, tercih edebilme iradesinin, yani akledebilme kabiliyetinin değersizleştirilerek var olma sürecindeki özne olma konumunu kaybetmiş veya kaybettirilmiş olmasıdır. En temelde tercih edebilme iradesi elinden alınan insan, din ve iktidar karşısında, önünde hazır bulduğunu veya kendisine sunulanı/ dayatılanı kabullenme dışında bir seçeneği kalmamaktadır. İnsanlar atalarından sadece ırsi, genetik, ekonomik, sosyo-kültürel bir miras devralmıyorlar, ataları onlara içinde doğup büyüdükleri dini ve iktidarı da miras bırakmaktadır. Bu mirasın bir kısmında insanın gerçekten bir seçme hakkı yoktur, bu onun ölünceye kadar sırtında taşıdığı ve kendi çocuklarına aktaracağı zorunlu bir kaderidir. Ancak din ve iktidar alanı böyle değildir. Din ve iktidar, onlara atalarından kalan birer miras olsa da bu miras onların bir kaderi olmaktan çok bir imtihanı ve insan olabilmelerinin/ kendi olabilmelerinin ilk basamağı durumundadır. Bu anlamda din ve iktidarın varlığı da insan kadar eskidir, belki de doğuşları eşzamanlıdır.
İnsan ile bu denli özdeşleşen bu iki gerçeklik, insanın yeryüzündeki özne konumunu pekiştiren rolleri çerçevesinde hem insanın özgürlüğünü korumasında, kendisi kalmasında, kendisi olmasında hem de yeryüzünün onun eliyle ifsadının önlenmesinde hayati bir role sahiptirler. Bu durum onların yani varoluşlarının gereğidir. Ancak onların bu var oluşları yani insana yardımcı olma halleri, biraz da insanın ifrat ve tefrit halleri dolayısıyla her zaman mümkün olmamakta, bu yardımcı/ araç/ nesne olma hali, özne olma haline; iradesi altında olma/tercih edilme hali, iradesi altına alma, tercih eden haline dönüşmektedir. Sonuçta varlık nedenlerinin dışına çıktıklarında hem din hem de iktidar insanı iradeleri altına alıp, onun özne olma halini nesne olma, araç olma haline dönüştürmektedir.
Elbette din ve iktidarın bu hale evirilmesi insanın arzu, hırs ve korkularından bağımsız olarak gerçekleşmemekte, ihtiras ve korkularının esiri konumundaki insan, iktidar ve dini bu ihtiras ve korkularının aleti konumuna indirgediğinde, din ve iktidar tarafından karşı bir darbe ile onların aleti, aracı ve nesnesi konumuna düşürülmektedir. Bu makinenin /robotun, bilginin, paranın makamın sahibini esir alması gibi bir şey… Elbette din ve iktidarın bu hale evirilmesi bir anda ve sadece insanın zaafları nedeniyle gerçekleşmiş bir durum değil, din ve iktidarın doğasının tahrip ve tahrif edilmesinin bir sonucu olarak bunların yeni bir doğaya evirilmeleri, kimliğe kavuşmaları ve bu yeni kimliğin gerekleri olarak gerçekleşmiş bir durumdur. Ve bu bir süreç içerisinde ortaya çıkmıştır.
Buraya kadar din ve iktidarın insan karşısındaki konumuna, insan ile zorunlu ve sorunlu birlikteliğine kısaca değindik. Daha doğrusu insanın merkezi konumda olduğu bir süreçteki din iktidar ilişkisinden söz ettik. Görüldüğü gibi bu ilişkide, ikisinin de edilgen/pasif konumları yani insana hizmet noktasında bir arada olmaları nedeniyle aralarında herhangi bir çatışma ve olumsuz anlamda bir rekabet gerçekleşmemiş, insanın ihtiyacı noktasında birbirini tamamlamışlardır. Bu yazı çerçevesinde asıl üzerinde duracağımız konu, bir anlamda insana rağmen veya insandan bağımsız olarak din- iktidar ilişkisidir.
İnsan karşısında din veya iktidardan biri özne konumuna geçtiğinde –ki bu durumda insan nesne konumuna gelir/getirilir- diğerinin de doğası bozulmakta, ya diğerini tahakkümüne almakta ya da diğerinin tahakkümüne girmektedir. İnsandan bağımsız olarak veya insana rağmen süren bu mücadele/kavga, ya iktidarın dinileşmesi ya da dinin iktidarlaşması ile sonuçlanmaktadır. Her iki süreçte de insan nesne konumundadır.
(İnsanın nesne konumundan kurtulup özne konumuna geçmek için yaptığı var olma mücadelesi de elbette her durumda ve dönemde farklı boyutlarda sürmektedir ancak onun bu diriliş ve var olma mücadelesi din ve iktidarın var oluş amacına dönüşleri gerçekleşmedikçe olumlu bir sonuca ulaşmayacaktır. Bu yazının konusu bu değildir.)
Dinin iktidarlaşması veya iktidarın dinileşmesi rasyonaliteyi/ zahiriliği, somutluğu zorunlu kılarken, dinin, iktidarın aracı haline gelmesi veya iktidarın dini tekeline, kontrolü altına alması ise ancak irrasyonalite/ batıni bir din algısı ile mümkün olur. Başka bir deyişle, iktidarlaşmış bir din veya dinileşmiş, teokratik bir yapıya dönüşmüş bir iktidar, rasyonel, zahiri, somut bir din tasavvuru ile ancak iktidarını ayakta tutabilir, projelerini gerçekleştirip, kendisini var kılabilir. Kendisini bir din ile sınırlı, bir dinin uygulayıcısı görmeyen, ancak dinlerin iktidarına rakip olmaması için de tebasının iktidarı önemsemeyen, dünya işlerinden çok inananın iç dünyasına yönelen bir dini tasavvura sahip olmasını ister ve böyle bir dini inancın yaygınlaşması için de iktidarının bütün imkânlarını kullanır. Şimdi konuyu biraz daha açalım:
Dinileşmiş bir iktidar veya dinin iktidarı haline gelmiş yönetim biçimi hem yönetimin ihtiyaçları hem de yönetimin somut gerçekliğe dayanmasının bir tezahürü olarak iktidarın din algısı da rasyonel, somut, uygulanabilir özellikte olması gerekir. Dolayısıyla toplumun devlet ile iş tutan, devletin memuru, askeri, bileşeni durumundaki kişi ve yapıların da dini düşünce ve düşünme biçimi olarak rasyonaliteyi/ zahiriliği, somut düşünceyi esas almaları gerekir ki, iktidar ile uyum içinde olabilsinler. Örnekleri de göstermektedir ki, zaten iktidarlar da başka türlüsüne izin vermezler. Başka türlüsüne izin verdiğinde meşruiyeti de sorgulanır hale gelir; devletin din algısının sorgulanması iktidarının da sorgulanması anlamına geleceğinden iktidar bunu beka sorunu” olarak görür.
Dini araçsallaştıran, din ile iktidarını meşrulaştıran, dinden iktidarı adına güç devşiren bir iktidar için ise dini tasavvur irrasyonel/ batini olmak durumundadır. Çünkü böyle bir iktidarın, ayağına dolanmayacak, kendisi ile çatışmayacak, kendisine rakip olmayacak, inanlarını bu yönde/ iktidara talip olma noktasında motive etmeyecek, şartlandırmayacak bir dini tasavvura ihtiyacı vardır. Dolayısıyla böyle bir iktidar, dini ilke ve kurallara, gelenek ve göreneklere, dini simge ve sembollere, bunların yaşamasına, gelişip yaygınlaşmasına ancak iktidarına hizmeti oranında imkân ve destek verir. Ancak her durumda kendisini, idaresi/sultası altındaki toplumun ekseriyetinin inandığı dinin inananı olarak tanımlasa, onların varlığından bir meşruiyet devşirse de onu iktidar yapan asıl saikler daha başkadır. Bu nedenle o bir sultan/kral, başkan vs olarak kendisini ve iktidarını bu din ile, bu dinin emir ve hükümleri ile yükümlü ve sınırlı görmez. Çünkü onu iktidar yapan güç asabiye/ etnisite veya asabiye koalisyonlarıdır. İktidar konusunda onlarla iş tutar.
Modern dönemlerde asabiyeler şekil değiştirerek bir tür çıkar ortaklıklarına dönüşmüşler ve iktidarlar da bu yeni çıkar ortaklıkları çerçevesinde şekillenir olmuşlardır. Bu tür iktidarlar da, hem iş tutma biçimleri hem iktidar ortakları hem de muhatap oldukları halk kitlelerinin farklı dini geleneklere ve etnisitelere sahip olmaları nedeniyle istisnasız bir şekilde dini araçsallaştıran bir özelliğe ve yapıya sahip olurlar. Din ile ilişkileri de çıkar ortaklıkları çerçevesinde cereyan eder. Kısa vadede dini yapıları olduğu gibi kabul ediyor görünseler de uzun vadede toplumda kendi çıkarlarına hizmet edecek bir dini tasavvurun egemen olması için çalışırlar. Bu dini tasavvur da iktidar talebi olmaması, iktidara ortak olmaması nedeniyle irrasyonel yani batini olmak durumundadır.
Dinileşmemiş, kendisini dini ilke ve kurallarla tanımlamayan bir iktidar, rasyonel, zahiri, somut, dünya iktidarını önceleyen bir din tasavvuru ile barışık olma, böyle bir dini kullanabilme imkânı yoktur. Çünkü çoğu zaman iktidarın talepleri, öncelikleri ile somut/zahiri dini tasavvura sahip dini anlayışın beklenti ve öncelikleri çelişecek ve çatışacaktır. Bu nedenle bu yapıdaki iktidarlar, böyle bir dini anlayışın, egemenliği altındaki topraklarda gelişmesini istemezler; çünkü böyle bir anlayışı her zaman kendisine rakip olacak, iktidarını elinden alacak güç olarak göreceklerdir. Böyle bir dini algı iktidarı ele geçirdiğinde iktidar bir dini iktidara, devlete, teokratik bir yapıya evirilecektir ki her durumda bu yeni bir iktidar ve yeni bir iktidar erki demektir.
Aynı şekilde dinileşmiş/ teokratik bir devlette de iktidarın üzerine inşa edildiği din tasavvurunun irrasyonel, batini bir tasavvura sahip olmaması gerekir. Çünkü dini iktidarın, bir dünya ve iktidar tasavvuru olmayan bir dini anlayışla devleti/ halkı yönetmesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle bu tür iktidarların egemen olduğu coğrafyalarda çok kültürlülüğe ve çok dinliliğe iyi gözle bakılmaz. Onlara kısa vadede farklı statüler verilerek iktidarın dışına itilseler, iktidarın nimetlerinden yararlandırılmasalar da uzun vadede ya asimilasyon ile ya göçe zorlanarak ya da başka yöntemler kullanılarak farklılıkları/varlıkları ortadan kaldırılırlar. Çünkü onların varlıkları hem iktidarının tekliğini, kutsallığını, dokunulmazlığını hem dini tasavvurunun yegânelerini sıkıntıya sokar, iktidarı ve din tasavvurunu tartışmaya açar. Böyle bir şeyi iktidarın zaafiyeti veya kendi inançlarının zaafiyeti olarak gördükleri için çok kültürlülüğe sıcak bakmazlar.
İktidarların dinileşmesi ve dini simgeler kullanması veya kullanmaması doğrudan dini tasavvur biçimi ile ilgilidir. Bu durum aynı zamanda üzerinde muktedir olduğu halkın dini tasavvuru ile de yakından ilgilidir. Ancak geçmişten günümüze her iktidarın kullandığı imge, simge ve semboller iktidarların doğrudan din algılarını gösterirler. İktidarının özelliği gereği bunu muhatapların gözüne sokarak kimi de daha dolaylı bir şekilde gösterirler.
Bu iki iktidar türüne (her kültürde örnek bulunabilir) Müslüman coğrafyadaki/ gelenekteki en iyi örnek Emevi ve Abbasi hanedanlıklarıdır. Emeviler, seküler izler taşıyan, dini araçsallaştıran, onu/dini iktidarın “âli menfaati” için kullanan bir iktidarı temsil ettiğini, Abbasi hanedanlığının da bir ölçüde din adına hareket eden, dinin iktidarını, teokratik dini iktidarı, kutsal iktidarı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Bu tarihten sonra Müslüman coğrafyada dini/ teokratik iktidar bir iki başarısız uygulama dışında pek rağbet görmemiştir, daha çok/ genellikle seküler izler taşıyan, dinin iktidarı değil, iktidarın dini belirlediği/ etkilediği, kendisini bütün dinlerden bir ölçüde bağımsız gören, ancak krize düştüğü dönemlerde dinden/ dinlerden meşrüiyet devşiren bir iktidar şekli egemen olagelmiştir. Oysa devletler/iktidarlar meşruiyetlerini ideolojilerden değil sorumluluklarını üstlendikleri, sözleştikleri kitlelerden almak durumundadırlar ki hesap verebilir ve hesap sorabilir olsunlar. İslam coğrafyası bugün de Suud ve İran dışında (ki ikisinin de din devleti olduğu şüphelidir.) dini bir iktidarla, teokratik bir devlet şekli ile yönetilmemekte ve böyle bir dini tasavvurun egemenliğinde yaşamamaktadır. Hemen hemen hepsi dinden bağımsız ama dini, dindarı önemseyen, onlardan yararlanan, kullanan ve yeri geldiğinde meşruiyet devşiren bir iktidar olgusuna sahiptir.
Ancak günümüzde gerçek dini iktidarların yani gerçek teokratik iktidarların bilimi, bilimselliği tanrılaştıran ve bilimin çıktılarını din haline getiren modern batılı iktidarlar/ devlet yapıları olduğunu söylemeliyim. Öyle ki bunlar bilimi ve çıktılarını bir din gibi dogmalaştırarak ve elbette kutsayarak hayatın her zerresine egemen kılmaya çalışmakta, bu dogmaya uymayanları ötekileştirerek yok saymakta, iktidarın nimetlerinden mahrum etmekte hatta fiilen, fiziken yok etmektedirler. Koca Avusturalya ve Amerika kıtalarının bütün yerli halklarını bu bilim dininin, bilim iktidarının askerleri, fedaileri yok etmedi mi?
Buradan devam edeceğiz inşallah…
Not: Yazarımızın Konu ile İlgili Yazısının İlk Kısmını Aşağıdaki Linkten Takip Edebilirsiniz:
http://www.hertaraf.com/koseyazisi-bir-sartlandirma-ve-uyusturma-araci-olarak-din-758
Ebu Ubeyde: Nasrallah'ın yasını tutuyoruz
28.09.2024
HİZBULLAH'IN FİLİSTİN SINAVI | HAZIM KORAL
28.09.2024
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024