Biriktirmenin Yazıdaki Tezahürü: Yazılı Dil ve İnsanın Fakirleşmesi
İnsanın var olanla ve hissesine düşenle yetinmemesi önce biriktirme, depolama/stoklama kültürünün oluşmasına arkasından da dilin bu gerçekliğe göre kendini yeniden inşa etmesine yani kayıt merkezli bir karaktere bürünmesine neden oldu. İlk önce hayatını, günlük/ yıllık iş disiplinini, çalışma temposunu bu biriktirme kültürüne göre yeniden düzenledi. Bir ihtimal, bu biriktirme işine doğal felaketler ve zor doğa koşulları gibi makul sebepler nedeniyle veya belli zaman dilimlerinde çalışıp belli zaman dilimlerinde dinlenme maksadıyla başlamış olabilir. Böylece az zamanda yoğun çalışılarak ihtiyaçlardan daha fazlası üretilip/toplanıp depolanarak bunları uzun zamanda tüketme geleneği oluşmuş olabilir hatta biriktirdiklerinin önemli bir kısmını ihtiyaç sahipleriyle paylaşmış da olabilirler. Ancak bu toplama ve yığma işi bir süreç içerisinde sadece kişinin kendisinin zenginliği için herhangi bir zaman fasılası vermeden yapılır hale gelmiş; daha çok yığmak daha çok çalışmayı, daha çok çalışmak daha çok yığmayı getirmiş. Arkasından da sınıflı toplumlar (zenginler -fakirler) oluşmuş ve tarihin bilinen/ görünen yüzü başlamış. Bu biriktirme kültürü aynı zamanda mübadele / değiş-tokuş kültürünün, anlayışının oluşmasına da zemin hazırlamış.
Elbette “kayıt ihtiyacı” da bu zeminlerde ortaya çıkmış. Aynı şekilde belli malların belli kişilerde /toplumlarda toplanması bu zeminin doğal bir sonucu olmuş. Bir noktadan sonra uzmanlık gerektiren işler ve meslekler de ortaya çıkmış. Bu biriktirme kültürü aynı zamanda ihtiyaçtan daha fazlasını tüketme, daha fazla ürüne sahip olma dolayısıyla da israf etme anlayışının da en temel sebebi gibi görünüyor.
Tabi tüm bu olup bitenler, yaşananlar eş zamanlı olarak dile de yansıdı. Benzer şekilde dilin doğasında da değişimler yaşanmaya başlandı. Önce bir süreç içerisinde “hıfz”, “hafıza” önceki değerini yitirdi, artık daha somut kayıt araçlarına ihtiyaç vardı. Bin yılların alışkanlığı ile “söz”, “hafıza” ve “hıfz” bir müddet daha ikincil bir araç ve değer olarak varlığını sürdürse de biriktirmenin toplumsal bir tasavvura/ algıya/ alışkanlığa dönüşmesi nedeniyle uzun bir geçiş sürecinin arkasından bu dönem de sona erdi. Bu geçiş sürecinde sözü ve sesi biriktirme, depolama, sesi, sözü ve düşünceyi resmetme kültürü ortaya çıktı. Uzun yıllar insanlar düşüncelerini, arzu ve isteklerini önce resim olarak, sonra hat/yazı olarak bazı bitkiler, taş, ahşap, pişmiş toprak gibi uygun malzemeler üzerine nakşetmeye, resmetmeye, yazmaya devam ettiler. Artık resim ve yazının egemenliği başlamıştı.
Biriktirme, yazıyı; yazı, biriktirmeyi daha da geliştirip büyüttü ve bu süreç organize ve örgütlü yapıları/toplulukları ortaya çıkardı. Büyük aile ve aşiretler, klan ve boylara, klan ve boylar devletlere, imparatorluklara dönüştü. Aynı serüveni diller de yaşadı. Bazı diller toplumlarıyla birlikte kaybolup gittiği gibi bazı toplumların dilleri de bölgesel ve uluslararası diller haline geldi. Tüm bu olup bitenler toplumun niceliğini, niteliğini ve ihtiyaçlarını değiştirip dönüştürdüğü gibi dillerin yapısında da önemli değişiklikler meydana getirdi. Dolayısıyla hem toplumlar hem de diller bulundukları yerden farklı yeni bir noktaya gelmiş oldular. Bu gelinen yeni durum ve konumda hem insanların hem de toplumların algı ve tasavvurlarında önemli değişiklikler yaşanırken diller de bu yeni algı ve tasavvurlara göre yeniden şekillendi. Bu aşamadan sonra dil, birey ve toplumdan bağımsız bir erilliğe ve özne konumuna geldi. Artık dil, toplumun peşinden gittiği bir yapısallıktan topluma yön tayin eden bir konuma evirildi, bir otoriteye dönüştü.
Özellikle hammaddelerin (bitki ve maden) işlenmeye başlanması ile birlikte toplumsal hayat yeni bir şekle, yeni bir forma evirildi. Göçebe ve tarım toplumu boyutundan kasaba ve şehir aşamasına geçildi. Bu yeni durum ihtiyaçları, üretimin şeklini ve niteliğini değiştirdiği gibi üretim araçlarını ve bunların rol ve konumunu da değiştirdi. İnsanlar artık üretim merkezli daha büyük ve organize topluluklar halinde yaşamak durumunda kaldılar. Onlarınki bir seçim değil bir zorunluluktu. Tarım da bu çerçevede yeniden şekillenmiş, daha çok kasaba ve şehirlerin gıda ve hammadde ihtiyacını karşılayacak bir karaktere sahip olmuştu. Dil de bu toplumsal yapıya uygun bir hal aldı. İşte “yazı” böyle bir toplumsal yapı içerisinde gelişti ve egemenliğini kurdu. Yani, yerleşik ve kendisi de bir üretim aracına dönüşmekte olan toplumsal yapının ihtiyaçlarına uygun olarak dil yazı/ “kayıt” merkezli olarak yeniden şekillendi; hatta dil salt bir kayıt aracına dönüştü. Artık sosyal, siyasal ve ekonomik ilişkileri sadece söz ile yürütmek mümkün olmuyor, tüm iş, ilişki ve işlemleri yazı ile kayıt altına almak bir zorunluluk haline gelmişti. Söz güvenilirliğini ve geçerliliğini yitirmişti; artık dönem “söz uçar, yazı kalır” dönemiydi. Aslında güvenini yitiren ve değersizleşen söz değil insandı, insanlıktı.
Yazı, onlarca yüzyıl sürecek bir zaman dilimi içinde ve sürekli kendisini tahkim ederek dilin en temel bir parçası olarak hayata dâhil oldu. Bir o kadar yüz yıl sonra da hayata tümüyle müdahil/egemen oldu.
Öyleki, insanın yapıp ettikleri hatta söz, “hıfz” ve “hafıza” ile değil yazı ile (yani insan devre dışı bırakılarak) kayıt altına alınmaya başlanmıştı. Bu durum hem alışılagelen insan-çevre- toplum ilişkilerini zaafa uğrattı hem de insanın kendi bedenine olan hâkimiyetini zayıflattı. Kapasitesini geliştirmesi bir yana, verimi, mevcut kapasitesinin çok altına düştü; verili imkânlarından uzaklaştı. Kendisinden uzaklaşması doğadan uzaklaşması ile eş zamanlı olarak gerçekleşti; şehrin kasvetli ve sınırlayıcı havası onu hırçın, memnuniyetsiz, doyumsuz, umutsuz ve elbette mutsuz kıldı. Bu dönemde insan, doğayı içeriden biri olarak değil dışarıdan birisi olarak yeniden keşfetti. Her yeni keşfi kendisini daha merkeze koymasına ve doğadan ve doğal olandan uzaklaşmasına neden oldu. Ancak bu “kazanımlar” veya keşifler, kendi bedenini haz dürtüsü, zihnini de sadece maddi/ somut olan ile sınırladığı için madde ve mana olarak birlikte var olan vücut bütünlüğünü de kaybetti. Yeryüzünü bu dar çerçeveden temaşa ederek onu sığ bir maddi düzleme indirgeyerek yeni dünyasında hırslandıkça hırslandı ve onu kendisi için kapısı olmayan bir zindana dönüştürdü. Şimdi o bu zindanda, zindanın karanlığında/körlüğünde çevresindeki her şeyi yakıp yıkarak sadece doyumsuzluğunu körüklüyor. Elbette atılan her adımın, her çığlığın doğada bir yansıması/ karşılığı oluyor ama zihnindeki karanlık gözünü ve kalbini perdelediği için o bunu göremiyor, yeryüzünün karşı çığlığını duymuyor, duyamıyor. Çünkü o, bir ahraz ve kör adam hırsı ve acziyetiyle yeryüzünü tarumar ederek dengesi ve merkez kaç kuvveti olmayan yeni bir yeryüzü inşa etti. Ancak gelinen bu süreçte mutsuzluğu ve yoksunluğu, yalnızlığı azalmadı arttı. Maalesef tüm bunlar “yazı” sayesinde oldu. Yazı icat oldu insan zihnen parçalandı, denge bozuldu.
Gelinen nokta itibari ile insanoğlu, birey olarak irade ve vücut imkânlarını kullanma açısından alabildiğine zayıflamış, güçsüzleşmiş ve fakirleşmiş olsa da toplumsallık ve örgütlülük anlamında tarihinin en güçlü dönemini yaşadı. Bu dönemde birey, toplumun, devletin, sanayinin, ideolojilerin, örgütlü yapıların bir nesnesi ve aracı haline geldi. Yazılı kültürün temel göstergelerinden sayılan eğitim sayesinde insan bu nesne ve araç halinin ya farkında olmadı ya da bu halini olması gereken en ideal hal olduğuna şartlandırıldı. Öyle ki artık insan ancak yazılı kültürün bir parçası olduğunda bir anlam ifade eder oldu, yazılı kültüre ittiba-ı oranında kendisine bir değer atfedildi. Artık o bu süreçte tamamen ve sadece toplumsal bir varlıktı; doğanın değil, yeniden organize olmuş ve tanımlanmış toplumun bir parçasıydı.
Yazılı kültür süreçleri insanın doğa ile mücadele ettiği, doğayı esir almaya çalıştığı bir dönemdir. Dünya yazı ve kitap/kayıt merkezli bir dünya haline gediğinde, doğa artık insanın yok edilmiş vicdanına teslim edilmişti veya başka bir deyişle toplumsal vicdanının/asabiyenin kontrolü/ iradesi altına girmişti. Böylece doğa tüm boyutları ile esir alınmış ve hayat/ toplumsal hayat yeni bir işleyişe/ mekanizmaya kavuşmuştu. Ancak bu sonuç organize yapılar/ devletler, sanayiciler açısından (hatta bir açıdan insan için bile) büyük bir zafer olsa da doğa için bir felaketti. Çünkü bu süreçte yeryüzü hızla çölleşme evresine girdi veya pek çok canlı türü yok oldu ya da pek çoğunun doğası/ genetiği değişti. Sanki dünya yeniden yaratılmış gibi hız ve haz merkezli olarak yeniden kurgulandı ve günümüze gelindiğinde yeni bir dünya ortaya çıkarıldı. Bu yeni dünya “hız” merkezli bir konuma sahipti, dolayısıyla, hayat daha da hızlanmıştı; insan ses hızının ötesine geçmiş, ışık hızı ile yarışıyordu.
Bu hercümerç içerisinde kimse “söz”ün tarih olduğunu, “bir varmış bir yokmuş”a dönüştüğünü fark etmedi bile. Hayat bir bütün olarak yazı eksenli/merkezli olarak aktı gitti. Başta üretim, ticaret, öğrenme, yönetim olmak üzere toplumsal hayatın her veçhesi, bu gerçeklik içerisinde kendisini yeniden kurdu ve eski/söz, eskide kalmış oldu. Tamam, önce söz vardı ama artık yoktu; o, eski çağların, eski dünyaların efendisiydi, bugünün değil.
Hayata eklenen her bir “yenilik”, ancak hayattan bir şeyleri eksilterek, bir alanı boşaltarak kendisine yer bulabiliyor ve bulduğu yerde kalıcı olabiliyor. Çünkü hayat her zaman tamdır, doludur ve boşluğa imkân vermez; yani hayat boşluk kabul etmez. Yazılı dil ve yazılı kültürün yaptığı da bundan başka bir şey değildi. Sözü ve sözlü kültürü, iteleyerek, öteleyerek önce kendisine bir yer açtı, sonra da kendisini onun yerine ikame etti. Bir süreç içerisinde sözlü dilin ve sözlü kültürün yerini bütünü ile yazılı dil ve yazılı kültür aldı. Bu yeni gerçeklikte hem bireysel anlamda hem de toplumsal ölçekte insan, pek çok özelliğinden, yetenek, kabiliyet ve kazanımlarından vaz geçmek durumunda kalmıştı. Böyle bir sonuç, kişi anlamında onun bireysel ve bilinçli bir tercihi olarak değil, atalarının geçmişte yaptığı, kendisinin halen yapmakta olduğu eylemler nedeniyle zorunlu bir şekilde ortaya çıktı. Geriye dönebilme imkânı da yok.
Evreni Okumaktan Kitap Okumaya Düşüş: İnsanın Hazıra Konma Kolaycılığı
Bugünün insanının, yazının, bireyden ve toplumdan neleri alıp, neler verdiğini görmesini sağlayacak en somut örnek, bizim yazının başından beri “kayıt” diye ifade etmeye çalıştığımız şeyin en belirgin hali olan “matbu kitap” olsa gerektir. Bir şey istisna olmaktan çıkıp toplumsal bir davranışa, toplumsal bir rol modele, her bireye hitap eden bir olguya dönüştüğünde, o şey, olduğu şeyin dışında bir anlam ve misyona sahip oluyor. İşte “Kitap” tam da bunu ifade ediyor. Kitabın, matbu hale gelip yaygınlık kazanması ile birlikte “okuma yazma”nın her bireyin öğrenmesi/ yapması gereken en temel işi, görevi, ödevi, onu tamamlayan bir organı haline gelmesi hem de devletin/toplumun en temel görevi olduğu gerçeği ile birlikte değerlendirildiğinde “matbu kitap” olgusunun toplumdaki yeri daha iyi kavranır. Evreni, çevreyi, olayı, olguyu okumak ile yazılı / matbu kitap arasında önemli farklar bulunmaktadır. Birincisinde kişi okuma işini, kendi tecrübe, bilgi birikimi ve iradesi ile yapar, ikincisinde ise yazılanı takip eder; anlamaya kavramaya çalışır. Birincisinde özne ikincisinde genellikle nesnedir; yani birincisinde bir irade ortaya koyarak yanlış veya doğru bir kanaate varır ve bu kanaat bir düşünce ürünüdür; yani birinci okuma biçimi bir düşünce üretir. İkincisinde kişi genellikle kendisine çizilen sınırlar içinde kalır: en fazla yazılana karşı çıkar; karşı çıkma, değerli de olsa bir kanaat değildir ve bu okumadan bir düşünce çıkmaz. Kısacası birincisi sözlü kültür insanının, ikincisi ise yazılı kültür insanın ortaya koyduğu bir eylemdir.
Matbu kitabın toplum ve birey üzerinde nasıl bir etki yaptığını, nasıl bir değişim ve dönüşüme neden olduğunu okuyucuya dönüşen bireyin nasıl kendisinden uzaklaşıp başkasına, hatta kitaptakine dönüştüğünü, bugünden yaklaşık 150 yıl önce Schopenhauer, Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine isimli kitabında çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş. Schopenhauer’u dinleyelim:
“Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla —yani neredeyse bütün gün— okuyan ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkânı sunar. Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinden hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder; bir başka kimsenin düşünceleri sürekli olarak üzerinde bir baskı yahut tazyik unsuru olarak varlığını korursa bir zihnin durumu da buna benzer. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır; zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır: İnsanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalan buharlaşmayla, terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider.
Bütün bunlardan kâğıt üzerine dökülen düşüncelerin kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir: Adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız. Üslup sahibi yazarları okuyarak edebi bir niteliğe ulaşılamaz: Bu, sözgelimi, ister ikna edicilik, hayal gücü zenginliği, mukayeseler yapma yeteneği, isterse cüretkârlık yahut keskinlik, kısalık yahut incelik, ifade kolaylığı veya nüktedanlık, isterse umulmadık tezatlar, veciz veya naif bir üslup ve benzeri olsun fark etmez.”1
Üzülmeli mi sevinmeli mi bilmiyorum, bu ironik ve düşündürücü durum otuz yaş yukarısı için azalarak devam etse de daha geç doğumlular için bu satırlar fazla bir anlam ifade etmeyecektir.
Bugün gerçekliğinde zaten onların matbu kitapla bir bağları kalmadı.
Eğitim sistemindeki zorunluluk nedeniyle görüntüde de olsa ilişkilerini devam ettirmek durumunda kaldıkları ders kitaplarından da 2020 pandemisi sayesinde kurtuldular. Onlar artık tümüyle dijital dünyanın bir oyuncusu veya oyuncağı/kobayı durumundalar. Ancak konuyu “kayıt” noktasına geri getirirsek bugün mevcut her kuşak artık kendisini yazı ve kitapla kayıtlı tutmak istemiyor.
Çünkü artık yazı ve kitap beklentileri karşılamaktan oldukça uzaklaşmış, dolayısıyla insanlık yazıyı ve kitabı aşarak kendisine yeni bir süreç başlatmış durumda.
Bu süreçte “yazı” ve “kitap” devreden çıkarak merkez olma makamını dijital /sanal hafızaya devretti. Bu nokta insan ve insanlık için önemli bir eşik ve insan, böylece yeni bir maceranın eşiğine ayak basmış gibi görünüyor. Gerçekleşen dijital dönüşüm, bilgisayarın ve akıllı tablet ve telefonların günlük hayatın bir parçası olması ile bu yazılı olanı okuma ve “kayıt” altına alma durumu daha vahim bir hal aldı. Dijital olanın egemenliği ile “kayıt” ve kayıt altına alma yeni bir boyuta evirilerek, kitabın çok ötesine geçerek hayatın bütün alanlarını kapsar hale geldi. Öyle ki bu dijital dönem kendi dilini, kendi kültürünü oluşturmaya da başladı.
Artık dijital bir dil ve dijital bir kültür ile karşı karşıyayız diyebiliriz. Bu dijital dilde “kayıt” daha kuşatıcı ve kapsayıcı bir şekilde gerçekleşiyor; kitabın eksik bıraktığını tamamlıyor; hayata dair ne varsa, hiçbir şeyi açıkta bırakmamacasına her şeyi kayıt altına alıyor; ses, yazı, görüntü, hareket, her şey… Aynı zamanda bu süreç insan zihninin yeniden kodlandığına veya insanın zihnini yeniden inşa ettiğine, dolayısıyla da düşünce eylem ve davranışlarının bu kodlara ve yeni inşaya göre oluştuğuna işaret ediyor.
Yazılı kültür sürecini en veciz bir şekilde “Söz uçar, yazı kalır” özdeyişi ifade eder. Bu özdeyiş, bu dönemin özünü teşkil ederken sözlü kültür hakkındaki yargısını da ortaya koyar. Bu yargı Sözlü dili ve kültürü olumsuzlayıp işlevsizleştirirken hatta itibarsızlaştırırken kendisini de kutsamaktadır. Kalıcı olan kendisidir, önceki bir var bir yok olmuştur; uçup gitmiştir, çünkü sözlü kültür eşyanın/ varlığın gaz halini temsil etmektedir. Yazı ve yazılı olan ise kalıcı ve daimi olana, taş ve demir gibi varlığın katı haline karşılık gelmektedir.
Yazılı kültür insanına göre, insan ne yapacaksa bu katı hal üzere yapacaktır. Esas olan somutluktur. Hayat somut olandır; dokunduğun, ellerinle tuttuğun, kokladığın falan… Üstelik insan bu katı hal üzereyken ne yaptığını görebilmektedir. Bu sayede kendisine bir anlam ve misyon yüklemektedir; çünkü ne yaptığı somut olarak ortadır. Yaptıklarını sadece kendisi değil sonraki kuşak da görecektir; yani yarına da kayıt düşecektir. O, bir anlamda bu katı hali yani olanı kayıt altına alma halinin kendisini bir şekilde ölümsüzleştireceğini varsaymaktadır; bunlar, firavunlar gibi sadece bedenlerini değil, her eylemini mumyalamaya çalışmaktadırlar. Sonuçta her insan eserini görünce mutlu olmaktadır; bu öğretilmiş bir duygu mudur yoksa fıtri bir duygu mudur; Allah’u âlem, ben bilmiyorum. Ama vakıaya bakıldığında onun bu kanaati çok nettir. O zaten “su üstüne yazı yazılmaz” derken de bunu ifade ediyor ve esas olanın eşyanın katı /somut hali olduğunu, bunu da “iz” ve “eser” bırakarak ispatladığını varsayıyor. Aslında yazılı kültür insanı bunları gerçekleştirerek ölüm fobisini yendiğini, ölümsüzlüğü yakaladığını da sanmaktadır. Genellikle bu durum onun nazarında bir sanı olmaktan çok, kesin kanaat gibidir.
Bu duygu hali insanda iki şeyi faş etmektedir: birincisi; kendi düşüncesini, eylemini somut hale getirmeyi, görünür kılmayı, esere, yazıya, resme, heykele dönüştürmekten, sonra da onu seyretmekten çok hoşlanır. Genellikle bunlara bir değer yüklemez. Bu somutluk hali başlı başına bir değerdir onun için. Zaten somut olmayan, olmadığı için bir değerinden de söz edilemez. Bu hal onun için ölmeden önce ölümsüzlüğü tatmak gibi bir şeydir. İkincisi; (bu, birinci durum ile tenakuz gibi görünüyorsa da vaka bu;) o, tüm yapıp ettiklerini başkaları görsün diye yapmakta, aslında bir yerde başkaları adına yaşamaktadır; sanki eyleminde kendisi yok olmuştur. Çünkü yaptıkları, kendisinden çok başkalarının görmesi içindir; tamam yaptıklarını seyretmekten kendisi de büyük haz almaktadır ama esas olan başkalarının görmesidir, onların ne dediğidir. Tabi ölümsüzlüğün bir ayağı olarak geleceği kurmak da onun için oldukça önemlidir.
Söz Uçar, Yazı Silinir, Dil Ölür, Baki Olan, Olmayandır: Dijital/ Sanal Dil Neyin Dilidir
Oysa gerçek, yazılı kültür insanın duygu ve beklentilerinden çok daha katıdır ki o da, hiçbir kayıtın ve katılığın ebedi olarak kalıcı olmadığıdır. Evet, söz uçar, yazı silinir, baki olan; olmayandır, kavranamayandır. Şimdi insanlık, var olan ama görülmeyenin, hissedilen ama elle tutulamayanın dünyasına alışkın olmadığı bir hızla giriyor. Bu durum, katı halin ateş ve ışın halinden başka bir şey olmasa gerektir; öyle görünüyor ki bu dijital /sanal hal de gidebildiği yere kadar gidecek -geriye gidilecek bir yer, dönüşülecek bir hal kalmışsa tabi- ve o da sonunda başka bir hale dönüşmeye mahkûm olacaktır; mevcut olgular buna işaret ediyor; ama henüz bu dönemin başındayız ve aşırı hızdan da başımız dönmüş durumda. Bu sanal dönem nasıl bir dönemdir; ateş halinin hangi aşaması, hangi boyutudur veya bu hal bir yanılsama, bir illizyon mudur, gerçeğin tam olarak ne olduğuna o günleri yaşayanlar şahitlik edecektir.
Bu dijital dönüşüm, bir açıdan bakıldığında insan için bir imkân; insanoğlu bu imkânla kendi zihni dâhil her şeyi kontrol altına alabilecektir, zaten bugünden egemenliğini dünyanın dışına taşımıştır. Ancak madalyonun diğer yüzünde başka bir görüntü var. Bu görüntüde teknolojiye bağımlı/tutsak hale gelmiş ve aynı zamanda kendisi de mekanikleşen ve yalnızlaşan, toplumunu kaybetmiş bir insan var. Ancak bu insan, toplumun koruması altında, onun imkânlarıyla, onun bir parçası ve bağımlısı olarak yaşamaya alışmış. Toplumu yok olunca kendisini denizi çekilmiş/ kurumuş, kum çölündeki bir balık gibi hissedecek ve nefes almakta zorlanacaktır. Ancak olan olmuş ve geri dönmek de mümkün olamayacaktır. Evet, artık insanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği, gerçek olmaktan çıkmış ve tarihin konusu olmak üzere; metropollerde bu durum gerçeğe dönüşmüş gibi görünüyor. İnsan, toplumun/devletin bir parçası/nesnesi olmaktan teknolojinin/dijitalizasyonun bir nesnesine/aparatına dönüşmek üzere. Yeni kuşaklar Yeni dönemin balıkları susuz denizlerde doğdukları için denizlerin önceki halini bilmedikleri için denizlerin hep bu şekilde olduğunu sanıyorlar, yüzgeçlerinin yerinden çıkan el ve ayakların acısı ile olsa gerek olanı, örneğin kumdan başka gıda olduğunu bile algılamakta zorlanıyorlar. Sonuçta duyguları, düşünceleri, fikir ve eylemleri, tabi ki dilleri de bu çerçevede oluşuyor.
Gelinen bu durumu bir geçiş süreci, bir ara dönem olarak kabul edebiliriz. Bu ara dönemde olanlara bakarak gelecekte insanı nelerin beklediği konusunda bir kanaate sahip olabiliriz. Gördüğümüz o ki bu ara dönemde yazı da yazılı kültür de devre dışı kalmaya başladı. Karar verme makamında artık “yazı” değil “hız” oturuyor; “yazı”, “hız”a dönüşmüş durumda, dolayısıyla artık hayatı ve olacakları “hız”ın belirlediğini söyleyebiliriz. Sanırım en temel eşik, ışık hızının geçilmesi; bu gerçekleştiğinde insan kendisini yeni bir gerçeklikte, yeni bir boyutta, yeni bir hayatın içinde bulacak. Bu gerçeklik aynısıyla dil süreçlerinde de yaşanıyor: Öyle görünüyor ki bir süre sonra diller, mecazi anlamda söylemiyorum gerçek anlamda yok olacak; çünkü yavaş yavaş sözcükler yok oluyor; birkaç kuşak sonra onları kullananlar da kalmayacak. Kalemler/klavyeler de işe yaramayacak; çünkü mektuplar, risaleler, kitaplar, makaleler yazılmayacak, dergiler yayınlanmayacak, dolayısıyla bir süreç içerisinde harfler, kelimeler, yazı ve imla kuralları da unutulup gidecek. Peki, yerine ne gelecek: Işıktan hızlı yeni bir düzen, yeni bir hayat kuruluyor; bu hayat yeni insanını da inşa ediyor ve bu insan da daha inşa aşamasındayken dile benzemeyen yeni dilini (işaret dili gibi bir şey, ama henüz bu konuda da bir oydaşma görülmüyor.) oluşturmaya başlamış. Şimdilik “sanal dil” diyebiliriz. Görülmeyen, yani aslında olmayan bir dil; dilsizlik dili.
Sanki insan hayatını/ kaderini dijital olana, yapay zekâ diye tanımlanan sıralı sırasız rakamlara, sembollere, simgelere veya bunların arkasındaki “akla” teslim etmiş gibi. Öyle görünüyor ki insan, yeni bir oligarkın/ yeni bir iradenin yazılımını yaptığı yeni bir makineye dönüşmede epey yol almış. Sanal bir dünya kurulmuş gibi; bu sanal dünyanın sanal dili ve kültürü çok hızlı bir şekilde gelişiyor. Sanal dünya, sanki masalımsı bir dünya, bir var bir yok. Gerçek, gerçeküstü / gerçek dışılık bir arada. Sanki olan insana olacak. Yaşayan görecek.
Sonsöz Yerine: İnsanın Dilsizleşmesi İnsanın Kıyameti mi?
Tüm bu anlatılanlardan sonra, bugün gelinen noktada sadece, olayların olguların, hayatın değil insanın da gerçek anlamda dijitalleştiğini söyleyebiliriz. Bugün, dil, yazı merkezli olmaktan çıkmıştır. Sürdürmeye zorlanarak devam ettirdiğimiz binlerce yıllık yazılı dil ve kültür ile ilgili her bir şey biz kabul etmesek de yok olma sürecine girmiş. Hatta belki de yok olmuştur da biz onun yıllar öncesinden kalma yankılarını gerçek sanıyoruz; bugün olduğunu varsaydığımız bu dil yeni bir oluş değil, önceki oluşların bir yansımasıdır, kim bilir. Bu gerçeklik çok değil bir kuşak sonra net olarak görülecektir ve yazılı dilin, dolayısıyla bu dil ile bağlantılı kültürün aslında 2020’li yıllarda, yani tam da bu günlerde öldüğünü, görünen şeyin, son kuşağın alışkanlıklarının bir tezahürü ve bu tezahürün semadaki yansımaları olduğu anlaşılacaktır. Şu an bizim yaşadığımız veya kullandığımızı var saydığımız şey yüz yılların bıraktığı tortulardır; bu durum fazla sürmeyecek. Aslında bu yaşanan şey varlığın başka bir varlığa evirildiği, insanın ve doğanın kendi içinde büyük değişim ve dönüşümler yaşadığı bir sürece giriyoruz. Bu süreç, insanın tükenişinin yaşandığı bir süreçtir ve elbette bu süreç dilin tükenişinin sürecidir. İnsan nasıl bir şekle bürünür; Allah’u âlem, ancak dilin öldüğünü ve yeni insanın da bu dile ihtiyacı olmayacağını, bu dilin ahrazı olacağını söyleyebiliriz. Son noktanın konuluşuna, yani dilin ölümüne bugünün yaşayanları olan bizler görmesek de yarın doğanlar şahitlik edecektir.
Zaten yazılı dil halef selef ilişkisi içinde olduğu sözlü dili ve onun yüzbinlerce yıllık kültürünü çok kısa bir zaman dilimi içinde yok etmişti. Hatta bu durum elde herhangi bir kayıt da bulunmadığı için sözlü dil ve kültürü, tarihin bile konusu olmamıştı. Çünkü kendileri de yazılı kültürün çocukları oldukları için tarihi yazı ile başlatmışlar, yazı öncesini yok saymışlardı. Kendi bilgileri dışındaki veya algılayamadıkları şeyleri olmamış, yaşanmamış kabul ettiler; yani kendilerinden öncesini yok saydılar. Yazılı kültürün ilk temsilcileri, geçiş sürecinin şahitleri olarak, olanları gereği görüp kavrayamadıklarından mı, başka sebepten mi bilinmez yaşayıp gördükleri şeyler konusunda bile çok ketum davrandılar. Arkalarından gelen kuşak da bu sözlü kültür söylencelerini, destanlarını, efsane ve masallarını mitolojiye indirgeyerek, hayat ile bağlarını kopardıkları için, artık onlardan “hisse” kabilinden de olsa yararlanmak mümkün olmadı.
Şimdi büyük bir olasılıkla, sözlü kültürün başına gelen yazılı kültür için de (belki de daha sert bir şekilde) söz konusu olacaktır. Devasa kütüphaneler, ses ve film arşivleri çok geçmeden buhar olup uçacak. Kısacası yazılı kültüre ait ne varsa bunların, sadece insanların ilgisizliği ve taşınamaz ağır bir yük haline geldiği, başka bir şeye dönüştürülmesi imkânsız olduğu için değil, kabul edilemez bulunduğu için, ayaklarına dolandığı, sorun çıkardığı ve gelecek perspektiflerine gölge düşürdüğü için, bile isteye yok edilecektir. Yüzlerce, binlerce yıllık kültür, tarihin karanlığına gönderilirken bir ağlayanı bile olmayacaktır. Sözlü kültüre ne olmuşsa halefine de o olacaktır; “bir varmış bir yokmuş” olacak, sonunda o da dijital çağın mitolojisine dönecektir.
Not: Bu makale, Yetkin Düşünce Dergisinin 14. Sayısında (Mayıs-Temmuz 2021) yayınlanmıştır.
1 Arthur Schopenhauer, Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine, (Okumak ve Kitaplar üzerine isimli bölümünden), ter: Ahmet Aydoğan Say Yayınları, İstanbul.
HOCAM ŞEYHO DUMAN-CELAL SANCAR
06.12.2024
Halep Savaşı başladı
02.12.2024
ALİYA’DA HUKUK VE DÜZEN / Muharrem BALCI
11.11.2024
Gazze'de Öldürülenler Kadın ve Çocuk
09.11.2024
Hamza ER'le Derkenar..
11.11.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM ESRA DURU 06.12.2024