metrika yandex
  • $32.57
  • 34.69
  • GA19020

NEYİ EKSİK BU BAHARIN?!

SABİHA ÜNLÜ
08.05.2019

Sahi; o ölü zemin, o ölü toprak dirildi mi?

İnanılır gibi değil.

O kupkuru dallara hayat suyu yürüdü demek.

Pembeli, beyazlı renk renk çiçeklerle donandı ağaçlar.

Ayvalar, erikler, kızılcıklar, şeftaliler, narlar...

Kokusuyla baş döndüren güller, mor salkımlar, erguvanlar…

Neden gönlüm neşeyle coşmuyor peki?

Neyi eksik bu baharın, ne eksikliği var?

Odam, her zamankinden daha sıcak…

Gündüzüm her zamankinden daha aydınlık…

Söyle Güneş; neden varlığın coşku vermiyor yüreğime.

Neden, içimi ısıtmıyor o güçlü ışınların...

Söyle; neyi eksik bu ilkbaharın.

Ümit kesmek, karamsar olmak ne haddime…

Bahar ümit demekse;

Bahar diriliş demekse;

Bahar, haşr’ın numunesi, bahar ilahi bir mucizeyse;

Kederim, hüznüm, kahrım niye...

Gülsün Allah’ım bahar…

İnsanlık baharı gelsin.

Sözüm dua niyetine…

SÖZÜM MECLİSTEN İÇERİ

Evet; sözüm meclisten içeri. Bizzat meclistekilere...

Meclis dedimse, TBMM’yi kastettiğim sanılmasın... Kimsenin sinir uçlarına dokunmak değil amacım. Hele de, mabet bekçilerini harekete geçirmek hiç değil.

Buna rağmen birileri -daha ne denileceğini bilmeden- senin sistemden, rejimden hoşnutsuzluğundan yola çıkarak; “Sen nasıl olurda, dokunul(a)maz olan kutsal meclisimize, içindekilere, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan değerlerimize söz söyleme cüretinde bulunursun” diyerek öfkelenebilir.

‘’ Seçmemiş, seçilmemiş, tekçi anlayışı benimsememiş, Atatürk İlke ve İnkılâpları’na bağlı kalacağına yemin etmemiş, faşizmin ihyası için, Kemalizm’in bekası için çalışacağına, namusu ve şerefi üzerine and içmemiş birinin sözü, demokrasimizin mabedinden nasıl içeri girebilir” diye hiddetlenebilir.

Oysa, her vatandaş gibi benimde; Meclis’i, içindekileri, işlevini, işleyişini sorgulamak en doğal hakkım. Görevim hatta. Kimler tarafından, hangi anlayışla, nasıl yönetildiğimi, kısacası içinde bulunduğum halin ilmini bilmek ve ona göre hareket etmek bir Müslüman olarak öncelikli sorumluluğum aynı zamanda.

Şimdilik bu hakkım bâkî kalsın. Çünkü bugünkü konumuz bu Meclis- TBMM değil. Sözümüz de; bu meclisten değil; kendilerini Sivil-İslâmi diye tanımlayan meclislerden içeri...

Hatta bunların da hepsine değil sözüm.

Politikacıları; hakiki öğretmenleri, asrın siyasi müceddidleri, ümmetin halifesi bilen ve mutlak itaat mercileri olarak gören; politik faaliyetleri en büyük cihat eylemi olarak değerlendiren – sivilliğini yitirmiş politize olmuş- meclislere bir sözüm olamaz...

“Biz’’ X’’ cemaati olarak, seçimlerde falanca siyasi partiyi destekliyoruz. Müslüman’ım diyen her ferdin de, bu desteği vermesini şart, farz görüyoruz” diye ilan eden meclislere de bir sözüm olamaz.

Sözüm; hangi grupta, hangi meclisin içinde bulunursa bulunsun; iradesini hiçbir faniye teslim etme niyetinde olmadığını söyleyen, araştıran, öğrenen, soran ve sorgulayan, sözü dinleyip en güzeline uymaya çalıştığını ifade eden şahsiyetlere. Onların bulunduğu meclislere...

Yönünü Hakk’a, hakikate çevirdiğini söyleyen, Meclisimiz bu yolda kararlıdır diyen toplanma merkezlerine...

Sayıları az da olsa; sivil kalmaya, düşüncede özgür olmaya, devletle arasındaki mesafeyi korumaya özen gösteren, umut vaat eden meclislere sözüm...

ÖNCE KENDİNİZE BAKIN

Peki, bu meclisler dahi, zaman içerisinde kendilerinden beklenen umudu -gereği gibi- yeşertebilmişler midir? Sorumluluk yerine getirilmiş, iyi bir temsiliyet gösterilmiş, doğru bir istikamet çizilebilmiş midir? Geleceğe, onur duyulacak bir miras devredilmiş midir?

Bugün, gidişatından yakınılan, inanç ve amel noktasındaki kaymalardan dolayı ciddi endişe duyulan ‘’haz merkezli’’ gençliğin oluşmasında, bu meclislerin payı yok denebilir mi?

“Ey iman edenler! Siz kendini düzeltmeye bakın. Siz doğru gittikten sonra, diğer sapıtanlar size bir zarar veremez. .........(Maide:105)’’ şeklinde başlayan ilahi uyarının öncelikle kendimize bakmamızı söylemesi, meclislerimizde yeterince önemsenip değerlendirilmiş midir? Bu meclislerde de herkes düşüncesini rahatça ifade edebilmekte, hiyerarşik engelleri aşıp –suçlanmadan-öz eleştiri yapabilmekte midir? “Biz hepsini biliyoruz. Biz en doğru yoldayız. Herkes bizim sözümüze baksın” dercesine üstenci yaklaşımların; kendisini ve meclisini, düzelmesi gereken değil de, hep düzeltici konumda görmenin- bu kanatlanmış egonun- olumsuz etkisi yok denebilir mi?

Kısacası; öncelikle kendimize, yaşantımıza, hanemize, meclisimize bakmayı ihmal etmenin; bundan dolayı da; davranışlarda, akıl, söz ve amel bütünlüğünü sağlayıp Hikmet’i gerçekleştirememenin üzücü sonucunu yaşıyor olabilir miyiz?

BİRBİRİMİZE BAKA BAKA KARARIYORUZ.

Az mı engelle karşılaştık, az mı badireler atlattık, az mı mücadele ettik denilecek ve muhtemelen söz başörtü mücadelesine getirilecektir.

Evet doğru... İslâmi Meclislerin üzerinde yoğunlaştıkları bir konuydu başörtüsü yasağı. Diğer kişisel gelişimler tamamlanmış, karakter- kişilik- şahsiyet oturmuş, iş gelmiş başörtüye dayanmış gibi bir yaklaşım da vardı. Evet bu yasak, bütün faaliyet alanlarınızı kısıtlayan, bütün çıkış yollarını tıkayan çok ciddi bir engeldi.

Kamusal alanda inancın görünür olmasından, yasakçılar çok ciddi endişe duyuyorlardı. Çok şeyin değişeceği kaygısı taşıyorlar, bu nedenle de akıl almaz baskılar uyguluyorlardı.

Çok deneyim kazanıldığı, çok iyi eğitim alındığı, çok yol kat edildiği düşünülüyor, ‘’bir de, kamusal alanda başımızı örtebilsek, bir de bizimkileri tek başına iktidara getirebilsek daha ne istenir ki’’ anlayışı zihinlerde, İslami meclislerde ‘’amaç’’olarak şekilleniyordu.

Başörtü mağduriyeti dillendirilirken gözyaşları eşliğinde sık sık şu samimi serzenişlere de şahit olunurdu.

“İnanamıyorum ya; Müslüman bir ülkede örtü nasıl yasak olur?’’ ‘’Anlamıyorum; Bizim kime ne zararımız var?’’ ‘’Ne var bunda; şu bir metrelik bez parçasından mı korkuyorlar?’’ ‘’Biz ne yaptık ki? Bizim tek suçumuz başımızı örtmemiz.”

Böyle söyleyenler kendi cephelerinden haklıydılar da. Zira düşündüklerini ifade ediyorlardı. Rejime-sisteme entegrasyonda tek engel-tek suç başörtüleriydi.

Laikliğe aykırı davranmakla Atatürk İlke ve İnkılâpları’na uymamakla, devlete karşı gelmekle hatta vatan hainliğiyle- teröristlikle suçlanıyor; buna bir anlam veremiyordu başörtülü kardeşimiz. Böyle bir niyeti yoktu ki onun. Başını örtmekle kimseye karşı gelmek değil, dini bir emri yerine getirmekti amacı. Diğer dini emirler konusunda yeterli bilgisi, ciddi bir talebi de yoktu. Hem Atatürk’ün eşinin de, annesinin de başı örtülü değil miydi? “Benim laiklikle, Atatürk’le, devletle ne sorunum olabilir ki” diyerek ithamları reddediyordu. En çok da ‘’terörist’’ denmesi zoruna gidiyordu.

Kimleri niye rahatsız ettiğinin farkında da değildi çokları.

Oysa; başörtülü bir Müslüman’ın tek suçunun başını örtmek olmaması beklenirdi.

Boğazından inen lokmanın helal mi, haram mı olduğuyla, faizle ve kapitalist ahlakla, emeği alın terini sömüren ekonomik sistemle bu cahili anlayışla nasıl sorunu olmazdı Müslüman’ın ?!...

Ülkesinde ya İslam karşıtlığı veya din istismarı ve mezhepçilik meşrepçilik şeklinde uygulanan laiklikle nasıl sorunu olmazdı? Hükümetlerin icraatlarına dini meşruiyet kazandırma kurumu, laikliğin olmazsa olmaz müessesesi olan Diyanet Teşkilatı ile nasıl sorunu olmazdı?

Cumhuriyetle başlayan tekçi zihniyetle, ulus devlet anlayışıyla, Despotik Rejim’in medenileştirme- çağdaşlaştırma adı altında sürdürdüğü emperyal hareketlerle; red-inkâr-imha politikalarıyla, katliamlarla sürgünlerle nasıl sorunu olmazdı? İnancının; şeytani bir zihniyet olarak görüp lanetlediği ırkçı-Kavmiyetçi-faşist ideolojiyle nasıl sorunu olmazdı müslümanın.?

Yasağı getiren ve sürdürenler; sizin yetişkin bir birey bir üniversiteli olarak işin bilincinde olduğunuzu, Kur’an’i bir yaşantıyı ön gördüğünüzü düşünüp, ‘’şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor’’ diye telaşa kapılıyordu. Oysa yasağı getirenlerin korktukları bir bilinç düzeyi bizde yoktu maalesef.

Zulme yaklaşmanın, ateşe yaklaşmak demek olduğu, her halükarda hakkı ayakta tutan adil şahitler olma zorunluluğu, bir şahsa ya da bir kavme duyulan kin ve öfkenin adaletten ayrılma sebebi olamayacağı gerçeği, tam olarak yerleşmemişti birçoğumuzda.

O yüzden de; ne başörtülü olmanın kamusal alanda yüklediği sorumluluğu tam anlayabildik ne inançlı bir birey olmanın gerektirdiği sağlıklı davranışları gösterebildik.

Bir özgüven patlaması, tavan yapmış gurur, şımartan imkânlar ve zehirleyen güç. Mağduriyete alışmıştık biz. Bu yeni duruma; başarımız, hak ettiğimiz ödül diye baktık. Sınandığımızın farkında olamadık.

Erkeği-Kadınıyla; İyilikte-hayırda yarışmak ve yardımlaşmak yerine –çok defa-kötülükte, şerde dayanışmaya girdik. ‘’Canım herkes yapıyor. Sen de yap bir şey olmaz’’ diyerek, birbirimizi yanlışa teşvik ettik. Cesaretlendirdik. Yaygınlaşan çirkinliğe sığınıp, kendi yanlışlarımızı meşrulaştırmada dayanak yaptık. Mazeretimiz vardı artık. ‘’Canım dindarız diye el etek mi çekecektik dünyadan. Biz Hayatımızı yaşamayacak mıydık?’’ Nefsanî savunmalarla, kararttık amellerimizi. Birbirimize baka baka karardık. Ve arkamızda; ‘’hikmet’’ adına koyu bir karanlık bıraktık.

HİKMET: MÜMİN’İN YİTİK MALI

“KİTAP”tan uzaklaşınca, Rabbinin adıyla okumayı ihmal edince; “hikmet” ten de uzaklaşıldı.

Aklımız, sözümüz ve davranışımız uymaz oldu birbirine. Uzun zamandır,sözümüz senet değil. Mazeretlerimiz inandırıcı değil. Hele bilgelik hali hiç uğramaz oldu semtimize. Oysa hikmet; Mü’min’in yitik malıydı. “Nerede bulursa almalı” diyordu Peygamberimiz.

Biz değil yitiklerimizi bulup daha da olgunlaşmaya çalışmak; elimizdeki son mirası-hikmet kırıntılarını da göz göre göre yitirdik.

Yani; erdemi; fazileti, dürüstlüğü, sadakati...Adaleti, barışı, merhameti, insaniyeti yitirdik. Değil dışımızdakilere, birbirimize bile, şefkat ve merhametle değil, öfke ve nefretle bakıyor gözlerimiz. Bizim Hizb’in ‘’A’’dediğine o da ‘’A’’; ‘’B’’ dediğine o da ‘’B’’demiyorsa, onunla bitmiştir işimiz. Sosyal Medya ne güne duruyor. Ve hemen –sorumsuzca-onu bitirme evresine geçmişizdir. İhlas, uhuvvet ve kardeşlik; Mü’minler’in en önemli yitiklerinden değil midir?...

Meclislerdeki bu kadar dersler, bu kadar çalışma bu kadar faaliyete rağmen, toplumda bir gelişme, bir farkındalık oluşmaması, bir seviye bir olgunluk kazanılmaması, doğrusu üzüntü verici. Hep büyümeyi hedeflerken; göze görünen, ilgi çeken işlerle, popüler işlerle, bol kazanç getiren çıkar sağlayan işlerle uğraşırken; emin insan, güvenilir insan, dürüst ahlaklı insan olma hedefi -para etmediği, geçer akçe olmadığı gerekçesiyle- ihmal edilmiş, ertelenmiş, ötelenmiş değil midir?

İNSANLIK BAHARI’NDA AÇAN ÇİÇEKLER

İnsanlık ailesinde, yitirilen değerlere sahip çıkanlar yok değil. Hangi dinden, hangi kavimden, hangi cinsiyetten olursa olsun; Kemâlâta medar(sebep) olacak bazı üstün vasıfları taşıyanlar yok değil.

Örnek davranışlarıyla; ‘’Kitap ehlinin hepsi bir değildir.......(Maide;113) , ‘’Kitap ehlinden öyleleri vardır ki;.......(Ali İmran:199)’’ ayetlerini bize hatırlatan seçkin insanlar yok değil. Hikmetin-bilgeliğin; şu zamanı bu zamanı, şu devri bu devri olamadığını amelleriyle bize gösterenler, eylemleriyle; ebedi olanın ve evrensel olanın; bu temel değerler olduğunu vurgulayan, yitiğimizi bize hatırlatan hoş sedalar yok değil.

Varlıkları su serpiyor yüreğimize. İnsanlık adına ümitleniyor, onur duyuyoruz. Onlar olmasa; dışarıdan üzerimize yansıyan bu ışık huzmeleri olmasa; belki, bizden iyisi yok demek, ayıplarımızı daha rahat örtebilmek, hatta kusurlarımızı “hikmet” olarak niteleyip cehaletimizle övünmek çok daha kolay olacaktı. Mazeretlerimizi boşa çıkartıyorlar diye, bazılarımız- bu güzelliklere- içten içe- kızıyor dahi olabilirler.

JACİNDA ARDERN (Yeni Zelanda)

Yeni Zelanda’nın adını daha çok, Çanakkale Savaşı’nın yıl dönümünde şafak törenlerinde duyuyorduk. Başbakanları Jacinda Ardern’i de, kucağında bebeğiyle mecliste otururken ki görüntülerinden hatırlıyorduk.

Jacinda’yı ülkesinde yaşanan, elli Müslüman’ın ölümüyle sonuçlanan Müslüman katliamına karşı gösterdiği yerinde tavırla, daha yakından tanıma imkânı bulduk.

Vefat edenlerin yakınlarına gösterdiği samimi yaklaşım, yaraları sarmada, acılı aileleri kucaklamada gösterdiği gayret, katilin adını anmamakta gösterdiği kararlı hassasiyet sarstı bizi. Böyle de olunabilirmiş, böyle de davranmak mümkünmüş dedirtti. Tüm bunlar, yitirdiğimiz Hikmet’ten bir önemli cüz değil mi?

ZULÜM BİZDEN İSE?!

Bu acı tablo bizde olsa (ki benzerleri çok oldu) genelde ilk tepki; fail-failler kim? Bizden mi, değil mi? sorusunu sormak şeklinde olur.

Zulüm bizdense; (yani bizim dinimizden, mezhebimizden, kavmimizden, örgütümüzden, meşrebimizden, memleketimizden vs. ise) adeta bizde bizdenizdir. Ya görmezden gelinir veya olay doğrudan sahiplenilir. Bir dizi mazeret bir dizi hafifletici sebepler sıralanıp, cinayeti meşrulaştırma, caniyi temize çıkarma –aklama-yoluna gidilir. Bazen bir ‘’eline sağlık’’ denmediği kalır. Diğer taraftan, büyük bir gayretle, âmâ’larla, fakat’larla; mazlumun bu zulmü hak ettiği mesajı verilmeye çalışılır.

Zulüm bizden değilse; ancak o zaman mazlumun varlığı ve merhamet gündeme gelir. Olayın vehameti en canlı görüntülerle gözler önüne serilir. Ve zalime de; lanetler, belalar, beddualar, belden aşağı küfürler, gün görmemiş hakaretler şeklinde -zalime ulaşmayan moda-sanal tepkiler verilir.

RACHEL CORNIE (Amerika)

Şimdi Rachel Corrie’yi nasıl hatırlamaz insan. “Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyerek, ülkesi Amerika’nın İsrail politikasına rest çeken; Filistin’e giden ve işgal devleti İsrail’e karşı mazlum Filistinli’nin yanında mevzilenen, Siyonistlerin buldozerleri altında can veren Amerikalı genç aktivist Rachel’i hatırlamamak mümkün mü?!. (sene 2003)

Bir samimiyet timsali Rachel. Timsah gözyaşları değil döktüğü. Mağdurla ağlayıp cellâdı ile iş tutmayan bir insanlık abidesi o. Bir hikmet, bir dürüstlük numunesi...

MEHMET FATİH MAÇOĞLU (Türkiye)

Dersim’in (Tunceli) komünist belediye başkanı Mehmet Fatih Maçoğlu. Başkan; Belediye işlerindeki dürüst-şeffaf yönetimiyle tanınıyor. Kitabımız’la arayı ne kadar açmış olduğumuzu işaret edercesine; bize yönetimdeki yitiklerimizi hatırlatıyor.

“Devletin dini adalettir. (Nisa:58)” “Tüm makamlar-rütbeler emanettir. (Nisa:58)” “Emanetler ehliyet-liyakat sahibine verilir. (Nisa:58)” “Ortak akıl ile hareket edilir. (Şûrâ :38)” “Ceketi ile gelinir, ceketi ile gidilir. (Müddessir:6)”

İçimizden birileri çıkıp; ‘’canım, biz dinimizi elin komünistinden mi öğreneceğiz’’ diyebilir.

“Hikmeti” yitirmişsek, bu yitiğe sahip çıkan her selim akıldan öğreneceğimiz çok şey var demektir.

AYDIN MUSTAFA HAMİT (Irak)

Yarbay Aydın Mustafa Hamit Irak ordusunda bir Türk pilottu.

Kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısıyla bir sivil halkı, bir Kürt şehri olan Halepçe’yi bombalaması emredildi. Irak Hükümeti’nin-Saddam’ın emriydi bu. “Hayır” dedi pilot yarbay. “Bunu asla yapamam. Bu vebali üslenemem. Sivil halkı bombalayamam.’’

”Emri uygulamadığı için Eylül 1988’de idam edildi Mustafa Hamit. “Emir demiri keser” deyip her askeri emri kutsal bilmek ve tereddütsüz uygulamanın büyük bir vebal olduğunun bilincindeydi. Körü körüne teslim olmuş bir asker değildi. Bu yiğit, bu cesur, bu fazilet timsali pilotun, “hikmet”li şehadeti önünde, insan eğilmezlik edebilir mi?

Roboski’yi bombalayan pilotları hatırladım ister istemez. Çoğu çocuk 34 canı, zemheri soğuğunda bomba ateşiyle kavuranları. Onları iyi ki tanımıyorum. Onlara emir veren zalim komutanlarında . Komutanları sorgulamayan yetkilileri de. Belki de hiç tanımak istemiyorum...

YAHUDİ AKTİVİSTLER

“Biz Gazze’yi- sivil halkı bombalamayız’’ diyerek görevi reddeden Siyonizm karşıtı Yahudi pilotların olduğunu da biliyoruz. Sanırım onlar idam edilmedi.

2014 yılında Gazze bombalandığında ölen çocuklar için Tel Aviv Sokaklarında eylem yapan 5 bin savaş karşıtı kişi tarafından kurulan “Soykırım Karşıtı Yahudiler Grubu”nu da biliyoruz. Siyonist devlet politikalarını, ‘’Yahudi ulus devlet yasası’’nı sert bir dille eleştiren-protesto eden Siyonizm karşıtı Yahudilerin varlığını da biliyoruz. Gazze ablukasına karşı direnen, gemilerle ambargoyu delmeye gelen Yahudi din adamlarını ve cesur aktivistleri de tanıyoruz...

Ülkem için böyle bir muhalifliğe tahammülü hayal bile edemiyorum. Ülkemde; değil savaş politikalarını eleştirmek ve bu yönde örgütlenmek; savaşı bitirmeye, barışı temine çalışalım demek bile büyük bir sorun.

Demek insaflı –anti Siyonist- Yahudilerden dahi öğreneceğimiz çok şey var...

MORO İSLÂMİ KURTULUŞ CEPHESİ (Filipinler)

Moro Müslümanları Filipinlerin güneyinde Bangsamoro bölgesinde yaşıyor.

Moro İslami Kurtuluş Cephesi, 1980’lerden beri tam kırk yıldır Filipin hükümeti ile çatışma halindeler. Kırk yıl süren bu savaş; 120 bin ölüme, 2 milyondan fazla zorunlu göçe sebep olmuş. İşte bu savaşa bu sene son verildi.

İşin bir güzel tarafı da bu barışın Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin girişimiyle, Filipin hükümetini ikna etmesiyle gerçekleşmiş olması. Şimdi savaş durdu. Anlaşma sağlandı. Bangsamoro geçiş hükümeti kuruldu. Bangsamoro Özerkliğine kavuştu.

Kırk yıl sonra, çok gecikmeli de olsa, temel insani hakları gasbedilen bir toplum özgürlüğe adım attı. Benzer şartlarda ezilen diğer toplumlara da ümit oldu Moro.

Çünkü “sulh esastır. Sulh iyidir. Sulh daha iyidir.”(Nisa:128)

Savaş ise; Tüm yollar denenip hiç barış ümidi kalmadı ğı noktada başvurulan arızi bir yoldur.

Bizden yüzlerce kilometre uzaktan da olsa, silahların sustuğunu bilmek, hasret olduğumuz barış-sulh sesleri duymak umut vericidir.

KOLOMBİYA DEVRİMCİ SİLAHLI GÜÇLERİ (FARC)

Ve dünyanın en büyük gerilla örgütlerinden birisi FARC “Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri” Marksist-Leninist bir örgüt. 1960’lı yıllardan günümüze hükümet güçleriyle savaş halindeydiler.

Nihayet örgüt ve hükümet masaya oturup ateşkes ve silah bırakma konusunda anlaştılar. 60 yıl süren, 220 bin’den fazla kişinin ölümüne sebep olan ve 7 milyon kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığı bu savaş da artık devam etmiyor. Kolombiya Hükümeti ve Örgüt (FARC), belirlenen anlaşma şartlarına uydu ve savaşı sonlandırdılar.

Geçen sene duygulanarak, medyadan takip ettim bu barış girişimlerini. Kademe kademe ilerleyen sonunda anlaşarak ‘’sulh’’da birleşen elleri. Amazon Ormanlarının derinliklerinden kanolarla gelen gerillaların karşılanışını . Hele de; tarafların imza töreninde yaptıkları etkili konuşmaları. Ve halkın; ‘’Artık savaş yok! Yaşasın Kolombiya! Yaşasın Barış!’’ coşkusunu ibretle-takdirle izledim...

DÖNÜŞ O’NA

Bu bahar da, umutla açtım penceremi...

Bir hikmet pırıltısı görebilir miyim? Bahçemde bir insanlık çiçeği açmış olabilir mi diye.

40 yıla dayanan; silah sesleri, top sesleri, bomba sesleri. Ve Arş’a yükselen ağıtlar. Sıra sıra dizilmiş, savrulmuş, ezilmiş genç cenazeleri..Bu durumda bahar nasıl hissedile bilir ki? Sürüyor işte savaş, dert etme, kapat pencereni denilerek, nasıl görmezden gelinir ki?

Hem de artık, bu savaşın kirliliğinden hiç tereddüt etmeden savaşılıyor. Biz bizi, birbirimizi; diriltmeye değil, bitirmeye and içerek –sulha yol aramadan-savaşılıyor.

Belli ki; rahmet elini çekmiş üzerimizden. Bu demek ki; şeytana iş kalmadı. Onlarca bahara rağmen; bu ülke felah bulmadı...

Derinlerden bir ‘’ah!’’ almış üzerine belli. ’’ Tâ yürekten kopup gelen bir Ah! Belki de binler Ah!..O acıyla; ‘’Bahar yüzü görmesin bahçeniz’’, ‘’Bahar ülkenize hiç gülmesin’’demiş olabilirler. Kim bilir kimlerin kırıldı kalbi? Kimlerin gönül bahçesi tarumar edildi? Kimlerin goncaları açılmadan koparıldı dalından. Fırsat verilmedi, yaşam umutları köreltildi?

Dönüş O’na. Vakit geçmiş, sorumluluk bitmiş değil. Bahar yenilenen bir ümitse, bir dirilişse; ümidi yeşertelim ve dirilelim. Önce kendimizle sonra Ah’lar la yüzleşelim. Af dileyelim helalleşelim. Bu bahar’ın da eksiği yok, eksiklik bizde. Yeter ki baharı davet eden salih ameller işleyelim...

Benim pencerem dar, görüş alanım sınırlı. Çoğundan haberdar değilim. Nice; ismi duyulmamış, namı bilinmeyen insanlık örnekleri-bahar çiçekleri var, bundan eminim. Rabbim! Tümü Sana malum. Onların hürmetine, masumlar mazlumlar hürmetine ve mübarek Ramazan Ayı hürmetine; merhametinle hayra yönelt kalplerimizi. Bahar gülsün bize. Hüsran olmasın sonumuz...

Yorum Ekle
Yorumlar (12)
Nurgül yiğitbaş | 22.12.2022 12:07
Sabiha ablam çok eskilere dayanır sizinle muhabbetimiz uzun yıllar oldu muhabbetinizden yoksun kalali ama geç de olsa tekrar sizi okumak nasip oldu hamdolsun Rabbime, yeniden düşünmeye yeniden kendimizi sorgulama vesilesi oldun Allah razı olsun sizden.
Yaşar kelekçi | 24.02.2020 10:26
Yazılarınız, tek kelime ile, hayatı anıştırıyorlar. Tarih, kültür, toplum, insan, Allah, gelecek; yazılarınızın yapısal iskeletindeki yerini alabiliyorlar. Sorumluluğa çağıran, bütünlük kaygısı namına sorgulayıcı yanı bariz olan şiirsel tarzlı yazılarınız, ışığımızı çoğaltıyor. Saygılarımla.
Sabiha Ünlü | 21.05.2019 14:06
Vakit ayırıp bu uzun yazıyı okuma ve yorum yazma zahmetinde bulunan siz değerli kardeşlerime tek tek teşekkür borçluyum. Eksik olmayınız. Rabbim bizleri daima Hayır' da buluştursun inş. Selam ve hürmetlerimle...
BAHAR | 21.05.2019 11:47
çok anlamlı ve güzel bir yazı... Allah razı olsun
Hasan yildiz | 21.05.2019 01:28
Degerli kardesim dusunerek okudum, 1980 lerde hep okumustum kaleme aldiklarinizi dua ediyorum daha basarili son cumlenizdeki duaniz husran olmasin, insaallah derim insaallah kardesim..
mehmet ali öner | 15.05.2019 14:18
Eyvallah abla.. kaleminize sağlık.. Selam ve dua ile..
Cuma Dogan | 12.05.2019 19:28
Çok güzel bir yazı ibret Allah razı olsun
Nesrin | 12.05.2019 12:33
Bu Bahar Adalet Bekliyoruz
EMİNE | 11.05.2019 04:35
Bizde bu zihniyet bu kafa olduğu müddetçe ; bu baharı daha çok eksiği olur, Allah sonumuzu hayreylesin
SERVET | 10.05.2019 13:58
ALLAH RAZI OLSUN. GÜZEL BİR YAZI.
Süleyman Arslantaş | 09.05.2019 11:12
Kur'an merkezli bir makale.Sağolasın Sabiha Hanım.Doğrusu yazılarını özlemişim..Bu vesileyle selam olsun erdemli müslümanlara,selam olsun erdemli hristiyanlara,selam olsun erdemli yahudilere...
Fuat Taşcı | 09.05.2019 06:29
Sabiha Hanım; Bir solukta okunan yine güzel bir yazı kalme almışsınız. Teşekkür ederiz. Allah razı olsun