metrika yandex
  • $42.83
  • 50.2
  • GA41410

Haberler / Yorum - Analiz

İnsan Hakları Günü Vesilesiyle|Av. Semih Biten

10.12.2025

 

İnsan Hakları Günü Vesilesiyle….

Antik Yunan’da filozofların doğayı anlama çabası, hem felsefenin hem bilimin doğuşuna yön verdi. Bu uzun serüvende, Antik Yunan’dan Rönesans’a dek doğa yüceltilirken, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte merkez artık insana kaydı. Doğa ve doğadaki tüm diğer canlılar, insanın egemenliği altına alınacak, “faydaya dönüştürülmesi” gereken birer nesne olarak görüldü. Bu insan-merkezci yaklaşım zaman içinde kapitalist üretim, sanayi devrimi ve modern devlet aygıtıyla birleşerek yalnızca doğayı tahrip etmekle kalmadı; en nihayetinde insanın kendisini de tahrip etti. Bilim ve teknoloji, insanlığın ortak ilerleme imkânı olması gerekirken, devletlerin ve büyük şirketlerin elinde giderek daha büyük bir tahrip gücüne sahip ölüm makinelerine ve doğayı yok eden araçlara dönüştü. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın yol açtığı büyük yıkım, milyonlarca insanın ölümüne ve doğanın büyük ölçekte zarar görmesine neden oldu.

Bu felaketlerin ardından 1948’de bir araya gelen devletler, tüm insanlar için geçerli temel hak ve özgürlükleri ortak bir dille ilan etti. Bir bakıma birbirlerine ve insanlığa bir söz verdiler. İnsanların hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduklarını; ayrımcılığın reddi gerektiğini; herkesin yaşam hakkına sahip olduğunu; işkence ve kötü muamelenin yasak olduğunu; yasalar önünde eşitliğin esası olduğunu; keyfi işlemlerin kabul edilemeyeceğini; adil yargılanma hakkının, masumiyet karinesinin, özel hayatın gizliliğinin korunacağını; herkesin seyahat özgürlüğü ve sığınma hakkı bulunduğunu; ifade, din ve vicdan özgürlüklerinin dokunulmaz olduğunu ilan ettiler.

Aradan yetmiş yılı aşkın bir süre geçti. Ancak bu sözleri veren devletler başta olmak üzere, hem kendi vatandaşlarına hem de başka toplumlara yönelik ağır ihlaller devam etti. İnsan hakları rejimi, güç karşısında esneyen bir paranteze dönüştü. Uluslararası hukuk, güçlü devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda sıklıkla görmezden gelindi. Gazze’de ve Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde İsrail’in sürdürdüğü saldırılar, bu politikaları siyasi, diplomatik ve ekonomik düzeyde destekleyen devletlerin katkısıyla, binlerce insanın yaşam hakkı ve diğer temel haklarını ağır biçimde ihlal etmeyi sürdürüyor. Savaş ve çatışma bölgelerinde insani yardımların bile engellendiği bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

Ukrayna’da savaş suçları işleniyor; siviller hedef alınıyor, şehirler yerle bir ediliyor. Çin’in Doğu Türkistan’daki baskı politikaları (toplama kampları, zorla çalıştırma uygulamaları, ailelerin parçalanması ve kültürel asimilasyon) uygulanmaya devam ediyor.

Sudan’da yaşanan katliamlar karşısında dünya yalnızca sessiz kalmıyor; kimi devletlerin bölgesel rekabeti çatışmayı daha da körüklüyor. Silah ve altın ticareti, kimi devletlerin doğrudan desteğiyle ya da en hafif ifadeyle göz yummasıyla hızla büyüyor; savaşın ekonomik damarlarını besleyerek insani krizi derinleştiriyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan krizlerin ortak noktası, insan hakları rejiminin artık en temel güvenceleri bile koruyamaz hale gelmesidir. Yemen’de yıllardır süren çatışma, milyonlarca insanın açlık ve salgın hastalıklarla karşı karşıya kaldığı devasa bir insani felakete dönüşmüş durumda. Myanmar’da ise Arakanlı Müslümanlara yönelik sistematik şiddet ve zorla yerinden etmeler uluslararası hukukun en ağır ihlallerinden biri olan soykırım tartışmalarını canlı tutuyor. Buna karşın uluslararası toplumun etkili bir adım atamaması, insan haklarının küresel ölçekte nasıl kırılgan bir zemine sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Afrika’nın birçok ülkesinde halklar açlıkla mücadele ederken, küresel sistem bu çığlığı ya duymuyor ya da duymak istemiyor. Suriye’de çatışmalar sona ermişse de yıllarca süren savaşın ve yarım asrı aşkın süre devam eden otoriter yönetimin açtığı derin yaralar hâlâ kapanmış değil.

Bütün bu küresel tablonun yanında Türkiye’ye baktığımızda ise parlak bir tabloyla karşılaştığımızı söyleyemeyiz. Türkiye tutuklu sayısında dünyada en üst sıralarda yer alıyor; AİHM önünde verilen ihlal kararlarında da ilk sıralarda yer alıyoruz. Anayasa Mahkemesi tarafından verilen ihlal kararlarının fazlalığı insan hakları ihlallerinin sıradanlaştığını göstermektedir. Türkiye’de makul sürede yargılanma hakkı sistematik biçimde ihlal ediliyor. Tutuklama, hukuk düzeninde bir tedbir olması gerekirken pratikte çoğu zaman cezalandırma aracına dönüşmüş durumdadır. Savunma hakkı kısıtlanıyor; adil yargılamanın temel unsuru olan avukatın etkisi giderek azaltılıyor. Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” gibi soyut ve geniş yorumlara açık düzenlemeler üzerinden daraltılırken, aleni soruşturmalarla masumiyet karinesi fiilen yok sayılıyor. Cezaevlerindeki koşullar pek çok mahpus açısından insanlık onurunu zedeleyen bir noktaya gelmiş durumda. Sığınmacılara yönelik kötü muamele, hukuka aykırı şekilde tutulma, mahkeme kararlarına rağmen zorla ya da hileyle sınır dışı edilme uygulamaları ve geri göndermeler, hukuki denetimi aşındıran ciddi sorunlar olarak varlığını sürdürüyor. Aynı şekilde, çevre felaketleri de gün be gün artarak devam ediyor; doğa talanı yalnızca çevre meselesi değil, aynı zamanda temel hak ve özgürlükleri etkileyen bir insan hakları sorunu olarak karşımızda duruyor.

Bütün bu karanlık tablonun içinde insan hakları fikrinin hâlâ insanlığın en değerli ortak zemini olduğunu hatırlamak zorundayız.

Bu ilkeler, devletlerin lütfu değil, insan olmanın doğal sonucudur.

Sözünü tutmayan devletlerin, hukuku eğip büken güçlerin ve savaşlarla, ayrımcılıkla, yoksullukla yaşamları hiçe sayan politikaların karşısında; adalet ve eşitlik talebi insanlığın tükenmeyen bir imkânı olarak varlığını koruyor.

Görünen o ki insan hakları, devletlerin iradesiyle değil toplumların ortak direnciyle ayakta kalacaktır.  

İnsan Hakları Günü, yalnızca bir hatırlatma değil, her kuşağın yeniden kurmak zorunda olduğu ortak bir vicdanın çağrısıdır.

Sesimizi kısmadan, umudumuzu yitirmeden ve her insanın onurunu kendi onurumuz sayarak bu çağrıyı sürdürmekten başka bir yol bulunmamaktadır.

 

Av. Semih Biten

MAZLUMDER Genel Başkan Yardımcısı

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş