metrika yandex
  • $32.46
  • 34.71
  • GA18240

Toplum Mühendisliğinin Zirve Metinleri: Anayasalar-2

MEHMET YAŞAR SOYALAN
29.07.2022

Post Modern Süreçte Anayasa ve Anayasacılık veya Toplumları Batılılaştırmanın Aracı Olarak Anayasalar

Dünya geneline baktığımızda Batılı ülkeler dışında, Batılı anlamda bir Burjuva/ tüccarlar sınıfı olmadığı gibi, sınıflar arası bir çatışma da yok. Çünkü Batı dışındaki devletlerde yöneten ve yönetilenler dışında toplumsal bir gruptan söz edilemez. Bu devletlerin kahır ekseriyetinde bütün şubeleriyle iktisat (sanayi, ticaret) yönetici erkin kontrolündedir. Öyle ki, bir anayasaya sahip olan Körfez krallıklarından, Komünist rejimlere, Afrika’daki kabile devletlerinden Okyanusya’daki köy ölçeğindeki ada devletlerine kadar hangisinde durum farklıdır. Bildiğimiz kadarıyla BM üyeliği için anayasalı olma zorunluluğu da bulunmuyor. Ayrıca bu iki yüz yıllık süreç göstermiştir ki Anayasalar toplumu/ halkı iktidarın zulmünden korumuyor ve iktidarın yetkilerinde halkı korumaya yönelik bir kısıtlama da bulunmuyor. Bazılarında göstermelik bazı olumlu ifadeler geçse bile birkaç satır sonra istisna maddeleriyle o ifadeler işlevsiz hale getiriliyor.

Ancak gördüğüm başka bir şey daha var, o da şudur; mevcut devletlerin hemen hemen hepsinin, birkaç sömürgeci Avrupa ülkesinin yönetimleri altında olduğu bu coğrafyalarda kurulmuş olduğudur. Ve bu sömürgecilerin o coğrafyalardan, onlarca (yüzü aşkın) küçük, küçük devletçikler (neredeyse her kabileye bir devlet) kurarak/ kurdurarak ve ellerine de “bu da sizin anayasanız” diyerek, aslında onların ellerinden sömürgeci devletin oradaki çıkarlarını koruyacak taahhütnameler alarak çekildikleridir. Hem insan kaynağı anlamında hem de kurumlar düzeyinde tüm devlet sistemini de onlar inşa ettiler. Bu anayasalar, kurulan bu yapıların ve inşa edilen Batıcı kültürün devam etmesini sağlayacak düzenlemelerdir. Yani bu devletçiklerin hemen hemen tamamının anayasaları, bu sömürgeci devletlerin bölgeden çekilmesi sürecinde, onların gözetiminde hazırlanmıştır; elbette hiçbir zaman gerçek bir çekilme olmamıştır, sadece görüntüde bir çekilme söz konusudur. Post modern sömürgecilik dönemine geçildiği için bu dönemin gereği yapılmıştır. Bu durum Afrika’da ve Müslüman coğrafyada kurulan/ kurdurulan ülkelerin neredeyse hepsinde birebir yaşanmıştır. Ama bu post modern durumun en trajikomik örneği Lübnan’dır ve ülkenin bir türlü barış ve istikrara kavuşamamasının en temel nedeni de Lübnan Anayasasıdır. Hâlâ belirleyici güç konumunda olan sömürgeci irade nedeniyle Lübnan’da bölge ve toplum gerçekliğine uygun bir anayasa değişikliği mümkün olamamaktadır.

Aslında sömürgeciler çekilmiş gibi yaparak, buraları daha az bir maliyetle bu anayasalar ve vekilharçları eliyle yönetmeye devam etmektedirler. Yani bu anayasalar, o toplumların özgürlüklerini simgelemekten çok, toplum ve yönetimlerin zapturapt altına alındıklarının ve sömürgeciliğin post modern yöntemlerle devam ettirildiğinin en belirgin göstergeleridir. Yine zaman zaman bu devletlerin ileri gelenlerinden duyduğumuz “anayasa” vurgulu açıklamalar/söylemler, eğer “görev aşkından” veya “sadakatlerinden” kaynaklanmıyorsa konu daha çok psikolojiktir: Batıya öykünme ve bir kimliksizlik, kendine yabancılaşma, yani düşmanına/ efendiye dönüşme, öteki ile aynileşme, yani Batılılaşma sorunudur. Sömürgecilerin çekilmesi sonrası oluşan devletler ile Osmanlı coğrafyasında kurulan devletlerin ortak sorunu tam anlamıyla budur. S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu isimli kitabında bu durumu “Kemalizm” olarak tanımlıyor ve onun “Laiklik”, “Milliyetçilik”, “Modernleşme” ve “Batılılaşma” üzerine oturduğunu söylüyor. Sayyid, Birinci Dünya savaşı sonrasında Müslüman coğrafyada kurulan devletlerin neredeyse tamamının Laiklik, Milliyetçilik, Modernleşme ve Batılılaşma temelinde kurulduklarını iddia ediyor. Sayyid, bu ülkelerin yönetici erklerinin bu umdeleri, devletlerini güçlendirecek imkânlar olarak değil, yeni bir devlet ve yeni toplum inşa etmenin araçları olarak gördüklerini, dolayısıyla bu umdeler onların nazarında, bireyin, toplumun ve devletin; müziğinden, giyim kuşamına, günlük hayatındaki örf ve adetlerinden, din anlayışlarına, eğitiminden yargısına (hatta bireyin özel hayatını bile) kadar her şeyiyle Batılılaşabilmesinin olmazsa olmazıdırlar ve temel hedefleri Batılılaşmış bir toplum ve devlet kurabilmektir, diyor[1]. Ancak ben, bu dayatma ve yönlendirmelerle sadece Müslüman coğrafyadaki toplum ve devletlerin değil, sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm toplum ve devletlerin karşı karşıya kaldığı kanaatindeyim. Öyle ki bu ülkelerin eğitim ve yargı sistemleri ve devletlerin diğer uygulamaları bu konuda net bir fikir verse de anayasa metinleri bu durumu bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.

Batı dışındaki coğrafyalarda anayasaların işaret ettiği birinci gerçeklik bu. Ancak bu coğrafyalardaki anayasalar bir gerçekliğe daha işaret etmektedirler; o da bu coğrafyadaki pek çok devlet ve yönetici erkinin toplumunu zapturapt altında tutmanın, küçük bir yönetici azınlığın iktidarını sürekli hale getirmenin ve kurulu düzeni devam ettirmenin bir aracı olarak gördükleridir. Hatta anayasalarına “değiştirilemez” maddeler koyarak onu dogmatik hale getirdikleridir.

Ancak Tunus, Türkiye ve Pakistan örneklerinde olduğu gibi bazı ülkelerde anayasalar manivela olarak kullanılarak muhalefet, iktidar, siyasi kurumlar veya sivil toplum kuruluşları etkisiz hale getiriliyor. Hatta doğrudan darbenin bir aparatı olarak kullanılıyor ki, Tunus Cumhurbaşkanı anayasanın bazı maddelerini bağlamından kopararak ve kelime oyunlarına başvurarak hükümeti görevden alıp Meclisi lağvedebiliyor. Toplum, devlet ve tüm siyasi yapılar arasında tutkal/ çimento olması gereken anayasalar birilerinin elinde buldozere dönüştürülerek devleti iktidarı ve muhalefetiyle birlikte devleti ortadan kaldırabiliyor. Tabi bu durama gelinmesinde Tunus’un sömürge artığı bir devlet olduğunu unutmamak gerekir ki bu durumdan başta seksen yıl ülkeyi sömüren Fransa olmak üzere tüm Batılı ülkeler bu darbeyi ya doğrudan ya da dolaylı olarak desteklediler.

Anayasalarla Toplumsal Mutabakat Ne Kadar Mümkün?

Peki, toplumun tüm katmanlarıyla anlaşarak/ uzlaşarak, her kesimin üzerinde mutabık kaldığı bir anayasa yapmak, bunu tüm toplumun katılım ve onayıyla yazılı bir metin haline getirmek mümkün müdür? Yani anayasalarla toplumsal mutabakat gerçekleşebilir mi? Anayasacılık tarihine baktığımızda bunun bugüne kadar gerçekleşmediğini/ gerçekleştirilemediğini görüyoruz. İki yüz yıllık anayasacılık tarihinde anayasalar ya savaş sonralarında, galip ve ya mağlup olarak savaş süreçlerinin duygusallığıyla, ya kaos ve kargaşa süreçlerinde, bu ortamlarının kırılganlığı içerisinde ya da darbeciler veya sömürgeciler eliyle baskı ortamlarında gerçekleştirilmişlerdir. Sömürgecilikten nemalanan ve büyük güçlerce “steril alanlar” olarak tasarlanan veya görülen, ortalama bir şehir nüfusuna sahip bazı devletçikler için pek çok güzellemeler yapıldığı herkesin malumudur. Bu devletçikleri devlet ve ülke kategorisinde görmemek gerekir; ki bu devletçiklerde bile anayasalar toplumun bütün kesimlerini kapsamamakta, tam bir mutabakat mümkün olmamaktadır.

Dolayısıyla toplumun azımsanmayacak bir kesimi hem anayasa yapım sürecinde dışarıda bırakılmış hem de talepleri anayasa metinlerinin muhtevasında yer almamıştır. İster halkoyuna sunulsun, isterse temsilcileri eliyle oylansın, hem referandumlara katılım oranları hem de oylama yüzdeleri genellikle yüzde elli sınırlarında kalmıştır. Zaten demokrasiler de çoğunluğun azınlığa tahakküm ettiği rejimler değil midir?[2]

Anayasalarda toplum mutabakatının sağlanamamasının en temel sebeplerinden birisi Aydınlanma ile ortaya çıkan ulusalcı anlayışın ortaya çıkardığı kutuplaştırıcılık ile modernleşme ve Batılılaşmanın ortaya çıkardığı sorunlardır. Çünkü bu anlayışlar, örfü önemsemedikleri gibi yerelliği de yok saydıkları için gerçek bir mutabakat hiçbir zaman gerçekleşememektedir. Zaman zaman toplumun önemli bir kesiminin pek çok sebebe istinaden sükûtuyla geçiştirdiği durumlar “onay” gibi algılanmış olsa da daha sonrasında acı tecrübelerle bu “sükut”un “onay” anlamına, gelmediği, yani “sükutun ikrar” olmadığı, hatta pek çok “sükut”un o dönemin şartları gereği “cahile verilecek en etkili cevap sükuttur” şeklinde anlaşılması gerektiği daha sonraları ortaya çıkmıştır.

Oysa anayasalarda veya mutabakat arayışlarında merkeze alınması gereken şey hakkaniyet ve adalet konusudur ve bunlar da ancak örf ve yerel değerler korunarak mümkün olur. Bir de herkesin bildiği gibi hayat dinamiktir ve sürekli değişkenlik içindedir, tıpkı ihtiyaçlar gibi değişerek varlığını devam ettirir. Oysa anayasalar dinamik değil doğaları gereği durağan metinlerdir, hayat ile uyum sağlamaları için sık sık değişime uğramak durumunda kalırlar. Durağanlıkları bozulduğunda yapıları da değişir. Yapıları değiştirildiğinde ise kurucu metin olma durumları ortadan kalkar ve toplumsal mutabakat zedelenir. Hayatın dinamizmi yeni ihtiyaçları ve yeni güç odaklarını ve güç dengelerini ortaya çıkaracağından her değişiklik beraberinde yeni bir kazananı ve kaybedeni de ortaya çıkaracaktır. Kazananları ve kaybedenleri çok sık değişen bir metni hem yeniden kurmak daha güçleşir hem de toplumsal kaos ve kargaşalara neden oldukları/ olacakları için toplumsal mutabakatı sağlamaları mümkün olmaz.

Örneğin dünyanın en sade ve kısa anayasası kabul edilen ABD anayasası bile 27 kez değişikliğe uğramıştır. 2021 de yaşanan olaylar, Afroamrikalılar ve azınlıkların yaşadıkları ayrımcılıklar örnek gösterilebilir. Yani bu anayasayla bile bir toplumsal mutabakatın sağlanamadığı görülmektedir.

SONSÖZ YERİNE

Mevcut anayasalar çerçevesinde, anayasalara bir göz attığımızda ya Batıda, yönetici sınıf ile Burjuvazı arasındaki ilişkileri ve iktidarın nasıl paylaşılacağını/ paylaşıldığını belirlemektedir, dolayısıyla Anayasalar egemenlerin uzlaşı metinleridir, ya Batı dışındaki coğrafyalarda post modern sömürgeciliğin zeminini oluşturmakta, bu düzenin devamını garanti altına almakta, dolayısıyla Batının kötü kopyası bireyler, toplumlar ve kurumlar inşa etmenin aracı olmakta ya da yöneticiler karşısında toplumların elini kolunu bağlayan metinler olarak ortaya çıkmaktadır. Yani sonuçta anayasalar güçlülerin/ muktedirlerin el kitabıdır ve toplum mühendisliğinin zirve metinleri olarak işlev görmektedirler. En masum haliyle egemenlerin iş bölümünü ortaya koyan, içinde birey ve toplumun var gibi gösterilip olmadığı üst düzey illüzyonun olduğu metinlerdir. Çünkü bütün anayasalar doğrudan ve dolaylı olarak halka onaylatılsa da muhtevasının seçkinler/ egemenler tarafından oluşturulması, hem de pek çok teknik ifade ve perdeleme nedeniyle halka kapalıdır ve çoğunlukla da olağanüstü dönem metinleridir.

Madem modern dünyada anayasalar toplumlar için bir zorunluluk olarak görülüyor, üstelik Çin’in ve Kuzey Kore’nin bile bir anayasası var (Dünyanın en kadim devleti olarak Çin, anayasaya 1967 yılında kavuşuyor.), o halde mevcut anayasalar en azından kadim dönemlerdeki veya sözlü kültür dönemlerindeki örfün, o örfe bağlı toplulukların hak ve hukukunu koruduğu kadar günümüz birey ve toplulukların hak ve hukukunu koruyacak bir yetkinliğe kavuşturulmalıdırlar.

Sözlü kültür çağında yaşamadığımız için, bugün ne sözlü kültürden ne de sözlü kültür insanının varlığından söz edebiliriz. Dolayısıyla sözlü kültürün anayasası olan anayasasızlığı bugünün gerçekliğine uyarlamak da zaten mümkün olmaz. O dönemden ders alınabilir mi? En temel sorun da bu zaten; ders ve ibret alamamak. Çünkü Aydınlanma insanı her şeyi bildiği için lügatinde “ders alma” ifadesi yer almaz.

Dememiz o ki, anayasalar ister yazıya geçirilsinler, ister taşa kazınsınlar fark etmez, eğer toplum parçalı bir yapıya sahipse ve kendisini dış saldırılara koruyacak imkânlardan mahrumsa, anayasalar ne kadar adil ve kucaklayıcı olursa olsunlar (Ki, böyle parçalı toplumlar tarihin hiçbir döneminde bu özellikte, adalet ve hakkaniyeti merkeze alan bir anayasaya metni hazırlayamamışlardır.) toplumun hak ve hukukunu koruyarak, devletin devamlılığını sağlayamazlar. Çünkü bugünün asabiyesi küresel bir hegemonyaya dönüşmüş durumdadır; siz ya o hegemonyanın şemsiyesi altına girerek onun verdiğiyle yetineceksiniz ya da bağımsız olmanın bedelini ödeyerek yaşamaya çalışacaksınız. Adil ve hakkaniyete dayalı, yazılı veya sözlü bir toplum sözleşmeniz yoksa dışarıda kalmanız, bağımsız olmanız zaten mümkün olmaz.

 

[1] S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu –Avrupa Merkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu, s.118-153, Çev; Ebubekir Ceylan, Nuh Yılmaz, Şükrü Atsızelti, Açılım Kitap. 2017, İstanbul.

[2] Gerçi bu durum uygulamada genellikle azınlığın çoğunluğa tahakkümüne dönüşmektedir. Çünkü hem seçimlere katılım oranlarının düşüklüğü, hem de özellikle temsili demokrasilerde (ki dünyadaki yönetimlerin hemen hemen hepsi böyledir.) temsilcilerin temsil ettikleri toplumun düşünce ve isteklerinin hilafına davranmaları nedeniyle çoğunluğun iktidarı kağıt üzerinde kalmaktadır.

NOT: Bu makale, Yetkin Düşünce Dergisinin 17. Sayısında yayınlanmıştır.

Yorum Ekle
Yorumlar (2)
Mustafa Demir bu | 07.08.2022 17:24
Teşekkürler kardeşim ! Her zaman olduğu gibi, gene alın teri yazılarıyla aydınlatıyorsun insanları. Selam ve esenlik dlieklerimle...
N. Duran | 31.07.2022 19:40
Harika tespitler... Arşivlik bir yazı. Keşke hukukçular bu yazıya kulak verseler.