metrika yandex
  • $32.34
  • 34.52
  • GA17200

Bir bayramın ardından

SABİHA ÜNLÜ
06.10.2017

Bir bayramı daha geride bıraktık. Tebrikleştik, bayramlaştık.

 

Her sene olduğu gibi bu sene de; ''hakiki bayramlara ulaşmak dileğiyle'' diye not düştük mesajlarımıza. Zulmün, adaletsizliğin, katliamların, sürgün ve tüm haksızlıkların durması temennisini de eklemeyi ihmal etmedik.

 

Bayramların; bayramımız olmadığının farkındaydık.

 

Kurbanlarımızın; Rabbimiz katında gerekli kabulü görmediğinin de...

 

Dualarımızın; İlahi Dergah'ta, ihlas-samimiyet testini geçip, kabule dönüş(e)mediğinin de...

 

Ve biz; kendimizi değiştirmedikçe, yönümüzü Hakka -layıkıyla-çevirmedikçe; ibadetlerimizin; zorunlu bir ritüelden, hakiki  bayramlara erişmenin de; bir temenniden öte geçemeyeceğinin  farkındaydık...

 

Bunca farkındalığa rağmen; bayramları bir türlü bayramımız yapamadık...

 

Neden?!...

 

İKİMİZ DE ONBEŞİNDEYDİK

 

Bu bayram, Dünya'dan; Myammar,Türkiye'den; Eren Bülbül gündemdeydi.

 

Myammar önemli elbette. Bu yardım girişimlerinin, emperyal bir hüviyet taşımaması, politik çıkarlara alet edilmemesi önemli. Myammar'ın nasıl yönetildiği, hangi süreçlerden geçtiği önemli. Ama biz öncelikle; kapımızın önünü süpürelim derim. Türkiye'den söz edelim.

 

Maçka'daki çatışmada, PKK kurşunuyla vurulduğu iddia edilen, henüz on beş yaşındaki Eren'den konuya girelim. Hayat hikayesini dinlediğimiz,  ailesini-annesini tanıdığımız, vefatına hep birlikte ağladığımız Eren'den.  

 

Eren'in yaşam mücadelesi ve masumiyeti, mazlum gidişi; Bilal'i hatırlattı bana. Eren gibi henüz onbeş yaşındayken, TSK'nın bombalarıyla hayattan koparılan Roboski'li Bilal'i.

 

Belki de Eren'i, Bilal karşıladı orada. Tanıştılar, konuştular. Eminim; hakikatler dünyasında, birbirlerini çok iyi anladılar.

 

Ben; Roboski'li Bilal. Sen; Maçka'lı Eren.

 

İkimiz de onbeşindeydik.

 

Masumiyet ağacının; iki eşit-iki yaşıt dalı gibiydik.

 

Ben; devlet bombasıyla, sen örgüt kurşunuyla koparıldık hayattan.         

        

Umutlardan, hayallerden. Toprağımızdan, sıcak yuvamızdan. Koparıldık; ana kucağımızdan...

 

KARA   BAYRAM

 

İşte, gene bir bayram sonrası Eren. Annenin sensiz geçirdiği ilk bayramdı bu. Elini; senin öpmen için uzattığı ve hüzünle yere indirdiği ilk bayramdı.

 

Acılar bayramla birleşince, daha bir derin işlermiş insanın yüreğine.

 

Ondan olsa gerek; ölüm üzerine gelen ilk bayrama, ''kara bayram''denir bizim bölgede. Acılı aileyi ziyarete daha bir itina gösterilir.

 

Senin annen alışmıştır senin yokluğuna, diye geçebilir içinden. Öyle ya, beş küsür sene, onbir koca bayram geçmiş üzerinden. Ben de öyle sanıyordum ama iş öyle değilmiş Eren. Baksana; ''ilk günkü gibi hatta gittikçe derinleşiyor yavrumun hasreti'' diyormuş annem. ''Yaşasaydı şimdi şu yaşında olacaktı Bilalim'' diyerek, yılı yıla ekliyormuş. Beni bir yaş daha büyütüyormuş her sene. Acısını, özlemini de...

 

GEÇİM DERDİ VE BİZ

 

Ne kadar da benziyor yaşam serüvenimiz. Biz yedi kardeştik. Ben Bilal, kardeşlerin en küçüğüydüm. Siz on üç kardeştiniz Eren. Sen de erkek kardeşlerin en küçüğüydün. Gerçi hiç küçük olduk mu biz Eren?!  

Ben hatırlamıyorum. Eminim sen de hatırlamıyorsundur. Zira, küçücükten, iş tuttu ellerimiz. Düşe kalka yol koştu ayaklarımız. Bakıyorum da; bizi şimdi bile çocuk diye tanımlıyorlar Eren. Ne çocuğu canım,  artık biz, on beş yaşında koskocaman adamlardık.    

 

İkimizin de ailesi geçinmekte zorlanıyordu. Biz; hem kendi okul masraflarımızı çıkarmak hem de ailenin geçimine katkı sunmak zorundaydık. Ben Roboski'de, sen Maçka'da, boyumuzdan büyük yükler omuzladık.

 

BABAM   VE  BABAN

 

Belirli bir işi ve geliri yoktu babamın. Medrese eğitimi almıştı. Bilgili ve dindardı. Her türlü sorumu sabırla cevaplardı. Son beş yıldır gözleri görmez olmuştu babamın. Gideceği her yere; ziyaretlere, hastaneye birlikte giderdik. Hep yanında isterdi beni. Biraz sesimi duymasa, varlığımdan emin olmak için ''benim Bilal'im nerde?'' diye seslenirdi. Şimdi de beni arıyormuş her yerde. ''Bilal benim elim ayağımdı, görmeyen gözümdü'' diyerek iç geçiriyormuş.

 

Ya senin baban Eren? Baban için; ''Yevmiyeyle çalışırdı. Kısa bir dönem muhtarlık ta yaptı. Gelirimiz azdı. Fakat ailesine bağlıydı. Başımıza böyle şeyler gelmezdi, o hayatta olsaydı'' diyor annen. Bu güzel bir şahitlik Eren. On sekiz ay önce, ani bir kalp krizi, ayırmış babanı sizden. Daha da artmış sorumluluğun. ''Onca çocuğumun içinde Eren, sanki evin reisiydi'' diyor annen. Aile, daha babanın yokluğuna alışamamışken; üzerine senin acı haberin gelmiş Eren.

 

BİNDE  BİN  İHMAL

 

Seni anlatırken gözyaşlarına engel olamıyordu annen. ''Yapmadığı iş yoktu Eren'in. Sırtında sepeti, ayağında kara lastiğiyle, köyde yardımına koşmadığı insan yoktu. Kimi, hayvanını otlattırır; 'al sana iki kilo şeker' der. Kimi, fındığını toplattırır; 'al sana iki kilo un' der. Yevmiyeye gittiğinde, kazandığı elli tl yi 'al anne' deyip bana getirirdi Eren''diyor.

 

Sonra olay anını naklediyor annen. ''Biz yayladaydık. 'Eviniz soyuldu' denince indik köye. Otuz yıldır buradayız, dağın tepesinde. Yoktu böyle bir şey. Yiyecek, erzak ne varsa alıp götürmüşler. Çamura batmış ayak izlerini görünce; 'bu hırsızlık işine benzemiyor, oralardan uzak dur' dedim Eren'e.''diyor.

 

Asıl; muhtarı dinleyince mesele anlaşılıyor. Muhtar:''Beni olaydan iki gün önce Komutan aradı. Muhtarım, bu bölgede teröristler var, biz bunları temizleyemezsek bunlar kışı burada geçirecek, dedi. Benden, bölgeyi iyi bilen iki kişi istedi. Kimse, 1.300 tl. maaşla bu işi yapmak istemedi'' diyor.

 

Kimsenin maaşla kabul etmediği iş, bedavadan sana mı yüklenmiş Eren?!  Askerler seni, PKK'lıların saklandığı yeri göstermen için ateş hattına mı götürmüşler?!.

 

İki ateş arasında kalmış, iki tarafın mermilerine hedef mi olmuşsun?!

 

İşte, tam da buraya itirazı, annenin ve ailenin.

 

Annen acılı yüreğiyle sesleniyordu yetkililere. Sitemliydi, öfkeliydi.

 

''Cuma namazından alıp, oraya neden getirdiler bu çocuğu? Bunu öğrenmek istiyorum. Başbakanımızdan, bakanlarımızdan, yetkililerden cevap bekliyorum. Benim çocuğumun oraya götürülmesinin sebebini söylesinler. Yüzde yüz değil, binde bin ihmal var. Hiç böyle adalet olur mu?''diyordu.

Kuzenin de çok üzgün ve sitemliydi Eren.

 

O da; tedbirsizliği, ihmali dile getirdi.

 

Askerin, operasyon sırasında seni yanında yem olarak götürdüğünü iddia etti.

 

''Her şeyden önce, bu çocuğun işi ne çatışma ortamında? Size yer tarif edenlerin -değil deşifre etmek- eşkali dahi gizlenmeli değil miydi?

 

Götürüyorsunuz madem; hani önlemi?

 

Çocuğun ne can güvenliği var, ne de bir çelik yeleği.

 

Kuzenim oraya yem olarak götürüldü.'' dedi.

 

MİLLİ  KAHRAMAN

 

Devletin politik sesi, bastırdı tüm bu itirazları, serzenişleri. Günün konusu sendin. On beş yaşındaki çocuk şehit Eren. Milli kahraman ilan edildin.

 

Vefatın çok ses getirdi Eren. Çok ses getirsin istendi. Davranışın tüm çocuklara örnek olsun, özenilsin, taklit edilsin, şehitlik yaşı aşağı çekilsin istendi. Çocuklar şehit olmak için can atsınlar, büyümeyi asker olmayı beklemesinler istendi.

 

Meclis seferber oldu. Eviniz, yetkili ziyaretçilerle doldu. Bakanlar, milletvekilleri, mülki amirler, yerel yöneticiler hazır bulundular cenaze töreninde. Cumhurbaşkanı, bizzat anneni arayıp , tebrik etti. Ve anneni, cennetle müjdeledi. Ailenin tüm ihtiyaçları ve istekleri karşılanacak dedi. Operasyonlara senin adın verildi Eren. Top mermileri, üzerine senin adın yazılarak atıldı. Politikacılar, spor camiası, sanat dünyası; ''iyi ki varsın Eren'' sloganıyla sosyal medyayı salladı. Ta Sudan'da, Nijerya'da su kuyuları açıldı senin adına Eren. Trabzon Büyükşehir Belediyesi; ''Kalbimizde yaşayacaksın, iyi ki varsın Eren'' yazılı afişleri, kentin tüm billboard'larına astırdı. TFF duyuru yaptı; lig maçlarına artık ''iyi ki varsın Eren''pankartlarıyla çıkılacaktı.  

 

Adına, hüzün şarkıları bestelendi, klipler çekildi.

 

Sahi, size bir de ev hediye edildi Eren. Maçka merkezinde. İçini döşeyip teslim ettiler annene. Annen gözyaşlarıyla girdi içeri. Sevinç gözyaşları değildi bunlar. ''Eren'im gittikten sonra, ben çocuğumsuz ne yapayım evi? Şimdiye kadar benim çocuklarımın yatacağı yeri, yiyeceği kabı, bir şeyi yoktu ki. Kimsenin haberi yoktu ki bizden'' derken; ''tüm bunlar Eren'ime karşılık mı?'' diye sorar-sorgular gibiydi...

 

28  ARALIK  2011 

 

Bizim orada, yani Roboski'de, Maçka'yı ve senin olayını duymayan kalmadı Eren. Üzülmeyen, vah! vah! demeyen de kalmadı desem yeridir. Zira henüz onulmamıştı ki kendi evlat acıları. Senin on beş yaşında bir çocuk olduğun vurgulandıkça, her seferinde, gözlerinin önüne kendi on beşlikleri geldi.        Yedi masum yavruları.

 

Biri bendim işte Eren, Bilal. Muhammed, Orhan, Savaş, Aslan, Adem, Celal de; on beş yaşında, benimle birlikte katledilen, diğer yaşıtlarım.

 

Soğuk mu soğuk bir kış günüydü Eren.

 

Aralığın yirmi sekizi. Vakit gece. Sene 2011. Kar diz boyu. Tipi, ayaz nefes kesen cinsten. Işığı kısmış, pencerenin önünde yol gözlüyor annem. Çay suyu kuzine sobanın üzerinde, hafiften tıklıyor, kaynamak üzere. Demlenmek için, bizim ''yaklaştık'' haberini bekliyor.

 

Annem neden tedirgin? Babam neden endişeli? Olumsuz bir şey olabilir mi?  Kızıyorlar kendilerine. Yok canım, hiç ihtimal vermiyorlar.

 

Öğlen vakti, güpe gündüz yolcu etmişlerdi bizi. On iki, kırk yaş arası, tam otuz beş kişiyi. Bu kafiledekilerin on dokuzu çocuktu Eren. On sekiz yaş altı yani.

Kiminin ilk, kiminin ikinci gidişiydi. Annelerimizin bütün telaşı; üşütmeyelim, hasta olmayalım içindi. Kıyamadılar, gitmeyin dediler önce. Baktılar kararlıyız, bizi hazırlamaya giriştiler. Kat kat çorap geçirdiler ayağımıza. Isıtacağını ümit ettikleri bütün giysileri geçirdiler sırtımıza. Kış kıyamet demeden kaçağa gidiyorduk Eren…Bizim oraların, tek gelir kaynağı, tek ticaret yoluna. Mecburduk buna Eren… Hava şartlarının düzelmesini bekleme lüksümüz yoktu. okulumuza devam edebilmek için mecburduk. Askerdeki abimize harçlık yollayabilmek için mecburduk. Ailece zorunlu ihtiyaçları karşılamak, hayatta kalmak için  mecburduk. Buna mecbur edilmiştik daha doğrusu. Buna mahkum edilmiştik. Bizim oralarda, sınırda yani; hayvancılık yok, fabrika-iş alanı yok, ekim alanı tarım imkanı yok. Sınırın öbür tarafından; katır sırtında, bir miktar çay-şeker,iki bidon mazot, bir kaç paket sigara getirip satabilirsek, kendimizi bahtiyar hissediyorduk.

 

O gece sağ salim evimize dönebilseydik, en fazla kaç para kazanacaktık biliyor musun Eren, 100 tl. Yalnız yüz lira. Ama bu, bizim her birimiz için, milyonlar değerinde...

 

DÖNÜŞÜ  OLMAYAN  YOLCULUK

İşte, dönüş yolundayız Eren… Elimiz boş dönmüyoruz ya mutluyuz. Vakit çok geç değil, akşam 21:00 civarı. Geliyoruz diye haber verdik köye. Evimize ulaşacağımızdan biz de eminiz, ailelerimiz de. Zira; Askeriye'nin bilgisi dahilinde, yıllardır hep aynı yolu izlerdi kaçağa gidenlerimiz. Hatta bu gidişlerde -çoğu zaman- askerin siparişleri de tarafımızdan tedarik edilirdi.

 

Sınıra yaklaşmıştık ki Eren, o da ne? Top sesleri, uçak sesleri, ateş sesleri...

Allah’ım ne olabilirdi ki?!.

Çok korktuk, özellikle de biz çocuklar. Büyüklerimiz yatıştırdı bizi. ''Korkmayın askerdir. Haberleri var bizden. Keşif uçuşudur. Uyarı atışıdır. Geçer korkmayın''dediler. Geçmek bir yana, uçaklar bomba yağdırmaya başladı üzerimize. Anlaşıldı iş ciddiydi. Hedef bizdik. Bir anda, çepeçevre kuşatıldık ateş çemberiyle. Hareket imkanımızı kestiler. Ne geri dönebiliyoruz, ne ileri gidebiliyoruz. Olduğumuz yerde kenetlendik birbirimize tam otuz beş can. Ve can yoldaşı katırlarımız. Birlikte devrilmeye başladık üçer beşer yere. Devrilmek ne kelime, param parça ettiler bizi, lime lime. Her bir uzvumuz, her bir parçamız savruldu metrelerce öteye. Vurulduk. Vurulduk. Vurulduk. Bile bile vurulduk, göz göre göre vurulduk. Zemheri soğukta, biz yandık kavrulduk...

 

Vurulduğumuz haberi çabuk ulaştı köye, Eren. Öyle bir ateş düştü ki yüreklerine. O acıyla o yolları nasıl aştıklarını onlar da bil(e)mediler. Cesetler tanınmaz halde. Kesif bir yanık kokusu, dumanlar tütüyor her yerde. Öbek öbek kan, gölcükler oluşturmuş, beyaz karlar üzerinde. Bedenler param parça. Uzuvlar karışmış birbirine... Yavrusunun, eşinin. abisinin ,babasının, kardeşinin sevdiklerinden bir iz bir işaret bulmak için kopan bir parçasına ulaşmak için çırpınmışta çırpınmış köylüler.   

 

Gece, karanlık, ölüm, yalnızlık...Kahır, acı, öfke, çaresizlik...

 

Nasıl etsinlerdi?...  Nereye başvursun, kime gitsinlerdi?...

 

Asker; ''vur''emrini uygulamış vurmuş ve gene emir gereği kışlasına çekilmişti.

 

Birkaç yaralı için umutla beklenen ambulansların gelişi engellenmişti. Yaralılar gözleri önünde son nefeslerini verdiler. Medyada, saatlerce tam bir sessizlik hakimdi.  Alt yazı olarak bile yer alamadı haberlerde. Noel kutlamaları hiç aksamadı. Ülkede böyle bir katliam yaşanmamış gibiydi. Yetkililer öylesine umarsız, öylesine duyarsızdı ki; onlara göre olay asla gündem olmasın, ört bas edilsin, kapanıp gitsindi...

 

UTANÇ  DUVARI

 

 ''Bilal!  Sen Maçka'yı, Eren Bülbül'ü bu kadar yakından bilirken; ben Uludere'den, Roboski'den neden haberdar ol(a)madım'' derken biliyorum çok samimisin Eren. ''Büyük kazançlara sahip olmak değil, sadece aç kalmamak, hayatını devam ettirebilmek için kaçağa giden, benim gibi yalın ayaklı kardeşimden neden haberdar değildim, biz neden hayattayken tanışmıyorduk'' derken de...Aramıza yıllardır, yönetimler tarafından, tek taraflı örülen kin ve nefret duvarı, görüntümüzün ve sesimizin size ulaşmasını engelliyor Eren.. Olayları ve şahısları istedikleri gibi tanıtıyor, tanımlıyor bu utanç duvarına ha bre taş taşıyıp, yükseltmeye çalışıyorlar...Savaş! Savaş! diyen, çözümü şiddette gören politikacılara kulak vere vere, bize yönelik ön yargılarınız kemikleşmiş, adalet duygunuz gerilemiş, araştırma sorgulama melekeleriniz körelmiş durumda dersem; sen kırılmaz ne demek istediğimi anlarsın Eren...

 

İnanırmısın; hıçkırıkları boğazında düğümlendi annelerimizin. Doyasıya  ağlayamadılar. Yaslarını tutamadı, ağıtlarını yakamadılar. Acılarını-dertlerini paylaşıp biraz olsun rahatlayamadılar.''Bu otuz dört canı, bu otuz dört insanı, askeri jetler bombaladı. Kim bu emri verdi? Failler açıklansın, sorgulansın, suçlular cezalandırılsın'' diye haykıramadılar. Suçlandılar üstelik. Susun, sesiniz çok çıkıyor diye tehdit edildi, azarlandı analar...''Yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz, Uludere diyorsunuz''. ''Her kürtaj bir Uludere'dir'' gibi ruhsuz-demagojik sloganlarla, işlenen zulmü hafife aldılar. Anlayacağın Eren, bizimkiler bu sefer de; kendi acılarıyla, kendi yağlarıyla kavruldular...

 

                          ***      ***     ***

 

Şimdi beraberiz Eren. Sen ve ben, birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Kendimizi görüyoruz birbirimize bakarken. Benzer yönümüz ne kadar çok. Neden, hayattayken haberdar ol(a)madık-tanış(a)madık  diye -ister istemez- hayıflanıyoruz.

 

Yaşam sürecimiz, hayatta kalma mücadelemiz, ailemiz için değer ve önemimiz, okuma meslek sahibi olma gayretimiz, iş tutma para kazanma mücadelemiz, dertlerimiz sevinçlerimiz...Ve on beş yaşında hayata veda edişimiz, ettirilişimiz... Mazlum gidişimiz... Ne kadar da benziyor Eren.

 

Galiba haklı kuzenin. Savaşlara, hırslara, ihtiraslara, kin ve intikamlara yem oluyoruz galiba... Biz yalın ayaklıların sırtından besleniyor; tüm ensesi kalınlar...Tüm kirli çatışmalar... Tüm politik pazarlıklar... Bizim üzerimizden yürüyor...

 

İşte, bir bayramı daha geride bıraktık; bayram edemeden.

 

Bayram, bayram olur mu Eren, adalet gerçekleşmeden?  

 

Roboski'deki ağıta, Maçka eşlik etmeden...

 

Hakiki bayramlara ulaşılır mı; henüz hayattayken, vakit geçmemişken; insanlığımızı, müslümanlığımızı tekrar gözden geçirmeden... 

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
tuğba | 08.10.2017 22:54
sabiha abla hoşgeldiniz