Arkadaşımız Eğitimci Adnan Gürbüz’ün hazırladığı Suriye olaylarını analiz eden “SURİYE OLAYLARININ TASAVVURLARDA OLUŞTURDUĞU TAHRİBAT” konulu yazı dizisi ile sizleri baş başa bırakıyoruz..
1.Bölüm
Baştan belirteyim bu yazıyı uluslararası ilişkiler uzmanı, siyaset bilimci, stratejist olarak yazmıyorum. Konuya insanca ve Müslümanca kaygılarımdan yola çıkarak bakmaya, psikolojik ve sosyolojik boyutuyla değerlendirmeye çalışacağım. Öncelikle konuyu temellendirmek açısından Türkiyeli Müslümanların durumunu özetleyelim.
Türkiyeli Müslümanların Durumuna Genel Bakış
İhvan-ı Müslimîn hareketi doğduğu Mısır topraklarında kalmadı. Tüm dünyada mâkes bulurken Filistin, Ürdün, Suriye en çok etkilediği yerlerdi. Tabi Anadolu toprakları da bundan nasibini aldı. Uzun yıllar geçmişi ile bağı koparılmış, geçmişini andığında bile horlanmış ülkem insanına –en azından bir kısmına- yeni bir soluk olmuştu. Aslında geçmişinde de dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi inandığı din, bağlamından bayağı koparılmıştı. Geçtiğimiz yüzyılda bazı geleneksel tarikatlar varlığını sürdürürken, bu geleneksel yapılarla bağlantılı cemaatler de türedi. Nurculuk, Süleymancılık gibi. İşte bu süreçte Tercüme eserler yeni bir soluk oldu. Hint, Pakistan, İran derken ülkeyi ve dünyayı en çok etkileyen İhvan kökenli eserler oldu.
Tarihler 1979’u gösterdiğinde bir devrim oldu İran’da. Adına da İslam Devrimi denildi. Büyük yankı uyandırdı. Kimilerine göre yaklaşık 300 yıldır gerileyen İslam dünyasının ilk defa ilerleme hareketiydi bu devrim. Kimlerine göre ise bastırılması gereken sapık bir Şii hareketi. İkinci kesimin öncülüğünü dünyada ABD çekti. Bunu kullanarak etkileyebileceği birçok Müslüman ülke ve halk buldu. Geçmişi Sünniliğin kalesi olan Türkiye’de de tuttu bu argüman. Bir zamanlar Safevî Şii devleti en önemli düşmanlarından olunca, yeni kurulan bu Şiî dini devlet de aynı kategoriye girdi. Her ne kadar sonraki dönemlerde yöneticilerin gündeminde böyle şeylere yer olmasa da avamın nezdinde hala eski yaralar kaşındıkça depreşiyordu. Muhafazakâr halkın oyunu almış partilerdeki bazı aktörlere göre ise bu yara kaşınmalıydı. Bu tipler “Eğer Türkiye’de tarikatlar olmasaydı çevresini etkilediği gibi İran Şiiliği bizi de etkilerdi” demekten de çekinmemişlerdi.
Bazı kesimlerse kabullendi bu İslam devrimini. ‘20. yüzyılda İslam devrimi nasıl yapılabilir? Onlarda olmuşsa bizde de olabilir’ deyip örnek almak istediler. Şehit Metin Yüksel’in de içinde bulunduğu “Akıncılar” bunlardandı. Milli Selamet Partisi çevresi geleneksel Sünni bir anlayışa sahip olmasına rağmen devrimi selamladı. Bunların dışında İran’a seferler düzenleyenler, işi ilerletip devrim yapabilme kabiliyetinin olması için veya gerçek Müslüman olabilmek için Şii olmak gerektiğine kanaat getirerek mezhep değiştirenler de oldu. Daha itidallileri “Ne doğu ne batı, ne Sünni ne Şii, ancak İslam ancak İslam” deyip bulunduğu konumu koruyarak devrimi kabullendiler.
İşte hem Hint, Pakistan, Mısır kaynaklı Kur’an/Sahih Sünnet merkezli yaklaşımlar, hem Suud kaynaklı selefi/vahhabî yaklaşımlar, hem de İran kaynaklı Şii yaklaşımları aynı anda bünyesinde meczeden (ki bu hal bazılarına garabet bir durum gibi gelse de bana göre Türkiye Müslümanlarının önemli bir avantajı –idi-) bir grup gelişti memlekette. Adına da “Radikallik” dendi. Bu ismi kendileri koymadı. Pek memnun olmadılar. Ama hoşlarına da gitmedi değil hani. Zaman zaman farklı adlarla kendilerini ifade etmek istediler. “Tevhidî Müslüman”,“İnkılabî Müslüman” gibi. Ancak pek tutmadı bu ve benzeri isim bulma girişimleri. ‘Aşırıcı’ anlamında pek hoş değildi ama ‘tavizsiz’ anlamında “Radikal” iyiydi. Özellikle tezlerini Kur’anla desteklemeleri ve biraz da sert olmaları onları bayağı marjinalleştirmişti/ötekileştirmişti. “Fundamentalist, Kökten dinci, Mezhepsizler”in yanında bir de “İrancı–Humeynici” vardı ki evlere şenlik. Bu yaftayı hem lâ diniler hem de gelenekçi tüm cemaat ve tarikatçılar da kullanmaktan çekinmiyorlardı onlara karşı. Yalnız lâ diniler olayı biraz karıştırıp tüm muhafazakârlara bu ismi yakıştırıp “Yobazlar İran’a” diyebiliyorlardı.
Sovyetlerin Afganistan’a girmesine ve İran’daki devrime engel olamayan ABD’nin Türkiye’de bir dini devrim olmasın diye 80 darbesini yaptırdığını (bizim çocuklar darbe yapmışlar!) dillendirenler de oldu. Darbeden sonra muhafazakârlar İran’a ve Şiiliğe mesafeli durdular gelenekçi/Sünniciliği gereği. Bazı yazar-çizerler açıktan karşı duruş sergilediler. Bu durum nerdeyse Refah Partisi iktidar olana kadar devam etti. İktidar olunca(1995) bir yakınlaşma oldu. Biraz da zorunluluktan. Bu yakınlaşma muhafazakâr camianın bir kesiminde de mâkes buldu. En azından düşman-sapık gözüyle bakmadılar. Bu arada 28 Şubat darbesi yapılıp Refah Partisi -ister istemez muhafazakâr camia da- alaşağı edilince daha bir kaynaşma oldu. (Fethullahçılar hariç) Çünkü karşı taraf, grup meşrep ayırmaksızın bu tarafa hayat hakkı tanımak istemediğini göstermişti. Söylemleri haklı çıkmasına rağmen artık ne Radikaller oy verenleri tekfir ediyor, ne de gelenekçiler fazla yükleniyorlardı Radikallere. “Onlar bizi birbirimizden ayırmıyorsa bizim de birbirimize düşmanlık beslememizin bir anlamı yok” anlayışı gelişmişti. Hatta milliyetçilerle bile yakınlaşma başlamıştı.
Bir de Doğu-Güneydoğu’da Hizbullah hareketi gelişmişti. Sonraları kontrgerillanın da devreye girip içlerine sızmasıyla ceberrutlaşıp, Pkk’nın yanında bölgedeki diğer İslami yapılarla da mücadeleye girene kadar tepkiler iyiydi. Pkk neyse ama İslami yapıların, kontrgerillayı arkasına almış bir hareketle başa çıkması zordu. Önceleri satır ve kezzapla işi götürürken sonraları domuz bağları ve mezar evlere kadar vardıracaklardı meseleyi. Liderleri öldürülüp, müntesiplerinin büyük çoğunluğu içeri atılana kadar. Bunun yanında camia arasında Lübnan Hizbullahı’nın haklı bir namı vardı İsrail ile verdiği mücadeleden ötürü.
Kucaklaşma demiştik. Muhafazakârlar yeniden iktidara gelene kadar. (Ak Parti 2002) Sonra ‘nerde kalmıştık!’ deyip cedelleşmeler devam etti. Ancak eski yoğunluğunda değildi. Biraz akıllanıp ders alınmış gibiydi. O da 2010-2011’lere kadar. Ak parti nerdeyse tüm muhafazakârların -bunun yanında milliyetçilerin- desteğinin yanında liberallerin ve hatta özgürlükçü solun da verdiği krediyle iyi işler yaptı. Özellikle özgürlükler konusunda iyi gidiyordu. Bu yüzden Doğu-Güneydoğu’da daha bir kabul gördü. Artık sokaklarda, düğünlerde, radyolarda Kürtçe müzikler çalınabiliyor, hatta Kürtçe Dil Kursları bile açılmaya başlanıyordu. Kürtler ‘bu sefer bizi anlayan bir iktidar çıktı’ derken statükocular/derin devlet yeniden devreye girecekti. Bugün yok olduğu kabulllendirilen ‘Eldiven, Sarıkız, Ergenekon’ o günlerde varlığını hissettirmişti. Biz her ne kadar ‘Erdoğan’ın askerlere haddini bildirdiği MGK toplantıları’ ile övünsek de derin devlet mevzilerini kaybetmemekte direniyordu. Başbakan Erdoğan’a hem de Hakkari’de ilk kez “Tek devlet, tek bayrak, tek millet” dedirteceklerdi. 2007’lerde açıktan muhtıra vermekten çekinmeyeceklerdi. Bu durum daha bir kenetlenmeye vesile oluyordu. Kapanma, Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi derken, erken seçimlerde % 47’lerle kenetlenmenin semereleri alınıyordu. 2010 referandumuna gelindiğinde ise kucaklaşmanın zirvesi yaşanıyordu. Kenetlenmeye daha önce uzak duran Fetö bile (İmkan olsa mezardakileri bile çıkarıp evet oyu kullandırılmalı) katılacaktı. Aslında Fetö, Mavi Marmara olayında cibilliyetini yine göstermişti (Otoriteden izin alınmalıydı!) ama büyük hedefler için görmezden gelinmişti bu durum. Özellikle askeriyede ve yargıda darbeci/vesayetçi/katı laikçi grup temizlenmeliydi. Ve bu, oralarda büyük oranda yapılanmış Fethullahçıların desteği olmadan imkânsız görünüyordu. Kenetlenme devam ediyordu. Ta ki 2011’lere kadar. İçerde ve dışarda iki olay ayrışmaları yeniden başlatacaktı. İçerde Fetö’nün aldığı emirle (kimden aldığı herkesçe malum) rol kesmeyi bırakıp oldukça etkilediği devleti, ortaksız ele geçirme planlarını iyiden iyiye hissettirmeye başlaması. Dışarda ise Suriye olaylarının başlaması. Fetö olayı ayrı bir inceleme konusu ama Suriye savaşı tam bir kırılma noktası hatta dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Herkes eteğindeki taşları yeniden döktü. Erdoğan da o günlerde yakınındakilere bizzat bu iki durum için serzenişte bulunuyordu: “İki şeye güvendik bizi yarı yolda kodu. Fethullahçılara ne istedilerse verdik doymadılar tamamını istiyorlar. İran’ı da ABD bitirecekti. Brezilya ile birlikte kurtardık. Ama onlar da Suriye konusundan dolayı bizi sırtımızdan hançerleyecekler.” Evet asıl konumuz olan Suriye olaylarını kısaca hatırlayalım:
Suriye Olaylarına Giriş
"Arap Baharı" olarak adlandırılan Tunus’ta başlayıp ardından Libya, Mısır, Bahreyn derken, iki Suriyeli Müslüman kadın doktorun “Diktatörlerin gidiyor oluşu ve darısının kendi ülkelerinde olmasını” temenni ettikleri telefon konuşmaları, dinlemeye takılır. Evlerinden alınarak saçları kazıtılıp günlerce işkence edilir. Ancak güçlü bir aşiretin devreye girmesiyle zindandan çıkartılıp bir köşeye atıldığı gün yani 15 Mart 2011'de Dera kentinde bir grup öğrencinin okul duvarına, Beşşar Esat'a (حافظ بشارالأسد ) [1] hitaben, "Ey Doktor şimdi sıra sende" yazmasıyla, Suriye'deki halk ayaklanmasının fitili ateşlendi. Bu çocuklardan birkaçı öldürülünce ertesi gün cenazeye katılanlardan on-on beş kişi, sonraki günler onların cenaze törenlerinde daha fazla kişi öldürüldü ve her cenaze töreni toplu gösteriye dönüştü. Sonrasında rejim, silahsız ve tamamı sivil olan savunmasız göstericilerden yüzlercesini öldürdü. Rejim karşıtı gösterilere katılan binlerce erkek, kadın ve çocuk rejimin kolluk kuvvetleri tarafından alıkonularak bilinmeyen yerlere götürüldü. İlerleyen dönemlerde, alıkonulan bu kişilerin işkence merkezlerine götürülerek sistematik tecavüzlere ve ağır insan hakları ihlallerine maruz bırakıldığı ortaya çıkacaktı. İşsizlik, yolsuzluk, azınlık Nusayrilerin tahakkümü, Müslümanlara en ağır baskı ve şiddetten şikâyetçi siviller, gösterileri ülke geneline taşımış, yarım asırdır ülkeyi tek parti ile yöneten Baas, reform taleplerine kulak tıkayarak gidişatın iç savaşa evrilmesine yol açmıştı. Rejimin silah ve güç kullanarak şiddetle bastırmaya çalıştığı gösterilerde binlerce sivilin ölmesi, barışçıl olarak reform talebinde bulunan göstericileri, 5 ay sonra Ağustos ortalarında kendilerini savunmak amacıyla silahlı bir yöntem izlemeye sevk etti. Sonraki süreçte ise bu savunma yerini silahlı bir devrim hareketine bırakacaktı. Suriye’yi yakından bilenlerin ülke ile ilgili akla gelen en belirgin söyledikleri şey, üç kişinin bir araya gelip bir şeyler konuştuğunda ertesi gün kendilerini nezarethanede/işkencede görmeleridir. Muhaberatın sorgusundan geçmeyen kalmamıştır nerdeyse. Bu savaş öncesinin durumu. Bir de mücadele başlayınca neler olduğu aşağıda:
Birleşmiş Milletler yetkililerinin, kimyasal silah kullanma, halkı açlığa sürükleme, tehcir etme, ablukaya alma, keyfi tutuklama ve işkence etme gibi savaş suçlarının işlendiğine dikkati çektiği iç savaşta Mart 2018 itibariyle Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ne göre 7 yılda 511 bin insan öldü. Gözlemevi bunun yüzde 85'inin Esat rejimi ve müttefikleri tarafından öldürülen siviller olduğunu duyurdu. (Sahadan gelen rakamlar Aralık 2019 itibariyle milyonu bulduğu şeklinde.) 2 milyonu geçkin yaralı. Bunun 1,5 milyonu kalıcı engellerle yaşamaya mahkûm oldu. Bunlara uzuvlarını kaybeden 86 bin kişi de dâhil. Suriye'de hâlihazırda 13 milyon 100 bin sivil yardıma muhtaç hale geldi. En az 6,1 milyon Suriyeli ülke içinde evlerinden oldu, 5,6 milyon kişi de ülke dışına kaçarak zorla yerinden edildi. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine göre, bu kişilerin 3 milyon 696 binine Türkiye tek başına ev sahipliği yapıyor. (Türk yardım kuruluşlarına göre bu sayı kaydı yapılamayanlar ve doğumlarla 4 milyonun üstünde. Aralık 2019) Suriye içinde neredeyse 3,5 milyon kişi kuşatma altında ya da ulaşılması zor yerlerde yaşıyor. Yardım örgütlerinin ihtiyaç sahiplerine ulaşması engellenerek sorun daha da kötüleşiyor. Ülkenin büyük çoğunluğunda binaların yüzde 70 ila 90’ının yıkıldığı tespit edildi. Rejim en az (yani tespit edilen) 216 kez kimyasal silah kullandı. Yerleşim yerlerinin üzerine beyaz fosfor ve varil bombaları bırakması defalarca görüntülendi. En az 14 bin kişi işkenceyle öldürüldü. Resmi rakamlara göre 128 bin kişi zindanlarda. (Bölgeden gelen haberler bu sayının 500 bin civarında olduğunu söylüyor) [2]
1 Arapça حافظ بشارالأسد adının tam olarak okunuşu Hafız Beşşar el Esed olup, kesinlikle "Esad" okunamaz. Evet, Arapçada "e" sesi yoktur, fakat tam olarak "a" sesi de yoktur. Arapça hareke sisteminde "düz geniş ünlü" (a,e) için "üstün" kullanılır ve bu hareke Türkçeye (Osmanlıcaya) ince sıradan harfler [س ك] var ise "e" olarak, kalın sıradan harfler [ص ط ق] var ise "a" olarak çevrilir. Kaldı ki Esad أسعد şeklinde yazılır ve ‘çok mutlu’ anlamına gelir. Esed ise ‘aslan’ demektir. İngilizce vikideki "Baššār al-ʾAsad" ile Almanca vikideki "Baššār Ḥāfiẓ al-Asad" yazımını da dikkate aldığımızda muhtemelen bu isim, doğrudan Arapça değil de batılı kaynaklardan alındığı için Türkiye’de de Esad şeklinde telaffuz edilmiştir. Bir çok ismin başına gelen yani. Suriye devlet televizyonu dahil tüm Arap kanallarında Hafız Beşşar el Esed şeklinde telaffuz ediliyor. Savaştan önce gelen Suriyelilerin bu şekilde telaffuz ettiğine bizzat şahidim. Savaştan sonra gelenlerin de telaffuzu ile iyice netleşti. Ama ben yine de bu yazıda birilerini ürkütmemek ve Türkçe telaffuzu kolay olanı tercih ederek Esat şeklinde kullanacağım. (Özel isimlerde bunun olamayacağını bile bile)
[2] 9 yılı geride kalan savaşın dönüm noktalarının kronolojisine AA, euronews, BBC vb. kaynaklardan ulaşılabilir.
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/suriye-ic-savasi-9-yilina-girdi,
https://tr.euronews.com/2018/03/12/-suriye-de-2011-den-bu-yana-
Devam Edecek….
Kibrin Mağlûbiyeti -1 | İlhan Akar
23.04.2024
Baş Döndüren Diplomasi AHMET GÜRBÜZ 24.04.2024
Seçimin İmkanları YUSUF YAVUZYILMAZ 21.04.2024
Kemal Kılıçdaroğlu ÜSTÜN BOL 06.04.2024
YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 08.04.2024
SİYASET VE SERMAYE YUSUF YAVUZYILMAZ 13.04.2024