Doğasındaki olumlu/olumsuz özelliklerle, iyi/kötü eylemleri yapma özgürlüğüne sahip insanın yaratılış öyküsündeki tedirginlik, gerilim, dünyaya gönderildiğinde de devam etti. Gerilim ve cinayetle başlayan insan hayatı, binlerce yıl, başlangıç zemini üzerinde iyilik, çoğunlukla da kötülükler üreterek sürüyor.
Gazali’nin insan analizi oldukça çarpıcıdır: ”Allah’ın bizzat yaratıp ruhundan üflediği insan, taşıdığı ilahî nefesle tutsaklığı asla kabul etmez”… Kendisi için aşağılanmayı, esareti kabul etmeyen insan, diğer insanlar için çoğunlukla aynı duyguları beslemez. Benlik duygusu, güç arttıkça yükselmeye devam eder.
Dünya tarihi, tutsaklığı reddeden insanların köleler edinme savaşlarıyla doludur…
Devlet-i Âliyye’nin yıkılışından sonra Müslüman coğrafyada huzur tesis edilememiştir..
Doğu Asya’dan batı Asya’ya, neredeyse Afrika’nın tamamına yayılan işgal, talan ve sömürgecilik hareketleri; söz konusu ülkelerin karakterini derinden etkilemiştir. Açık sömürgecilik hareketinin kurbanı ülkelerde, İngilizce, Rusça, Fransızca, İtalyanca, Hollandaca, İspanyolca ve Portekizce konuşulmakta, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilmektedir. Ulus devletler dönemi geldiğinde, görece bağımsızlık verilen ülkeler, sömürgeci ülkelerin desteklediği diktatörler tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Karakteri bozulan bu ülkelerin fert ve toplumları, maddî ve manevî çok yönlü sorunların arasında özgünlüğünü, kendi iç sesini, onurunu, inanç ve değerlerini yitirmiştir.
Osmanlı Devleti bakiyesi Türkiye ise, İngilizler tarafından farklı bir sömürgeleştirmeye tâbî tutulacaktır:
Halifenin ülkesi ve başkenti İstanbul’un tamamen işgal edilmesinin başta Hindistan olmak üzere Müslüman ülkelerde doğuracağı tepkiler…
İstanbul ve boğazlar üzerinde hak talep eden Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inme ve Akdeniz dahil bölgeyi kontrol etme hedefine duyulan kuşku ve çekinceler…
Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik (Hilafet merkezi) konumunun doğurduğu endişeler…
İngiltere tarafından dikkate alınmıştır.
Nihayet İngiltere, Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak kabul edildiği Lozan Antlaşması’nı, 3 Mart 1924’te “Hilâfet’in İlgası”ndan sonra onaylamıştır.
Aslında Hilâfet, “TBMM uhdesinde mündemiçtir”. 3 Mart 1924(1340)-Hicri 26 Recep 1342 tarihli “Hilafetin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Ülkesi Dışına Çıkarılmasına Dair Kanun” TBMM’de kabul edildi. 6 Mart 1924'te Resmi Gazete'de yayınlandı:
Madde 1- “Halife görevinden alınmıştır. Halifelik, hükümet ve Cumhuriyet’in anlam ve kavramı içinde esasen mevcut bulunduğundan hilâfet makamı kaldırılmıştır.”
Kanun, tüzük, yönetmelik, kararname devrimleriyle, “Hilâfetten Ulus Devlete” geçiş başlamıştır.

“Birkaç antlaşmayı da içine alan Vestfalya Barışı (Münster Antlaşması ve Osnabrück Antlaşması), Otuz Yıl Savaşları ve Seksen Yıl Savaşları'nın sonunda Ekim ve Mayıs 1648 tarihlerinde imzalanmıştır. Antlaşma 24 Ekim ve 15 Mayıs 1648'de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu,diğer Alman prensleri, İspanya, Fransa, İsveç ve HollandaCumhuriyeti temsilcileri arasında imzalanmıştır. Bu barış tarihçiler tarafından modern çağın başlangıcı olarak gösterilmektedir.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Vestfalya_Antla%C5%9Fmas%C4%B1
“Westphalia sistemi, Avrupa’da 30 yıl savaşlarını sona erdiren Westphalia Barış Antlaşması (1648) ile sembolleştirilen yeni uluslararası ilişkiler düzenidir. Bu sistem, şehir devleti ve imparatorluklardan oluşan dağınık siyasal örgütlenmeden ve feodal bağlılıklardan merkezî modern siyasal örgütlenme olarak ulus devletlerin oluşturduğu modern devlet sistemine dayanır. Westphalia sisteminde Papa ve Kutsal Roma Cermen İmparatoru arasında bölünmüş siyasal ve dinsel otorite yerini devletlerin toprağa dayalı merkezi otoritesine bırakmıştır. (…) ulusların temel çatışma alanı, dinî çıkarlardan ulusal güvenlik ve güç dengesine geçmiş ve ulusal çıkar ve devlet aklı etrafında uluslararası siyaset sekülerleşmiştir. (https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/westphalia sistemi)
Ulus devlet sistemi, 376 yıldır tüm dünyayı etkisi altına almış, paradigmaya dönüşmüştür. Antlaşmaların kazananı Avrupa ülkeleri olurken, kaybedeni Osmanlı Devleti ve diğer Müslüman ülkelerdi… Etnik ve dinî farklılıkları olmayan, birey – toplum - rejimler arasında ayrışma görülmeyen batı ülkeleri, süreçten oldukça kârlı çıktı. Sanayi, teknoloji, üretim, istihbarat, yeni nesil ordu ve seküler ulusçu devlet tasarımı, yükselen batı medeniyeti ülkelerinin sömürü iştahını kabarttı.
Müslüman ülkelerin önemli şehirleri, toplumsal barışın, bir arada yaşamanın, merhametin, insanlığın merkezleriydi. Tahran, Bağdat, Kahire, Kudüs, Şam, İstanbul, Kurtuba ve diğer şehirler; farklı etnik ve dinî toplulukların birlikte yaşadığı beldelerdi.
Irkçı ve sömürgeci “Beyaz Adam” faşizminin doğurduğu dünya savaşları; Soğuk Savaşın dolaylı operasyonlar dönemi; kiralık ordular ile düzenli birlikler karışımı sıcak savaşlar; vekâlet savaşları, demokratik emperyalist Batı ülkeleri tarafından kotarılmıştı. Yeni dönemde kartlar hiç olmadığı kadar açıkta karılıyor. Yeni nesil silâhlar, Müslüman coğrafyada acımasızca denenmekte, milyonlarca mazlumun ölümüne, sakat kalmasına, yaralanmasına sebep olmaktadır.
Siyaset, diplomasi, entelektüel çabalar, sanat, insan hakları, felsefe ve diğer yumuşak güç unsurlarının etki alanının iyice sınırlandığı bir dönemdeyiz. Şiddeti kutsayan Batı ülkelerinin yöneticileri hiçbir ahlakî ilke tanımıyorlar. Dijital uzay teknolojisi ve yapay zeka uygulamaları savaşların tahrip gücünü büyük ölçeklere taşıyor. İmparatorluklar, hanedanlar döneminde de büyük savaşlar olmasına rağmen, farklı etnik ve inanç gurupları, birlikte yaşama becerisine sahip olagelmişlerdir.
Seküler ulus devletler, bünyelerinde varolan farklı etnik / dinsel / ideolojik toplulukları; ötekileştirme, saf dışı bırakma, değersizleştirme, gayrî meşru kabul etme, düşman görme gibi kabullerle ayakta kalmayı benimsediler.
Modern ulus devletler; iç tehdit dış tehdit, stratejik doğal kaynakları ele geçirme maksatlı uzak tehditler oluşturarak, beka sorunu ürettiler. Kimi beka sorunları gerçek iken, güç düzeyine uygun sahte sorunlar da ürettiler. Kurt’un su içtiği yerden çok aşağıda, korku içinde su içen kuzuya, “suyumu bulandırma!” dediği gibi.
Farklı etnik, dinî ve mezhebî topluluklara sahip Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmesi; İngiltere Fransa, Rusya tarafından kışkırtılan Balkan ülkeleri, Mısır, Kürtler, Araplar, Ermeniler üzerinde esen ulusçu rüzgârlar ile kaos dönemi başladı. Yüz yılı aşkın süredir Balkanlar, İran, Irak, Arabistan, kuzey ve doğu Afrika, Akdeniz, Karadeniz ve Anadolu topraklarında durmaksızın kan aktı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti lime lime edildi. Batı ülkeleri İkinci Dünya Savaşı’nda birbirlerini yediler. Yüz milyonun üzerinde insan öldü, yaralandı. Osmanlı Devleti sonrası, dünya barış yüzü görmedi denilebilir.
Osmanlı idadilerinde (lise) okuyan çocuklarımız dahil, eğitimli kadrolarımızı Balkan Savaşı’nda, Gelibolu, Sarıkamış, Irak, Yemen, Gazze/ Kudüs, Mısır, Kurtuluş savaşlarında kaybettik. Yeni bir devlet kuracak kadrolar, İber yarımadasından 1492’de getirilen Yahudilerde vardı.
Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde, 23 Nisan 1920- Nisan 1923 arasında faaliyet gösteren TBMM Hükümeti, çoğunlukla “Birinci Meclis” adıyla anılır.
M. Kemal Paşa, bu meclisin kürsüsünde şunları söyler :
“Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın millî iradeye uygun olmadığını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır.”
24 Nisan’da Meclis Başkanı seçimi yapılır. Celaleddin Arif Efendi’nin 109 oy aldığı seçimi, 110 oyla M. Kemal Paşa kazanır ve Meclis Başkanı olur.
1921 Teşkilât-ı Esasisiye Kanunu’nun (Anayasa) geçerli olduğu dönemde “Ulus Devlet” anlayışı olmadığı gibi hilafet ve saltanatın korunması fikri vardır.
İpleri kopma noktasına getiren en önemli husus ise, Birinci Meclis’in Lozan Antlaşmasını onaylamaktan şiddetle kaçınmasıdır. Ulus devlete giden yolun başında Lozan vardır.
11 Ağustos 1923 günü yapılan bir törenle Meclis açılır. 13 Ağustosta toplanan Meclisin ilk işi, Meclis Reisini seçmek olur. Oylamaya katılan 197 milletvekilinden 196’sının oyunu alan M. Kemal Paşa, Meclis Reisi olur…
Meclis Başkanı ve bakanların belirlenmesinden hemen sonra, İkinci Meclisin gündemine aldığı ilk mesele, Lozan Konferansı’dır. 23 Ağustos günü yapılan oturumda gündemin ilk maddesi, Birinci Meclisin şiddetle onaylamaktan kaçındığı, Lozan Barış Antlaşmasıdır. Ali Fethi Okyar’ın hatıralarında “Lozan’ın varılmış neticeleriyle kabul edilebilmesi çok güçtür” dediği antlaşmayı onaylamak, İkinci Meclisin ilk işi olur.
Meclisin yaptığı en kritik işler: Ankara’nın başkent yapılması (13 Ekim) ve Cumhuriyet’in ilânıdır. (29 Ekim)
28 Ekim 1923 gecesi, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun değiştirilmesini öngören yasa tasarısı kabul edilir. Tarihimizin ilki olan, “Cumhuriyet İhtilâli” ilân edilir. Çoğu mebusun haberi bile yoktur. Akabinde Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı, İsmet Paşa ilk başbakan olur.
İkinci Meclis, ikinci yasama yılına 1 Mart 1924’te başlar. İkinci Meclisin birinci yasama yılında ilk işi Lozan Antlaşmasını onaylamak olmuşsa, ikinci yasama yılının ilk ve çok önemli işi, 3 Mart 1924’te Hilâfetin kaldırılması olur…
Bütün İslâm dünyasını derinden etkileyen devrimin ilk halkası, Hilafetin kaldırılmasıdır. Devrimin ikinci halkası; Türkiye’nin modernleşme, batılılaşma, laikleşme kararıdır…Devrimin üçüncü halkası; Anayasa değişikliği ile seküler ulus devlet inşasıdır.
40 yıldır akan kanın kaynağı. Bugün Kürt meselesinin dış tehdite/uluslararası soruna dönüşmesinin sebebi, 1924 Anayasası’nın kabulüdür. Medenî hakları sadece Türklere tahsis eden, iç barışı imha eden, bölücü bir anayasadır…
“Osmanlı yıkıldı, çünkü toy yerel elitler zehirli ulusçuluk meyvesinden yediler; bunu onlara Batılı lafazanlık üstadları sunmuştu.
Avrupa’nın icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ’ın kara veba salgınından daha çok insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa (Osmanlı) makul bir seçenek de sunamadı . Oysa orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde birlikte yaşıyordu. Kopan ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı. Ve Batılı yırtıcılar, giderek daha küçük topluluklar arasına kavga ekmeye devam ettiler, Şimdi Türkiye ve Irak’taki Kürt hadiselerinde görüldüğü gibi. Nasır ve Baas Pan-Arabizmi, Bin Ladin İslâmcılığı, Ziya Gökalp ve Halide Edib Pan-Türkizminin hepsi de Batı’nın ilerleyişini durduracak güvenilir bir ideoloji oluşturmakta aynı başarısızlığa uğradılar. (İsrael Şamir, Ey Osmanlı Geri Gel!)
13 Şubat 1925’te Şeyh Sait önderliğinde doğrudan rejimi hedef alan bir isyan patlak verir. Yeni devletin gidişatı, hilafetin kaldırılması, toplumun ahlâkî yapısının süratle bozulması Müslümanları rahatsız etmektedir. Bu gelişmelere karşı hassas olan Şeyh Said, “Piran Hadisesi”ndeki düğün yemeğinde şöyle diyecektir: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Ve din mektepleri Millî Eğitime bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cür’et ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükselmesine gayret ederim.” (Prof Dr. Neşet Çağatay, Türkiye’de Gerici Akımlar, 1925’den Bu Yana)
Her ne kadar resmi söylem tarafından bu isyanın bir Kürt hareketi veya İngilizlerin kışkırtmaları ile patlak veren cumhuriyete yönelik provokatif bir eylem olduğu kanaati yerleştirilmeye çalışılmışsa da isyan lideri ve mensuplarının İslâmî toplumsal sistem dışında bir taleplerinin olmadığı ve isyanlarında “dış mihrak” teorisinin geçersiz olduğu açıkça bilinmektedir. Dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün açıklamaları konunun en önemli delillerinden birisini teşkil eder. İsmet İnönü söz konusu isyanla ilgili olarak şunları dile getirir: “Şeyh Sait, harekât esnasında dini kurtarmak davasını açıkça ortaya atmış bulunuyor. “Hilâfet kalkmıştır, din tehlikededir. Dini kurtarmak lazımdır.” Davaları bu. Şeyh Sait isyan hareketini böylece bütün memlekete milli bir hareket olarak değil, bir din hareketi olarak gösteriyor… Şeyh Sait, isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır.” (İnönü, Hatıralar, C.2, S.201)
“Olay, Cumhuriyetin bir dönemeci almasının fırsatı yapılmıştır ve bu mahiyeti itibariyle ‘işaret noktalarından’ birini teşkil eder. 1925’ler Atatürk devrimleri olarak bilinen inkılâp hareketlerinin başladığı fakat ilkel bir siyasî demokrasinin de tatbik olunduğu yıllardır. Küçük bir zaman parçası, 1925 Türkiye’sinde bunların ikisine birden devam olunamayacağını çok kimseye ispatlamıştır.” (Metin Toker, Şeyh Said İsyanı)
Ulus devlete giden yolda Osmanlı’ya göz ucuyla bile baksanız manzara şöyledir:
Devlet-i Âliyye, Müslüman coğrafyanın büyük bölümünü fethetmiş, uzak bölgelerdeki Müslüman topluluklar ve devletlerle de dirsek temasını sürdürmüştür.
Osmanlı, İslâm dünyasının yanında Ortodoks Hristiyanların da koruyucusu olmuştur.
Anadolu toprakları, dünyanın en fazla göç alan yerlerinden biridir. Ermeniler, Rumlar, Türkler, Kürtler ve Araplar, Anadolu’nun yerli unsurlarıdır. Yerli olmayan tek topluluk Yahudilerdir.
Hasılı Osmanlı Devleti, çok dinli, çok etnik yapılı, çok mezhepli bir demografik yapının şemsiye örgütü, koruyucusudur.
Osmanlı Devleti Tanzimat dönemi yönetimi, Batılılaşmayı “Devlet Kararı” na dönüştürdüğünde yıkılış hızını fermanını imzalamış gibidir.
Etnik, dinsel, mezhepsel farklılık ihtiva eden vatandaşlarını, ortak ülküler doğrultusunda mücadeleye ikna edebilmiş Osmanlı’yı tanıyor muyuz?
İbn-i Haldûn, bir devlette sivil ve askerî bürokrasinin varlığına yönelik şu değerlendirmede bulunur : “Bil ki kalem ve kılıç, devlet başkanının, devleti yönetirken yardımına başvurduğu iki araçtır. . (İbn-i Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak Kültür Armağanı, c. I, s. 345, İstanbul, 2004)
“Kılıç – kalem” ilişki ve dengesi; günümüzde “güvenlik – özgürlük” ikilemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şey yerinde anlamlıdır. Kalemin kılıcın gölgesinde kaldığı ülkelerin sağlıklı gelişim göstermesi düşünülemez. Kılıçla gelen kılıçla gider. Kalemin çeliğine su verdiği kılıç kolaylıkla kırılmaz. Aklın (kalemin) elinde olmayan kılıcın nereyi keseceği öngörülemez. Kılıç önemlidir ama savaşlar salt kılıçla kazanılamaz. Cephede kazanılıp masada yitirilen savaşlar az değildir. Kılıç; statükonun, katılığın, değişmezliğin, günü kurtarmanın sembolüdür. Kalem(Akıl); düşünce, analiz, eleştiri, plân, program, yeniden yapılanma, ihya, ıslah, değişim, dönüşüm ve esnekliğin adıdır. Kılıcın kını adalet olduğunda, devlet yaşar…
Halkla beraber; kirlenmiş, erimiş, değersizleşmiş dinamiklerimizi temizleyerek; varlık nedenimiz, inancımız, ahlâkımız, ülkemize ve dünyaya karşı sorumluluklarımız temelinde yeni bir dirilişe kapılarımızı gönüllerimizi açmaya ihtiyacımız var. Yüzyıllık Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki tartışmalar bugün aynen sürmektedir. Özeleştiri yapamadık.
Varlığını kardeş kavgalarına bağlayan bir devlet modeline itiraz etmeliyiz. Hepimiz sorumluyuz. Toplum mühendisliğine maruz kalmadan kendi doğal değişim, yenilenme, yapılanma süreçlerini canlandırma boynumuzun borcudur. Meseleler başkalarına havale edilerek çözülemez. Yüz yıllık Cumhuriyet tecrübesi, acı bir örnek olarak önümüzde duruyor.
“Nerede yanlış yaptık?”, “Birbirimize niye düşman olduk?”,
Kürtlerle kavgamız hangi ihtiyaçtan doğdu? Kürtleri günah keçisi yapmakla ne kazandık? Ankara’da gözlerini yuman elitler, yurdumuzun dört bir yanını Türklerden ibaret gösteren rüyalar mı görüyorlar?
Yegâne düşmanımız haline getirilen Kürtler, Paris Konferansı’nda çevirilen dolaplara, oynanan oyunlara karşı asil bir karakter göstererek, tarihimize şerefli bir levha asmışlardı.
“Emperyalist politikaları gereği alışık bulunan İngilizler ve Fransızlar Doğu’ya gelince, aşiretleri altınla kazanmaya, onları Türklere karşı Ermenilerle uzlaşmaya zorlamışlardı. Tüm Kürt aşiretlerinin buna karşılığı kesin bir red olmuştur.” (Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, c. 1 s. 274)
“İngiliz baskısıyla Paris Barış Konferansı’nda Ermeni Bogos Nobar Paşa ile Şerif Paşa’nın ilân ettikleri Kürt- Ermeni işbirliği Doğu’da büyük protestolara sebep olmuştur.”(Bilâl Şimşir)
Doğu-Güneydoğu halkının, gösterdiği tepkiler 1920 yılının Şubat ayından itibaren İstanbul ‘da kendini hissettirmeye başlar. İstanbul Meclis-i Mebusanı’nın 26 Şubat 1920 günkü toplantısının ikinci oturumunda mesele ele alınır. Erzincan’dan gelen telgraf okunur:
“(…)Tarihi tanık tutarak mebuslarımıza şunu açıklarız ki; Kürtler vatanlarının kurtuluşu uğrunda şimdiye kadar Türklerle ilk savaş safında kanlarını akıtmışlardı. Bundan böyle de Hükümetimizin devamı ve mutluluğu için aynı şekilde davranacaklardır. Osmanlı ve İslâm topluluğundan ayrılmak, hiçbir zaman düşünce ve hayallerinden geçmez. (…) kaderimizi Hükümetimize bağladığımızı bütün insanlık dünyasına ilân ederiz.”
İmzalar: Erzincan Müftüsü Osman Fevzi, Belediye Başkanı Ali Rıza, ulemadan Şeyh Saffet, (…) Keçel Aşireti Reisi Yusuf, Aşuranlı Aşireti Reisi Yusuf, Demanlı Aşireti Reisi Seyyid Yusuf, Abbasi Aşireti Reisi Seyyid Ali, Beratlı Aşireti Reisi Çiçek, Kelanî Aşireti Reisi Hüseyin, Balabanlı Aşiret Reisi Paşabey “ (Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet 1920, Ankara, 1970 )
Siverek Halkı tarafından Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na çekilen ve 1 Mart 1920 günü Meclisin 17. Birleşiminde okunan telgrafta ise şunlar yer alır :
”Parisde bulunan Şerif Paşa’nın, Kürdistan’ımızda Ermenilerle ortak bir yönetim kurulmasına Bogos Paşa ile birlikte çalıştığı duyuluyor. İslâm birliği, Osmanlı Topluluğu ve Halifelik idaresi dışında herhangi bir idare altında yaşamak bizim için imkânsız olup, böyle bir idarenin kurulması ve yaşatılması için seller gibi kan akıtılması yüz binlerce insanın yok edilmesi, bakımlı yerlerin harabeye çevrilmesi dahi yetmez ve savaş ateşini yakmaktan başka işe yaramaz.”
İmzalar : Siverek Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Cudi, Müftü Osman, Ulemadan Asım, İzoli Aşireti Reisi Zülfikâr, Gergeri Aşireti Reisi Rüştü…” (Mahmut Goloğlu, a.g.e.)
1925 yılından bu yana Güneydoğu, ulus devletin ekmek kapısı olmaya itilmiştir.101 yıllık Cumhuriyet tarihinin 60 yılına, 17 “Kürt Ayaklanması” sığmıştır. Kısmen Şeyh Said ayaklanması hariç, diğerlerinin uluslararası boyuta ulaşması mümkün olmamıştır. Osmanlı döneminde, Lozan Konferansı’nda, Musul meselesinde tanınan ”Kürt Kimliği”, Cumhuriyet döneminin ilerleyen yıllarında inkâr edilmeye ve bu inkâra bilimsel kılıflar hazırlanmaya başlanmıştır. Asker- Sivil bürokrasinin değişmeyen tutumu, PKK’nın zemin bulmasını kolaylaştırmıştır. Süleyman Demirel ve Turgut Özal devirlerinde, kimi olumlu adımlar da hayata geçirilmiştir:
21 Mart1992 Nevruzu öncesi ve sonrası ulaşılan fiilî sonuçlar şöyleydi:
a. “Kürt realitesi”nin tanındığı, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından açıklandı.
b. Bir “Kürt Enstitüsü” kurularak, başına İsmail Beşikçi getirildi.
c. Kürtçe dergi ve gazeteler çıkmaya başladı.
d. Kürtçe eğitim yayınlarına olumlu bakanların demeçleri basına yansıdı.
e. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal GAP TV’de Kürtçe yayın yapılmasının Anayasaya aykırı olmadığını söyledi.
f. Turgut Özal’dan itibaren, Barzani başta olmak üzere Irak Federal Kürt Yönetimi liderleri ile Cumhurbaşkanı seviyesinde görüşmeler başladı.
Kısa süren bahardan sonra kanlı eylemler katliamlar yeniden başladı. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ve aydın, yazar, gazeteci, akademisyen birçok ünlü kişi öldürüldü.
Sistemi kontrolü altında tutan bir güç, sorunlarımızın çözülmesini istemiyor. Kardeş kavgasından beslenen, akan kanla yerini sağlamlaştıran bir odağın, ülkemiz ve milletimizin kaderi üzerinde söz sahibi olması acı vericidir. 2024 Ankara TUSAŞ saldırısı da aynı bağlamda değerlendirilmelidir.
Yüz yıl önce, Şeyh Said isyanının doğurduğu derin güvensizlik, hayal kırıklığı, ayrışma, parçalanma, nefret, acı, öfke ve düşmanlığın koyu gölgesi üstümüzde duruyor. Dökülen her damla kan, haksızlık, hukuksuzluk, gölgeyi zifiri karanlığa dönüştürdü. Göz gözü görmüyor. Kulaklar duymuyor. Geçmişimiz geleceğimizi bloke ediyor…
Acılarımızı yarıştırmayı bırakmak zorundayız. İpsiz kuyularda kalmak çözümsüzlük batağında boğulmayı getiriyor.
Ülke yönetimi Dersim’le yaptığı gibi, Şeyh Said vakasıyla da yüzleşmelidir. “Öcalan Meclis’te konuşsun” noktasına gelenler, “Şeyh Said vatan hainidir” demeyi de bırakmalıdır.
Medreseli saygın bir âlim E. A. Hoca bakın neler diyor:
”Erzurum ve Sivas Kongrelerine biz katılmadık mı?
Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen’de biz yok muyduk?
İstiklâl Harbinin başından sonuna kadar bu topraklarıı kanlarımızla sulamadık mı?
Cumhuriyet kuruldu, bunların hepsi unutuldu.
Kürtlüğümüz, dilimiz, yaşayışımız, kıyafetimiz, anlayacağın bize ait ne varsa horlanmamıza, aşağı sınıf insan muamelesi görmemize sebep oldu.
Buranın halkı, ‘Biz zulüm için yaratılmışız” demeye başladı. Konuşamadık, derdimizi kimseye anlatamadık.
Bunları yazamazsınız ama söylüyorum işte, ne yapayım?
1925’den sonra 10-15 yaşındaki çocuklar bile, Suriye’ye Irak’a, İran’a kaçtı.
Kimin ne istediğini bilemez olduk.
İnsan olarak değerimiz yokken, yolu-beli neyleyelim.” (1985)
NE YAPMALIYIZ?
Büyük bir samimiyetle özeleştiri yapmalıyız.
İnsanların ve devletlerin yanlış kararlar alabileceğini kabul etmeliyiz.
Şiddetsiz, hakaretsiz her meseleyi konuşabilmeliyiz.
Düşünce özgürlüğünün önüne engeller koymamalıyız.
Değiştirilemez, konuşulamaz, tartışılamaz ilkelerin iç barışı, istikrarı, güveni, bağlılığı bozabileceğini dikkate almalıyız.
Gizli ajandalarımız olmamalı, yalanlardan uzak durmalıyız.
Güçlüyken de şeffaf, hesap verebilir olmalıyız.
Türkler ile Kürtler yüz yıllık bir yüzleşmeye oturmalıdır.
Ulus devlet paradigmasının zaaflarını soğukkanlı biçimde tartışmalıyız.
Belirlenmiş toprak parçası üzerinde egemenliğe dayalı sistem kan kaybetmeye devam ediyor.
Ülke, devlet, toprak, aidiyeti ; marş, bayrak gibi millî sembollere olan sevgi ve bağlılık gitgide zayıflıyor. Vatandaşlık anlamını yitiriyor. Klasik sembollerin yerini, internet üzerinden bilgisayar, akıllı telefon, yapay zeka, robotik sistemler, şiddet ve cinsellik içeren oyunlar aldı.
İnternetin olduğu her yer vatan oluyor. Küresel İnternet Cumhuriyeti ve vatandaşlığından söz edilebilir.
Seküler milliyetçilikler birbirinden beslenmektedir. Ülkemizin selameti, birliği, bütünlüğü ulusçu devlet örgütlenmesi ile tesis edilemeyecek bir noktadadır.
Kaba politik söylemle, “Devleti kime satıyorsunuz?” diyecekler merak etmesinler, ülkemizi satmıyoruz. Devleti birilerine vermiyoruz. Bu ülkede yaşayan herkesi sofraya davet ediyoruz.
Gün geçtikçe birliğin ve dirliğin sağlanması önündeki engeller hızla artıyor. Devlet ideolojisi olarak Türk ulusçuluğu, Kürt ulusçuluğunu büyütüyor. Türkleri ve Kürtleri bir arada tutacak biricik değer olan İslâm’ı etkisiz elemana dönüştürüyor. İslâm yoksa nerede ve niye toplanacağız?
Ne yazık ki, ülkemiz insanlarının en az %50 sinin İslâm’la bağı kalmadı. Aziz İslâm dini, milliyetçilik, ulusçuluk, ırkçılık önündeki en büyük engeldir. Ulu İslâm çınarını yok etmeye, kollarını budamaya ayarlı zihniyet sahipleri! Bindiğiniz dalı kesiyorsunuz!
Lozan’dan itibaren tüm arşivler açılmalı.
Kurtuluş Savaşı dönemi belgelerine, İstiklâl Mahkemeleri zabıtlarına araştırmacıların erişimi sağlanmalı.
Türkiye, İslâmofobinin merkez ülkesi olmaktan çıkarılmalı.
Kürtçeye üvey evlât muamelesi yapılmamalı. Sokakta, uçakta, trende, metroda, okullarda
İngilizceye gösterilen anormal kabul ve prestiji Arapça ve Kürtçe için neden yapmayalım?
Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri, insanî, İslâmî vasıfları yüksek düzeyde ehliyetli Kürt vatandaşlarımızdan seçilebilir.
Bölgede coğrafik alan ve yerleşim yeri isimleri iade edilebilir. Herhangi bir nedenle yeni ismin kullanılması gerekiyorsa beraber kullanılabilir. Tabelalar Türkçe, Kürtçe, Arapça birlikte yazdırılabilir.
Bölgeye atanacak vali, kaymakam, emniyet müdürü, jandarma komutanları ve diğer görevliler dikkatle seçilmelidir.
Kürtçe eğitim serbest bırakılmalı. İsteyen ailelerin çocukları ana dilde eğitim alabilmelidir.
Karşılıklı ziyaretler, komşuluk, ticaret, kız alıp verme gibi faaliyetler teşvik edilmelidir. Kardeş aile projesi hayata geçirilebilir.
Terör, kaos, eylem, emperyalist ülkelerin bölgeye nüfuz etmelerine karşı her türlü tedbir alınmalıdır.
Topyekun inkâr, radikal değişim, baskı ve zulüm üzerine oturan hareketler kabul görmezler… “Savaş, ölmekle değil düşmana benzeyince kaybedilir” (Aliya İzzetbegoviç).
Devlet aygıtına egemen zihniyetle halkın ayrıştığı ülkelerde, iç huzur ve barışın sağlanması imkânsızdır.
Müslüman dünya için en temel sorun “seküler ulus devlet” paradigmasıdır.
Türkiye ve Müslüman coğrafyanın geleceği Kürtlerle yapılacak ittifaka bağlıdır.
Yenilen(e)meyenler yenilirler…
28.11. 2024, Kardelen / Ankara
Mehmet Yavuz AY
Yazarımız Osman Kayaer Emekli Oldu
18.10.2025
İyi bir İNSAN: Aliya|Mehmet Doğan
19.10.2025
Pakistan ve Afganistan arasında ateşkes
19.10.2025
İngiltere’de Zirvede Hangi Türkler Var?
30.09.2025
Sünnet Üzerine YUSUF YAVUZYILMAZ 19.10.2025
gazze mahkemesi ay’ı RESUL UZAR 21.10.2025
Sumud: Dünyanın Vicdanı YUSUF YAVUZYILMAZ 06.10.2025
Atasoy Ağabey/Ak Saçlı Bilge TALİP ÖZÇELİK 15.10.2025
Üstad'ın Psikanalizi Dr. MEHMET SILAY 09.10.2025
Cumhuriyet Sonrası İslamcılık YUSUF YAVUZYILMAZ 12.10.2025