Konuya girebilmek için kendimi uzun bir giriş yapmak zorunda hissediyorum. Müsaadenizle…
Anadolu ve Batı Asya coğrafyasının BATI ile olan mücadelesi, sanırım son 2000 senelik tarih içinde gayet belirgindir.
Özellikle Batı ve Kuzey Avrupa’nın güneşi kıt, çürük, küflü, rutubetli iklimi, değerli madenlerden yoksun fakir toprakları, pazarlardan ve ticaret yollarından uzak ekonomileri sebebiyle içinde bulunduğu fakirlik adeta onu savaş ve HAYDUTLUK sanatında ustalaşmaya itmiş gibi duruyor.
“Ex oriente lux” (Işık doğudan yükselir) aynı zamanda servetlerin ve zenginliklerin Doğu’da olduğunu ifade eden, yoksul Batılı haydutlara servet edinmek için Doğunun bereketli toprakları, üretime uygun uzun bahar ve yaz havaları, değerli madenleri ve zengin ticareti sayesinde üreyen servetlerini hedef gösteren bir ifade olarak da okunabilir.
Roma İmparatorluğu, Büyük İskender, Haçlılar, Vikingler, Rus Kazakları vs. hep DOĞUNUN servetlerini yağmalamak için girişilen haydutluk hareketleridir. Belki de bunların içinde en küçük çaplısı olan Vikinglerin bile sadece Endülüs Üzerine 200’den fazla seferlerinin olduğu, Karadeniz’e, Hazar Denizine, Akdeniz’e Kuzey Batı Afrika’ya kadar uzandıkları hatta 10’dan fazla sefer İstanbul’u ve Mısır’ın sahil şehirlerini yağmaladıkları kayıtlara geçmiştir.
Ancak bunlar, son 400 yıldır süren sömürgecilik hareketleri ile karşılaştırılabilecek yağmalar değillerdir. Düşünün İngiltere’nin sadece 50 yılda (1750-1800) Hindistan’dan yağmaladığı servetlerin İngiliz sanayisinin son 200 yılda ürettiği emtianın toplamının 2 katı kadar olduğunu Jack Goody’den öğrenmiştik1.
Binlerce senelik kökü olan bu yağmanın bilinçaltı Batı düşüncesini de şekillendirmiş DOĞULULARIN servetlerini yağmalamanın “Üst İnsan”, “Üstün İnsan” olan Batılıların doğal hakları olduğu düşüncesi Batılı düşünürler tarafından özellikle son 300 yılda defalarca işlenmiştir. (Bu noktada ABD’nin Irak harekâtını destekleyen bir Amerikalı hanımefendinin bunu sorgulayan spikere sinirle, “Onlar da bizim petrollerimiz üzerinde oturmasınlar, ne işleri var orada” dediği yıllar öncesinin bir çağrışımı geliyor aklıma.)
Yağmalamaları son 1000 yılda ilk göğüsleyenler Afrika’da Araplar, Anadolu’da Türkler ve Kürtler, Kırımda Tatar ve Kıpçaklar olmuştur. Batıya gidildikçe zamanla bunlara Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkezler, Gürcüler, Çeçenler ve diğer Müslüman kavimler de eklenmiştir. Dikkat edilirse bu kavimlerin tamamına -son 150 yılda birliği parçalayan, ümmeti dağıtan kavmiyetçilik hareketleri girmeden önce- Batılılar tarafından “Türk” denirdi.
(Burada araya, yazının gidişatına uymayan ama genel fikrine katkı sunabilecek bir küçük not girmek istiyorum: Özelikle NATO’cu, sömürgeci sitelerden ısrarla Kürt ve Arap düşmanlığına yönelik yayın yapılması bir tesadüf neticesi değil, Batı sömürgeciliğine karşı direnci ve birliği sağlayan ANA omurganın yani Türk-ARAP-Kürt Birliğinin tahrip edilmesine yönelik bir faaliyet olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Haçlı orduları karşısında darmadağın olmuş Müslüman coğrafyayı bir araya getiren İmam Gazali’ye ve İmam’ı Azam’ın Mürcie Düşüncesine İngilizlerin hâkim oldukları bölgelerde büyük bir saldırı olmasının da sanırım bu konu ile ilgisi var.-AHÇ)
A dı ve kürsüsü 12 Eylül darbesi sonrası İstanbul Üniversitesinden ve Türk düşünce hayatından silinen, Batının düşüncesini içeriye taşımak yerine -Ziya Gökalp dâhil- ilk kez Türk Sosyolojisi Kuramını inşa ettiği iddia edilen ünlü Sosyolog Baykan Sezer Bey, “Doğu düşüncesi farklı toplulukların nasıl bir arada yaşayabileceklerine odaklanırken, Batı düşüncesi başka uluslara tahakküm etmek düşüncesine odaklanmıştır”, der. “Bunun bir tezahürü olarak insan davranışlarını inceleyen bilim dalları bile ikiye ayrılmış, Sosyoloji, Batının üstünlüğü fikrini savunmaya; Antropoloji ise diğer ulusları yenilmişlik ruh haline, yani geriliğe/geri kalmışlığa ikna etmeye odaklanmıştır” der.
Baykan Beye göre Türk kavramı bir ırkı temsil etmez; Batılıların (Haçlıların) karşısında kendi topraklarını ve hazinelerini savunan, Batı tahakkümüne direnen Batı ve Orta Asya Topluluklarının “Siyasi Aklına” Türk denir. Dikkat edilirse askeri aklına değil, Siyasi Aklına Türk denir, diyor.
Bu nedenle ömrünün büyük kısmını İngiltere açıklarındaki denizlerde geçiren Jan Janszoon van Haarlem (Küçük Murat Reis) isimli bir Hollandalı için 1628’de İngiltere’de başına konan ödül ilanına ”TÜRK Korsanı” yazılması kimsenin garibine gitmez. Zira TÜRK olmak o dönemde bir ırka mensup olmak değil Haçlı Ordusunun karşısında olmanın ismidir. Nitekim Boşnaklar, Hırvatlar, Arnavutlar, Çerkezler, Ruslar, Ukraynalılar, Lazlar, Gürcüler, Rumlar, Ermeniler Müslüman olunca yani Haçlı Birliğini reddedince Türk’ de olmuş olurlar.
Konu çok daha uzatılabilir lakin hemen herkesin bildiği bu konunun daha fazla uzatılmasında fayda görmüyoruz.
Ancak süreç, 1918’de Batı ve Orta Asyalı Kavimler Birliğinin HAÇLI saldırıları karşısında aldığı son ağır ölümcül darbe ile değişti. (1. Dünya Savaşı). Osmanlının yenilgisi yani Batı Asyalı kavimlerin Siyasi AKLININ yenilgisi, hepsinin yenilgisi olarak sayıldı.
Bu yenilgiye Anadolu’da kurulan Yeni Cumhuriyetin tepkisi “ümmet”le yani siyasi önderliğini ettiği Batı ve Orta Asyalı kavimlerle tüm ilişkileri kesmek oldu. Özelikle kan kardeşleri, yol yoldaşları Selçuklulardan beri aileden olan refikleri Kürtleri ve Arapları aşağılayarak Doğudan kopup Batılı olduğunu ispata kalktı. Hatta Müslüman Türkler de aşağılanan sınıfa dâhil edildiler.
Onları sırtından atarak yükünü hafifletmeyi ve hızla Batı’ya yetişmeyi hedefliyordu. Zira Osmanlıda ümidi olup yardım talebi ile gelenler sadece Kafkas ve Balkanlar gibi yakın coğrafyadan değil Madagaskar’dan Çin’e, Hindistan’a, Türkistan’a kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştı.
Türk, İsmet Özel’in tanımı ile “Haçlı ordusunun karşısına dikilen” değildi artık; Orta Asya’dan at üstünde gelip Anadolu’ya yerleşmiş, sonrasında zorla Müslüman edilmiş bir ÜSTÜN ırktı. O, ait ve layık olduğu yere (?) geçmeli, kaybedenlerin arasından çıkmalı, kazananların arasına yani AVRUPALI Haçlı Birliğine katılmalı ve onun yağmasından pay almalı idi. Yeni hedefi buydu. Gerekirse daha önce KARDEŞİMİZ olanlar artık düşman, bizi yenmiş hatta işgal etmiş can düşmanımız olanlar da dostlarımız olacaktı. Bu gerekirse geldi kesinlikle olacaktı. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı genç Cumhuriyetin yöneticileri.
Bu uğurda yönetici elitler işe, Halifeliği ve Türklerin bin yılda geliştirdikleri eğitim sistemini ve dini kurumları tasfiye etmekle başladılar. (Nitekim aradan 100 sene geçtiği halde bu kurumlar hala resmi olarak yasak durumdalar.)
Ardından gelen Batılı kıyafetlerin ve şapkanın mecburi kılınması,
Türk’ü simgeleyen sarığın ve fesin yasaklanması,
Türk Harflerinin yasaklanıp Latin alfabesine geçilmesi,
Hz Muhammed’i baz alan Hicri Takviminin reddedilip, Hz İsa’yı baz alan Batılı Takvime geçilmesi,
Türk Müziğinin yasaklanıp Batı müziğinin önünün açılması, Türk Aile modeli yerine Batılı aile modelinin benimsenmesi,
Öztürkçecilik adı altında dilden Arapça ve Farsça ibarelerin ayıklanması,
Şehitlerin ve büyüklerin anılmasında, kurum veya toplantı açılışlarında Dua etmek, Fatiha ve Mevlit okumak, peygambere salavat getirmek gibi uygulamalar yerine saygı duruşu adı altında ayakta dikilme, siren ya da marş çalma uygulamasına geçilmesi,
Yöneticilerin İngiliz Kraliyet ailesinin hizmetindeki seyislerinden uyarlama, İngiliz Sömürge Valilerinin giydiği papyon ve smokin giymesi,
Müslüman-Türk tipi anıt mezar: Fatih Sultan Mehmet Türbesi
Roma Tipi Anıt Mezar: Atina Parthenon'unun ABD'deki kopyası
Büyük oranda Türk mezarlarının yok edilmesi gibi birçok uygulama bazen seve seve bazen zorla yerine getirildi.(Bu noktada Kamal Paşa’nın mezar modelinin seçimi kanaatimize göre bir tesadüf değildir.)
Tüm bunlar ve bunların çok daha fazlası, müttefik değiştirme yani BATI HAÇLI Birliğine geçme kararımızın neticesi yaptığımız eylemlerdi. Kendimizden kurtuluyor Batılı oluyorduk.
Ancak 100 senelik “Batılılaşma” maceramız bu ideolojiye uygun –dinden imandan azade, Türk ve İslam örfünden uzak, görünümü ile tamamen Batılı- insan tipini yetiştirmeye muvaffak olmuşsa da Batılı Haçlı kulübünün eşit bir unsuru olma, onun yağmasından “pay alma” hayalimiz gerçekleşmedi. Bu pozisyona 100 yıl sonra bile Osmanlıdan daha yakın olduğumuz tartışmalıdır. Tam tersine Haçlı Kulübünün kapısında bekleyen, pis işlerini yapan, ezik ve aşağılanan bir unsur olmaktan öteye gidemedik.
Konuya girelim.
Ne yazık ki Türkiye’nin günümüzdeki hali,
- her 10-15 yılda bir darbe ya da darbe girişimleri ile hizaya çekilen,
- onar yıllık periyodlarla ekonomik kriz ve devalüasyonlar ile yerel ve küresel büyük tefecilerin toplumu soymasına engel olamayan (şu an %60 enflasyonla, %50 gibi dünyanın en yüksek politika faizlerine sahip ülkesi),
- dış borcu 500 milyar doları aşmış
- eğitim sistemi iflas etmiş
- gençliğine ülkü verememiş
- bu nedenle beyin göçüne ve yetişmiş insan unsurunu Batıya kaptırmaya engel olamamış,
- hem kültürel hem ahlaki şizofreni içinde yolunu kaybetmiş,
- Yeni Dünya Düzeni Denen postmodern sömürgeci/küreselci politikalara teslim olmuş,
- hukuk ve adalet sistemi cumhurbaşkanına bile güven vermeyen2,
- mafya babalarının devlet yöneticilerine hukuk dersi verdiği, adeta kendi halkına karşı örgütlenmiş daha büyük bir mafya yapılaşmasına benziyor.
Görünen o ki, Türkiye, Batı Asya ülkelerinin “Siyasi Aklı” olma rolünü reddetmesi ile kendine yeni bir yol çizme sürecinde başarılı olamamış, Batının üzerindeki yağmasını ve aşağılamasını durduramamış aksine daha fazla teslim olmuş gibi görünüyor.
Osmanlı dönemindeki Batı sömürgeciliğine karşı ihtişamlı LİDER oyuncu rolü gitmiş onun yerine Batının kapısında para dilenen, ülke kaynakları üzerinde denetimini büyük oranda yitirmiş, toprakları üzerinde onlarca yabancı ülke üssü bulunan, eğitimde kendi dili yerine sömürgeciliğin dilinin önünü açmış, Batının bodyquardlığına can atan, karakteri zayıf bir amatör küme oyuncusu gelmiştir.
Nitekim daha önce Batıya karşı beraberce savaştığı, savunduğu, yardım aldığı, “kardeşiz” dediği toplumların üzerine, hatta eskiden kendi toprakları olan Irak’a, Suriye’ye, Yemen’e Amerika’nın ve diğer Haçlı Birliği ülkelerinin yanında onların fedaisi, kâhyası, uşağı imiş gibi gitme zilletine bile razı olmuştur.
Bu büyük düşüşün ve ihanetin bu coğrafyada karşılığı olmuş daha önce etkisi altında olan, kendi arka bahçesi hatta toprağı olarak kabul ettiği Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Filistin, Arabistan, Mısır gibi bölgelerde etkisi iyice azalmış hatta bu bölgelerden tamamen çekilmek zorunda kalmıştır.
Sanırım bu durumu Suriye Savaşı sırasında Esed’le görüşmeye giden Sayın Davutoğlu’na Esed’in söylediği rivayet edilen “Siz Amerikan elçisi misiniz yoksa Türk Dışişleri Bakanı mısınız3” sözü özetleyebilir.
Doğa boşluk kabul etmiyor.
Osmanlının yerine alan Türkiye’nin tarihi misyonunu reddetmesi ile yaşanan büyük kaosta oluşan 100 yıllık boşluk bizim gözleyebildiğimiz kadarı ile son 40 senedir İran tarafından doldurulmaya çalışılmaktadır. Nitekim İran “Kudüs Davası” olarak tanımladığı “Kudüs’ün özgürleştirilmesi” yani bölgenin sömürgecilerden temizlenmesi davası bugün İran’ı Filistin’in, Hamas’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Yemen’in ve Lübnan’ın direk hamisi konumuna getirmiştir ve etki alanını hızla artırmaktadır. Özellikle İsrail ve Amerika ile girişmiş olduğu mücadelede 5 savaşta (Irak, Suriye, Lübnan 2000 ve 2006, Yemen) Amerika’yı yenmesi tarihte ilk kez İsrail’i vuran ülke olarak ana oyuncu konumuna gelmesi ve sömürgeciliğe karşı direniş eksenini tek başına temsil ediyor olması onun hem toplumlar ve hem gençlik bazında özenilir konuma getirmektedir.
Görünen o ki Humeyni’nin “Kudüs Davası” İran’ı bölgedeki en önemli aktör haline getirirken, Kamal Paşa’nın “Batılılaşma” davası Türkiye’yi 3. sınıf bir ülke konumuna indirgiyor.
100 yıl sonra anladık ki, Osmanlı önemi ve büyüklüğü arkasındaki halklardan geliyormuş. Bosna’sından Yemen’ine, Kırımından Hind’ine kadar halkların hem siyasi aklı hem ümidi iken çok değerli olan Türkiye; onları sırtından atması ile tüm değerini ve kıymetini kaybetmiş Batının kapısında uşaklığa düşmüştür. 100 yıl sonra bile coğrafyada gördüğü hürmet Osmanlıdan kalan baba mirasıdır.
Nitekim bizim “İran Türkiye’nin boşalttığı alanlarda etkin oyuncu oldu” tespitimize Türkiye Cumhuriyetini yönetenler de katılıyor olsa gerek ki, bu durumun önüne geçebilmek için özelikle sosyal medya üzerinden İran’ı itibarsızlaştırmaya yönelik oldukça mezhepçi, Şia, İran ve Hizbullah karşıtı bir kampanya yükseltmeye başladılar. Tıpkı Avrupa ile iş tutarak, İsrail ve ABD’ye sadakat sözleri vererek koltuklarını koruyan Arap liderleri gibi, Türkiye’de İran’ın etkisinin artmasının kendi aleyhine olduğunu düşünüyor ve bunun huzursuzluğunu yaşıyor.
Türkiye’de, Tayyip Bey hükumetleri döneminde bu arıza fark edilmiş, bu durumu değiştirmek ve yeni bir hikâye yazmak için gayret gösterilmiş olsa da BATICI ve NATO ile yakından ilişkili çevrelerin anında teyakkuza geçmeleri ve tepki vermeleri sebebi ile başarılı olunamamıştır. Nitekim bir taraftan eski kehkeşanlı günlerinde olduğu gibi bölge halklarının lideri, hamisi ve ümidi olma hayalini kurarken, diğer taraftan eski Fransız ve Alman Başbakanlarının ifade ettiği gibi bir “Haçlı Kulübü” olan Avrupa Birliğine girme hedefini, NATO’cu, İsrail dostu kimliğini korumaya, Batılılaşma arzusunu ifade etmeye de devam etmektedir.
B u tenakuz halindeki duruş nedeniyle hükumet “İsrail aleyhindeki en sert konuşmaları yaparken”, şu gün bile Osmanlı Tapu senetlerine başvurulsa muhtemelen yarısı Türkiye’ye ait çıkabilecek Filistin’i desteklemekte hala tereddütler yaşıyor, söylemin öfkesine eylemin öfkesini eşlik edemiyor. Bu ikircikli tavırla oldukça uygun olarak 7 Ekim sürecinin üzerinden 1 sene geçmiş olmasına rağmen hala petrol nakliyatını kesmeyi başaramamış, sonlandırdığını ilan ettiği ticareti Yunanistan ya da Abbas Yönetimi üzerinden devam ettirme kurnazlığına gidebilmiştir.
Yani Türkiye bölgenin ABİSİ, siyasi AKLI olmaya çok hevesli iken bunun gerektirdiği bedeli ödemek konusunda hiç de hevesli değil. Hem ABD ile ilişkilerim bozulmasın, hem İsrial’in/Yahudi sermayesinin hedefi olmayayım, hem para babası küresel tefeciler muslukları kısmasın, hem de “İslam dünyasının halifesi olayım” demek kanaatimize göre boş bir hayalden ibarettir. Ülkenin her tarafı Amerikan üsleri ile dolu olmasına itiraz edemezken altı üstü 6 milyon nüfusu olan HAMAS ile bile baş edememiş bir devletin “bizi işgal edeceğini” söyleyerek kalabalıkları tehdit etmenin içindeki tenakuzu kalabalıkların fark etmeyeceğini düşünmek, bütün süreci amelsiz nutuklarla idare edebileceğimizi sanmak bölge halklarının zekasını fazlası ile aşağılamak olacaktır. Ki gelinen yer itibari ile bunun bir işe yaramadığı ortadadır.
Eğer Türkiye bölgede yeniden LİDER olmak istiyorsa İran’ın bölge üzerindeki artan nüfuzunu; bölge halkları ile ilişkileri kuvvetlendirerek, bölgedeki sömürgecilere karşı pozisyon alıp bölge halklarının ümidi olmayı becererek geriletmesi mümkün olabilirdi. Ancak bu çok zor, zahmetli, ağır bedelleri olan ve sömürgecileri, özelikle de İngiltere, İsrail ve ABD’yi karşıya almayı gerektirebilecek bir süreç. Nitekim İran’ın 40 yılı aşkın süredir AMBARGO altında olduğunu hatırlatmak isterim.
Ne yazık ki:
Ne yazık ki, bu sıklette meydana çıkamayan Türkiye bölgedeki İRAN düşmanlığını ve ŞİA karşıtlığını köpürterek İran’ın nüfuz alanını genişletmesine ve kendisinin arzuladığı bölgelere girmesine engel olmak istiyor.
Hâlbuki bu çok tehlikeli bir oyun.
Zira bu ülkenin içinde 5-7 milyon arası kendisini alevi, şii olarak tanımlayan insan yaşıyor. Bu insanların arasındaki gerilimi yükseltmenin, düşmanlığı kışkırtmanın, hedef göstermenin ne anlamı olabilir? Maraş ve Sivas olayları ne çabuk unutuldu? Sahi kendi elimizle emperyalistlere böylesi gerilimli bir fırsat imkânı sunmanın akıllıca bir iş olduğunu hangi akl-ı selim sahibi iddia edebilir? İran’ı vurmak için atılan bu okun Türkiye’nin kendisine isabet edebileceği, toprakları üzerinde kendi eli ile bir iç savaş ortamı hazırlamasına sebep olabileceğinin hesap edilememesi mümkün mü?
Böyle bir riski İsrail ve NATO’cu çevreler Türkiye adına alabilir ve Mossad, CIA bağlantılı sitelerden bunu kışkırtabilirler zira ATEŞ Suriye’deki gibi tutuşursa onları değil bizi yakacaktır.
Sonsöz
Bizim kanaatimize göre Türkiye, eğer bölgede yine “Büyük Oyuncu” olmak, bölge halklarının ümidi olmak istiyorsa Şii-Alevi-Sünni gerilimlerine, düşmanlıklarına bel bağlamak yani ateşle oynamak yerine bedelini ödemeye razı olarak bu halkların dertleri ile dertlenmeye, samimi olarak onları KARDEŞ kabul etmeye, bölgedeki 150 yıllık asalakları, sömürgenleri, emperyalistleri temizleme mücadelesine katılmaya hevesli olması gerekir.
Batının burnuna halka taktığı KÂHYASI rolü ile kimseye ümit olma ihtimali olduğunu sanmıyorum.
Yani NUTUKLARA değil AMELE iş gördürmek lazım.
Bizdeki hikmet buna yetti, doğrusunu Aziz Kudret bilir.
Ahmet Hakan Çakıcı
1 Rebiülahir 1446
1 Jack Goody, Batıdaki Doğu
2 https://www.ntv.com.tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogandan-narin-aciklamasi-bizzat-takipcisi-olacagim,WubN6Dchj0y1xYyOC-F_nA
3 https://islamivahdet.com/video-siz-abd-elcisi-misiniz-yoksa-turkiye-disisleri-bakani-misiniz/
ABD Seçiminin Tarafları | Hamza Er
07.11.2024
DİN VE DEVRİM / Muharrem BALCI
14.10.2024
Direnişin Cesur Lideri Şehid Oldu..
18.10.2024
Tarih böyle alçaklık görmedi
16.10.2024
Söz mü Eylem mi.. Nereye? CAVİT OKUR 20.10.2024