İlk evliliğinden kalma, kendisiyle yaşlanmış, dili olsa neler söyler eşyaların arasında bile dolaştıramadığı bedeni, tanınmaz haldeydi. Boyu 21 santimetre kısalmıştı. On sekiz hastalığına, daralmış göğüs kafesi içine sıkışan akciğerinin soluk alma güçlüğü de eklenmişti. Kemikleri cam gibi çatlıyor, tümör, omuzları parmakları dolaşıyordu. Kaç ameliyat olmuştu sayısını unutmuştu. Kalça kemikleri kırılmış, ameliyatı kaldıramayacak kadar zayıflamıştı. Ellerini kullanamıyor; yatak odasından binbir güçlükle, inip kalkan göğsünden yükselen hırıltılarla acı içinde gelip oturduğu salondaki koltuğuna da oturamıyordu artık. Duvarlarına yalnızlığın rengi sinmiş yatak odasının, oldukça yıpranmış yatağında yarıyatar vaziyette tavana bakıyordu. Yaşı yetmişe dayanmıştı. Tavanda ömrünün kararmış pencereleri… Silik, buğulu, acıları ve anıları henüz taze, görüntüleri net pencereleri… Kendine dönmeyi kendine bakmayı; kalbinin derinliklerine, gözbebeklerinin kıyısına taşımanın zamanı gelmişti. Hissediyordu:
Malatyalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştı. Harbiye’den mezun olup Türkiye’yi dolaştı, memleketine de tayini çıktı bir ara. Malatya’dan hiç uzak kalmadı. “Renkli Apartman”dan şehrin diğer yörelerine değin ince ayrıntıları zihninde hep taşıdı. Adeta turist rehberi gibi şehrin resmî görüntüsüne, öne çıkmayan derin ve aslî kimliğinin taşıyıcısı arka yüzüne vâkıf, tipik bir Malatya’lı olarak yaşadı. Malatya’dan evlendi. Hanımefendi öğretmendi.
Yüzbaşı olana dek tipik bir subay gibi yaşadı. Orduevi geceleri, içki, tutkulu yemek ziyafetleri. Gezmeyi çok severdi. Eşiyle Türkiye’nin altını üstüne getirmişlerdi. Yemek yemek kadar mutfağa girip yemek hazırlamayı severdi. Eşine yemek yapmayı öğrettiğinden bahsederdi. Paraya bağımlı değildi, biriktirmez harcamayı sever, muhtaçları da gözetirdi. Muharip subay olmamasına karşın yüksek perdeli, buyurgan bir ses tonuna sahipti. Emretmeyi seven, sözünün harfiyen dinlenmesini isteyen fazladan bir askerdi. Çevresiyle olduğu kadar ailesiyle ilişkileri de köşeliydi.
Çoğu Anadolu insanı gibi inançlıydı, Bektaşî meşrep bir hayatı vardı. Doğduğu toprakların izleri vardı zihninde, tavırlarında, söyleminde. Ne ki, askerî okul, subaylık; ailesinin, topraklarının biçim verdiği kişiliğini eritiyor, yeni karakter havuzlarında “evine yabancı” birine dönüştürüyordu. Bütün devşirilme hamlelerine maruz kalmasına rağmen, yine de içinde farklı şeyler fısıldayan bir ses vardı. İnanırken başka yaşarken başka bir faile dönüşen, uzunca bir süre rahatsız olmadığı ikircikli kişiliği, kalbini zihnini örten dehlizin dışına çıkmayı denemek istedi. “Yurdum insanı”nın içinde yer almaktan sıkıntı duymadığı tablonun parçası olmaktan çıkıp, “Kitaba” bakmak istedi…
Kitabın mesajlarına baktı; döndü kendine, eşine çocuklarına baktı. Yüreği daraldı. Geçmişini gömlek değiştirir gibi değiştirebilecek miydi? Ya eşi, çocukları? Askerî tertip düzen içinde şekillenen, dünyayı daha çok siyah-beyaz algılayan zihni bulanıklaştı. “Kutlu Kitabın” hakikati ile hayatın gerçeklerinin farklılığını nasıl yorumlayacağını bilemedi. Değişmeye başladığında önce çevresi boşaldı. “Cebindeki adreslerden umut kalmamıştı.” Güçlü, buyurgan, özgüvenli, evinin reisi, çocuklarının kahramanı, kudretli subay; eşinden değişmesini istedi. Güçlü bir başkaldırıyla eşi “hayır” dedi. “Beni bu halimle kabul ettin. Öğretmenim, çevrem var, saygınlığımı, mesleğimi kaybetmek istemem. Başımı örtemem.” dedi. Çocuklar arada kalmanın tuhaflığı içinde gelgit yaşasalar da annenin yanında yer aldılar. Anne, dayatılmış hayatın güçlü dalgaları altında kalmaktan korkmuştu.
Kolay değildi hayat değiştirmek, yılanın deri değiştirmesi gibi. Buyurgan tavırlı isteğinin eşi tarafından reddedilişi, yeni hayatı kabullenmeyişi çileden çıkmasına yetti. Evin direği değil, yabancısı olduğu hissine kapıldı. Büsbütün hırçınlaştı. Sonu gelmez tartışmalar, kavgalar yılları alıp götürdü. Evin içinde farklı odalarda yaşar oldular. Gezilerde de yolları ayrıldı. Anne kız denize koştu, kudretli albay dindar kimliğiyle memleketine, yeni arkadaşlarına…
30 yıl evlilikten sonra ayrıldılar. Yalnızlıkla bağışıklık sistemi çöktü. Hastalıklar sökün etti art arda. Omuzlarında, parmaklarında tümörler oluştu. Peşpeşe ameliyatlar… 24 saatte bir dakika ağrısız geçen zamanı olmadı. Koltuk değneklerine bağımlı hale geldi. Dindar bir hanımla evlenmeyi çok arzuladı. Nihayet arzusu gerçekleşti. Koltuk değneklerinden bile kurtuldu. Sanki sayarak bitiremediği hastalıklar çekip gitmişti. Yeni hanımının evine yerleşti. Çok abartılı eşyalarla ev yeniden döşendi. Yüzü gülüyordu. Çok sürmedi, anlaşmazlıklar baş gösterdi. Bir yıl içinde ayrıldı. Niye? sorusuna verdiği cevap, ilginç ve yakıcıydı: “İlk hanım dindar değildi ama şahsiyeti vardı. Bunun aklı fikri parada. Yediği paranın haddi hesabı yok…”
Çok kısa sürede kaybolduğu sanılan tüm hastalıkları geri geldi. Boyu kısalmaya, göğsünde kamburluk oluşmaya başladı. Evin kapısını açamayacak hale düştü. Merdivenden inemediği için oğluyla aldıkları asansörlü eve taşındı. Elini kullanamaz, yürüyemez haliyle namazını kılmayı bırakmadı.
Buyurganlığı, titizliği, istekleri azalmadı. Yardımcı kadınların biri geldi, biri gitti. Gece gündüz yalnız kalamayacak kadar düşkünleşti. Okuttuğu, evlendirdiği kızı, kapısını açmadı. Oğlu zaman zaman gelip ihtiyaçlarını karşılıyordu ama babasını evine götüremedi. “Okuttuğum büyüttüğüm, dinlerini öğrettiğim, her türlü maddî ihtiyaçlarını karşıladığım çocuklarıma ne oldu? Duyguları yok olmuş, vicdanları körelmiş… Nerede yanlış yaptım?” dedi, kırgın ve kısık bir sesle. Kalbinden gırtlağına yükselen duygu seli, gözlerinde yaşa dönüştü… Emekli maaşı olmasaydı nasıl yaşardı bilinmez…
Çok nadir, küçük balkonda oturup dışarıyı seyrediyor. Yardımcı kadınlara yemeği nasıl yapacaklarını anlatıyor. Gezmeyi çok seven biriyken böyle evden çıkamayışına hayıflanıyor. “Ev var; araba, para var ama ben yokum” diyor hüzünle. Ziyaretine gelen arkadaşlarıyla teselli buluyor. Kızından dert yanıyor, ”Telefonunu bile sildim” diyor. Yalnızlık ve vefasızlık acısı, konuşma güçlüğünün önüne geçiyor, durmaksızın konuşuyor, konuşuyor.
Şimdi son demlerinde…
Oturamıyor. Tavana çakılı gözleri… Lavaboya gidebiliyorsa mutlu oluyor.
Acıları, çaresizlikleri içinde şükretmeyi ihmal etmiyor. Her şeye rağmen bir arkadaşından mevsim çiçekleri getirmesini, uzun saksılara dikmesini isteyecek kadar hayata bakan bir yüzü varsa da, ölümü arzuluyor artık…
Onun acılarını, düştüğü hali gören arkadaşları, kendi dertlerini, sıkıntılarını paylaşmaktan utanıyorlar. Dillerinin ucuna gelen cümleyi söyleyemiyorlar. “Hata tek taraflı olmaz.”
Hayatı, “Kitaba” uymayan düşünce, yaşayış ve davranış biçimlerine, aşırı tepkilere kurban etmeyelim.
Kendimizle yüzleşmeyi başarabilelim. Henüz vakit varken…
Allah, en günahkâr insanı bile kaybetmek istemeyecek kadar şefkatlidir.
07.11.2018
Kibrin Mağlûbiyeti -1 | İlhan Akar
23.04.2024
müslüman ‘Allah diri’dir! valla! MUSTAFA AKMEŞE 19.04.2024
Seçimin İmkanları YUSUF YAVUZYILMAZ 21.04.2024
Baş Döndüren Diplomasi AHMET GÜRBÜZ 24.04.2024
Kemal Kılıçdaroğlu ÜSTÜN BOL 06.04.2024
YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 08.04.2024
SİYASET VE SERMAYE YUSUF YAVUZYILMAZ 13.04.2024