metrika yandex
  • $32.46
  • 34.71
  • GA18240

Hanedanlığın Devlete, Tebaanın Vatandaşa Dönüşmesi: İktidara Mutlak Bağımlılık Hali

MEHMET YAŞAR SOYALAN
27.12.2023

 

HANEDANLIĞIN DEVLETE, TEBAANIN VATANDAŞA DÖNÜŞMESİ: İKTİDARA MUTLAK BAĞIMLILIK HALİ

Aydınlanmacı Düşüncenin Milliyetçilik ve Laiklik Merkezli Birey, Toplum ve İktidar Anlayışı Üzerine Notlar

 

Giriş: Aydınlanmacı Düşüncenin İnsan ve Varlık Tasavvuru Üzerine Üç Beş Kelam

Aydınlanmacı anlayış, aşkınlığı reddeden, sadece somut gerçeklik üzerinden eşya, olay ve olgulara bakan, onları bu çerçeveden değerlendirip yorumlayan, paradigmasını bu maddi gerçeklik üzerine kuran bir düşüncedir ki genel hatlarıyla “modernite” veya “modernizm” dediğimiz bu anlayış ve yaşayış biçimi yaklaşık iki yüz yıldır yeryüzünün tek egemen hayat telakkisi ve yaşam pratiğidir. Bu telakkinin bir yansıması olarak Aydınlanmacı düşünce insan ile ilişkisini de bu çerçevede ele almakta, onu salt maddi bir varlık olarak, görünen bir beden olarak kabul etmekte, hatta akletmesini, üretmesini ve insanlığı ile ilgili her şeyini bedeninin bir eseri/ tekâmülü olarak görmektedir. Küresel bir anlayışa / algıya dönüşen bu Aydınlanmacı tutum, insan iktidar ilişkisine de bu çerçevede yaklaşarak bu ilişkiyi de sadece somut gerçeklikler ve insanın maddi boyutu üzerinden, hatta onu araçsallaştırarak yeniden inşa etti.

İnsan iktidar ilişkisi bağlamında bu anlayışın bazı tonları/izleri kadim Yunan/Atina kültüründe görünse, özellikle gücün/iktidarın sembolü olarak “erkek bedeni” özel bir konuma sahip olsa (ki Tanrı Zeus’a ait heykeller ve Arena gösterileri bu izlerin en açık örnekleridir) da bu Aydınlanmacı tutum insanlık açısından yeni bir durumdu. Ve bu yeni durumda insan sadece bir” beden”, “sadece biyolojik” bir varlık olarak algılanmaya, tanımlanmaya başlanmış, iktidar insan ilişkisi de bu “beden” algısı üzerinden yeniden kurgulanarak oluşturulmuştu. Artık insan iktidar karşısında canlılardan bir canlıdır ve iki ayaklı bir hayvan kategorisi içerisinde ele alınmaktadır.

Somut algılama ve hazcı bir düşünce olarak da tezahür eden Aydınlanmacı anlayış gelinen noktada insan bedenini dogmalaştırarak ve bedenin görünür kılınmasının bir kültür ve iktidar biçimi olarak ortaya çıkmasını sağlayarak onu sermayenin oyuncağı haline getirmiştir. Artık sermayenin/kapitalizmin en verimli kaynağı olarak insan bedeni üzerine yaptığı yatırımlar hız kesmeden devam etmiş ve bu alan devletin kimliği haline gelmiştir. Tabi bu durum, İnsanın/ bireyin kimliğinden /değerlerinden soyutlanarak “çıplak insan/vatandaş” haline getirilmesini de kolaylaştırmıştır. Yine bu aydınlanmacı anlayışın bir yansıması olarak “şuurlu varlık” insanın değil, onun bir cüzü olan bedeninin kutsanması, batı düşüncesinin doğal seyrinin bir sonucudur ve büyük olasılıkla, bedenin aşağılanmasını esas alan kadim batı düşüncesine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Bu yeni durum, antik Yunandaki “beden”in, gücün sembolü olarak görülmesi halini tersine döndürerek sadece iktidarın temelini oluşturan ekonominin/kapitalizmin bir aracı haline getirmedi, onu iktidarın devlete dönüşmesindeki en temel unsur haline de getirdi. Bu temel unsur, bireyin, özgür görünümlü nesne olma haliydi. Zaten bu süreçte kapitalizm, insanı/bireyi cinsiyet ayrımı olmaksızın bedeni üzerinden çok kullanışlı ekonomik bir nesneye dönüştürmüştü ki bu hal her bir birey için çok sıradan bir şey haline gelmişti. Ancak mevcut uygulamada tüketim nesnesi olarak kadın bedenin özelliği nedeniyle erkek bedeninden daha yaygın bir şekilde kullanıldığı da herkesin malumudur.

Aydınlanmacı düşüncenin bu tasavvuru süreç içerisinde iktidar aygıtının şekil değiştirmesine ve hanedan temelli iktidarların yerini yeni iktidar biçimlerine bırakmasına neden oldu. Hanedanlar gitti, yerine tüm görkemiyle ve devasa cüssesiyle “devlet” geldi. Elbette bu süreç kolay olmamıştı, insanlık tarihinin en vahşi, en kanlı ve en büyük yıkım ve katliamlarının sonrasında “devlet” ortaya çıkmıştı/ çıkarılmıştı. İlk evre sömürgecilik yoluyla önce yeryüzünün siyasi haritası, sonrasında da iktisadi yapısı ve toplumların üretim ve tüketim alışkanlıkları değiştirilmişti. Birinci evre sömürgecilik süreçleri, sömürgeci ülkelerdeki toplumsal ve siyasal yapının çözülmesine, Burjuvazi gibi iktidarı ele geçirmek veya ortak olmak isteyen yeni güç odaklarının ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu süreç 1789 Fransız İhtilali ile yeni bir evreye geçerek fiili olarak devletler dönemi başlamış oldu.

Aydınlanmacı Düşüncenin İnsan İktidar İlişkisi ve Yeni bir Yöneten Yönetilen Düzeni

  • Hanedanlığın Devlete Dönüşmesi

Devlet, Aydınlanmacı düşüncenin bir ürünüdür ve 16.yy’dan sonra ortaya çıkmıştır. Öncesindeki iktidarlar ise binlerce yıldır benzer gelenekler çerçevesinde bir hanedanın şahsında varlığını sürdüre gelmiştir. Hanedanlıkta esas olan şey yöneten- yönetilen ilişkisidir. Bu ilişki, bir mutlak bağlılık ilişkisi değildir. Hanedan, iktidarın sahibidir, toplumun, toplulukların sahibi değildir. Aslında, ülke denilen, örneğin A hanedanlığı olarak adı konan, aşağı yukarı sınırları belli olan coğrafyanın gerçek sahibi de hanedan değil orada yaşayan topluluklardır. Hanedan/ hanedanlık asabiyesi elverdiği sürece sadece orayı yöneten kişi veya ailedir. Yönetimi altında bulunan topluluklarla ilişkisi binlerce yıllık örf ve gelenek çerçevesinde yürütülür. Yasalar, kanunlar, emirnameler bu örf ve geleneklere uygun olarak vaz edilir. Moğollar gibi istisnası olsa da genel olarak böyledir. (Vaaz edilen şeyin, iyi veya kötü, adil veya zulüm olması bu yazının konusu değildir, hele bir devlet karşısında bir hanedanlık güzellemesi yapmak hiç değildir. Yapmaya çalıştığımız şey olanın fotoğrafını çekebilmektir.)

Kısacası hanedanın iktidarında, iktidarının söz sahibi olduğu coğrafyada yaşayan toplumlarla/ topluluklarla bin yılların tecrübesiyle oluşmuş, iki tarafın da aşina olduğu kabuller üzerinden yürütülen bir ilişki biçimi vardır. Hanedanın bir miktar askeri ve kontrolü altına aldığı coğrafyayı yönetecek memurları vardır ama halkı yoktur. İlgili coğrafyada mukim topluluklar bir hanedanlık idaresinde yaşadıkları için henüz “halk” olmamışlardır. “Halk”, “devlet”e ait, devlete nispetle kullanılan bir tanımlama ve isimlendirmedir. Dolayısıyla henüz devletler dönemi başlamadığı için maruf olduğu haliyle bir bu süreçte “halk” tanımlaması yoktur ama coğrafyanın konum ve özelliğine göre farklı etnik özelliklere, kültür ve dini anlayışa sahip topluluklar vardır. Topluluklar ve hanedanlık maruf kabuller üzerinden bir ilişkiye girerler. Her birinin durduğu yer, beklentiler, görev ve sorumluluklar çok nettir ve iki kesim tarafından da bilinir. Hanedanlığın gücü toplumdan değil üzerine oturduğu asabiyeden gelir. Hanedanlık daha güçlü bir asabiyeye sahip birisi veya bir aile ortaya çıkıncaya kadar iktidarını sürdürür. Hanedan -toplum ilişkisi; hanedan - tebaa ilişkisidir. Tebaa olmak, kadim kabuller çerçevesinde dünyanın bazı işlerinde iktidara tabi olmaktır. Toplumlar/ topluluklar yerlerinde kalır, hanedanlık el değiştirerek veya başka bir hanedanlığın bir parçası olarak varlığını devam ettirir. Toplumlar/ topluluklar iktidar ile ilişkisini hanedanın kim olduğuyla ilgilenmeden sürdürürler; kadim kabuller açık bir şekilde çiğnenmediği sürece de bu böyle devam eder. Onlar için; “gelen paşam giden beyimdir”.

Hanedanlığın yerine kurulan devlet ise, sadece hanedanlığı lağvetmez ve sadece iktidarı devralmaz; binlerce yılık örf ve gelenek çerçevesinde oluşmuş tüm kabulleri de lağveder. İktidar alanı sadece yönetme ile sınırlı değildir; ilgili coğrafya ve coğrafya üzerindeki insan dâhil her şeye nüfuz etmek ister. Olan ve olacak olan her şeyin sahibi olduğunu iddia eder. Bazı hanedanlar, kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması olarak isimlendirdiklerinde bile bu kadar güçlü değillerdir ve bu yarı tanrılık halleri bile her şeye, her yere nüfuz etmelerine imkân vermez.

Yani, hanedanlık, hanedanlık; devlet, devlettir. Biri yönetmeye taliptir, en fazla üzerinde tanrıdan bir “kut” vardır; dini ve dini değerleri araçsallaştırır. Diğeri ise her şeyin sahibi ve efendisidir; yerlerin ve göklerin mutlak hâkimidir, sanki tanrıdır; yerden ve gökten Tanrıyı kovarak yerine geçmiştir. Bunu bir iddia olarak değil, bir gerçeklik olarak ortaya koyar. Öyle ki bu “gerçeklik” tüm, söz, iş ve oluşlarında açık bir şekilde kendisini gösterir. İlkeleri kendisi koymakta, tanımlamaları kendisi yapmakta, kararları kendisi vermektedir. Devlet, mutlak egemendir, ortak/şirk kabul etmez. Tebaası yoktur, vatandaşı vardır. Vatandaş, tüm kimliğinden soyutlanmış tekil bireydir, ait olduğu, aidiyet duyduğu bir ailesi ve toplumu yoktur. O, devletin kuludur. En azından öyle olması, öyle davranması istenmektedir, zaten tüm yasa ve uygulamalar da bu amaca yöneliktir.

Öyle ki tarihte ilk kez 18.yy sonunda insan, hukuk öznesi olmaktan ziyade, ”bir tür/cins”, “yaşayan sıradan bir canlı” olarak algılanmaya/ tanımlanmaya başlamıştır. Bu, insanın, aşkınlığından soyutlanarak bedenleşme sürecinin, eşya, olay ve olgulara bir beden olarak bakma, bir beden olarak görülme sürecidir. O süreç bugün de devam etmekte hatta yeni teknolojik gelişmelerle birlikte insanı hiçleşmeye doğru götürmektedir. Kısacası, modern hukuk sistemi bu bedenleşen insanı, sadece iktidar karşısında nesneleştirmez, günlük hayatın da nesnesi haline getirir. Artık yeni bir dünya kurulmuştur.

Devam Edecek

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
musade | 02.01.2024 12:33
üzücü olan binlerce yıllık insanlık tecrübesinin geldiği veye getirildiği hazzın putlaştırıldığı bireyin tanrılaştırıldığı insana dair tüm erdemlerin yok edildiği vahşi bir sonuca ulaştığı veya ulaştırıldığı dır. kalemine ve onunla yazan zihninine sağlık.