metrika yandex
  • $32.22
  • 34.4
  • GA17200

AYDINLANMA, MİLLİYETÇİLİK, ULUSÇULUK VE SİYONİZM-4

MEHMET YAŞAR SOYALAN
07.04.2024

Dördüncü Bölüm

Genelde Sömürgeci Batı’nın Özelde Britanya’nın Siyonizm Politikası ve Siyonist Örgütlenmeden Beklentisi

Hemen hemen bütün metinler ve mevcut algı, Yahudilerin, dönemin güçlü Batılı devletlerine Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için baskı yaptıkları ve çeşitli lobi faaliyetleri ile onları ikna etmeye çalıştıkları yönündedir. Benim kanaatim, bunun tam tersi yönündedir: Ben, Yahudilerin, Batılı büyük devletler tarafından ayartıldığını düşünüyorum. Böyle düşünmemin pek çok nedeni var; bir kısmını önceki bölümlerde dolaylı olarak ifade etmeye çalıştım. Siyonizm tartışmaları çerçevesinde gelişen hadiseler, uluslararası ilişkilerin seyri, bazı tarihi kayıtlar ve anekdotlar beni böyle bir kanaate sevk etti. Bilindiği gibi 19 ve 20.yy milliyetçilik ve ulusçuluk akımları çok popülerdi ve az çok her toplum gibi Yahudileri de etkilemişti. Ancak onları asıl etkileyen ve cezbeden şey; o dönemde çok moda bir siyasal akım olan ve özellikle büyük sömürgeci devletler tarafından da canlı tutulan, “her ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi” teziydi.

Bin yıllardır farklı coğrafyalarda onlarca farklı devlet içerisinde yaşaya gelseler, üstelik bir devlet gelenekleri olmasa hatta bir araya gelmeleri mümkün görülmese de özellikle yaşadıkları Hristiyan ülkelerdeki “sığıntı” halleri, onlara “acaba” dedirtmiş olmalı ki bu yöndeki teklifleri ciddiye aldılar. Bu yeni durum, en azından toplumun okumuş ve seküler kesimleri için “tarihin önlerine çıkardığı önemli bir fırsattı”. Sonuçta böyle bir “tez” gündemlerine girmiş oldu.

Gündemlerine girdi ama başlarda bu etkilenme eğitimli kesimle sınırlıydı: Yahudilerin çoğu bu “tezi” ciddiye almadı; çünkü kendi gerçekliklerine uymuyordu.

Ama burada Theodor Herzl gibilere iş düşüyordu; Yahudi toplumunu ikna işi onlara havale edilmişti. Ancak Yahudilerin başka bir gerçekliği daha vardı; özellikle kara Avrupa’sı ve Rusya’daki zor yaşam koşulları ve on binlerce Yahudi’nin tekrar göç etmek durumunda kalmış olmalarıydı. Bu gerçeklik onların “ikna” edilmelerinde etkili oldu. Britanya ve Almanya gibi devletlerin bu konuyu sürekli sıcak tutmaları, alternatif rotalar önermeleri konuyu ciddiye aldıkları izlenimini doğuruyordu: Bu izlenim en azından seküler Yahudilerin gözlemlediği bir şeydi ve ilgili devletlerin bu tavrı, onların konuyu sahiplenmelerini sağladı.

Britanya dışındaki ülkelerin derdi başkaydı; onlar, ülkelerindeki “Yahudi nüfusu başka bir coğrafyaya nasıl göndeririz” onun derdindeydiler. “Filistin” Yahudilerin dini müktesebatı açısından özel bir öneme sahipti ve “Arz-ı mev’ud/ va’d edilmiş topraklar” diye bir efsaneleri olması “vatan” konusunda bir adres veriyordu ve bu “va’d edilmiş toprakların” merkezi noktasını da Kudüs ve çevresi oluşturuyordu.

Bu dini ve tarihi referans Yahudilerin ikna ve teşvik edilmesi için önemli motivasyon kaynağı olabilirdi. Öyle de oldu. Daha önce ifade ettiğimiz gibi 1917 öncesi göçlerde Osmanlı engelini aşmakta çok zorlanmadılar. Sonrası ise malum. Almanlar hem İmparatorluk dönemlerinde hem de Birinci Dünya Savaşı sonrasında Filistin’e göçü hep teşvik etmişti ve birkaç yüz bine varan Alman Yahudi’sinin “Holokokst” öncesinde Filistin’e transferi sağlanmıştı ki; İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Weizmann, 1937’de Hitler’in kendisine 150 bin Yahudi’yi Filistin’e göndermeyi teklif ettiğini bir röportajında ifade etmişti. 

Yahudilere vatan olarak Angola/Kenya, Madagaskar gibi adresler gösterilmesi sadece seçenekleri tüketmek, bir devlete sahip olma konusunda isteksiz olan Yahudilere ölümü gösterip sıtmaya razı etmek ve Filistin’de bir devlet kurulması fikrine bütün Yahudilerin sahip çıkmasını sağlamaktı. Bu adresler, İngilizlerin Osmanlı coğrafyasındaki petrole çökmek için devreye soktukları planlarının bir parçasıydı. Bölgede birlikte hareket ettikleri ve “kral” olarak atadıkları kabile reislerinin elini rahatlatmak içindi; “bakın ben başka adresler öneriyorum, ama kabul etmiyorlar. Bir yerde uzlaşmak gerekir” demenin ön cümleleriydi.

Yahudilere hamilik yapmada Britanya elbette özel bir role sahipti ve bu “vatan” projenin de asıl sahibi de oydu. İngilizler niçin bu hamiliğe soyundular, önce bunun cevabını bulmamız lazım: Önce şu tespiti yapalım: Osmanlı’nın “hasta adam” olarak ilan edilip parçalanması için planlar yapıldığı süreçlerde, İmparatorluğun Arap nüfusunun yoğunlukta olduğu bölgelerinde petrol yataklarının keşfedilmesi, mevcut bütün hesapların ters yüz olmasına neden oldu. Diğer batılı devletler olmasa bile Britanya bütün oyun planlarını “petrolü” merkeze alarak yeniden kurdu. Dolayısıyla Britanya için Osmanlının son yüz yılı bu plan ile yakından ilgilidir ve son yüz yılda yaşananları göz önünde bulundurmadığımızda bu “İngiliz planını” anlamakta zorlanırız. Bu yüz yıla kaba hatları ile bir göz atalım.

Britanya, Osmanlı İmparatorluğunun son yüz yılında hem dünya da hem de Osmanlı üzerinde en ekili devlettir. İngilizler, İmparatorluk, Fransa ve Rusya tarafından ele geçirilmesine ramak kalmışken dereye girerek buna engel olmuşlardı: hem de birkaç kez. Elbette bunun karşılığında alması gerekeni de almışlardı. 1838’deki Balta Limanı Anlaşması ve 1856’daki Paris Sözleşmesi bunun en önemlilerindendir. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordusunun Kütahya’ya kadar gelerek, aradaki bütün bölgeleri kendine bağlaması üzerine Osmanlı can havli ile İngilizlerden ve Ruslardan yardım istemişti. İngilizler önce bu talebi duymazdan geldiler, ancak Rusya’nın Payitahtı korumayı garanti etmesi ve bunun için ordusunu Boğazlara kaydırması üzerine Osmanlıyı Ruslara ve Fransızlara kaptırmamak için devreye girdiler. Mısır Valisi zaten Fransa’nın kontrolündeydi, Rusya’nın işe karışması planlarını tümden bozuyordu. Üstelik Britanya için hayati öneme sahip Hindistan yolu da tehlikeye giriyordu. İngilizlerin müdahalesi ile hem Rusların etkisi kırılmış, hem de Mehmet Ali Paşa’a Mısır’a çekilmek durumunda bırakılmıştı. (Zaten sonraki süreçte Mısır Valisi de kendisinin adamı olacaktı.) Böylece bölgenin yeniden Osmanlının kontrolüne geçmesi sağlanmıştı.

Britanya, devlet olarak yaptığı anlaşmalarla yardımlarının karşılığını almıştı ama onun asıl hesabı petrol bölgelerine tek başına çökmekti. Bunun için yüz yıl bekledi; bu arada anlaşmalardan elde ettikleri ile yetindi. Abdülhamit dönemindeki gelişmeler ve Hindistan’daki sorunların da bu gecikmede payı vardı. Birinci Dünya savaşı ile birlikte bütün ağırlığını bu bölgeye vererek (buna dönemin Osmanlı yetkililerinin zaafları da eklenince) tüm batılı ortaklarını devre dışı bırakarak bölgeye tek başına hâkim oldu. Bu süreçte önce Sykes Picot anlaşması ile Rusya ve Fransa’nın ağzına bir parmak bal çaldı. Sonrasında petrol yataklarının olduğu bölgeye kondu.

Şimdi bu bölgeyi elinde nasıl tutacaktı, bu yöndeki planlarının ikinci kısmını devreye sokmak zamanı gelmişti. Ama önce yaklaşık elli yıldır gizliden gizliye, 1903’ten itibaren açıktan uyguladığı bu plan Yahudilerce kutsal kabul edilen Kudüs ve çevresine yani Filistin olarak adlandırılan bölgeye Yahudi göçünü hızlandırmak ve bölgenin demografisini değiştirmekti. Bunun için de seküler Yahudileri kullandı, onları ayarttı, Yahudi Kongrelerini destekledi ve Yahudi göçü için gerekli lojistiği sağladı. 1917 sonrasında ise zaten bölgenin patronu idi ve süreci planına uygun şekilde yönetti. 1948 de ise bölgeyi bütünü ile ABD’nin himayesinde Yahudilerin kontrolüne bıraktı.

SONSÖZ YERİNE

Dünyanın en kadim bölgesi Bereketli Hilal’in merkezi konumunda bulunan Kudüs ve yakın çevresi en az yüz yıldır acı, zulüm ve korkunç katliamların işlendiği bir coğrafya haline geldi. Tüm bunlar, dünyanın gözü önünde, Anglosakson Hristiyanların kontrol ve gözetiminde, onların para, silah, lojistik desteği ve Yahudilerin eliyle gerçekleştirildi. Tüm dünya tam yüz yıldır bu zulüm ve katliamın bir şekilde ortağı oldu. Zulmü bitirmek için hiçbir kurumsal yapı/ devlet elini taşın altına sokmadı, hala da sokmuyor. Adı Müslüman veya Demokrat olan ülkelerin neredeyse kahır ekseriyeti ise el altından İsrail terör yapılanmasına destek verdi, veriyor. Üç maymunu oynayanlar da elbette İsrail’in değirmenine su taşıyor. Bu zulme karşıymış gibi esip gürleyenlerin hali ise yürek burkuyor ve bu acz hali için pek çok mantıksal önermeler kuruluyor olması da, hem kuran hem de duyan açısından ayrı bir azap. Sonuçta zulüm ve katliamlar kesintisiz ve ağırlaşarak sürüyor.

Bu arada söylemeliyim ki, zulüm ve katliamların nedenleri konusunda yapılan analizler de yaşanan acıyı daha bir ağırlaştırıyor: Neymiş efendim, Yahudiler zaten hep böyleymiş, onlar bu öldürme motivasyonunu dinlerinden, dini metinlerinden alıyorlarmış, zaten tüm bunlar tanrıları Yahova’nın emri olarak tecelli ediyormuş, vs. vs. Bunun adı, gerçekliği efsaneye mahkûm ederek, yaşananları sıradanlaştırıp, katilleri iradesizleştirerek suçu bu örnek olayda özne olmayan Yahudi tanrısına yıkmaktır. Yani suçu, suçluyu ve suçluları örtmektir, buharlaştırmaktır. Yahudilik dininde ve dini metinlerinde ne olup ne olmadığı ayrı bir konu ve bunların nasıl bir gerçekliğe tekabül ettiği ayrı bir tartışma ama bunların yaşanan bu zulümlerle doğrudan bir ilişkisi yok; her şeyden önce bu metinler konuşmaz, onu insanlar konuşturur. Üç bin yıldır susan metinler şimdi niye konuşur veya konuşturulur, buraya odaklanmak ve buradaki açık tuzağı görmek gerekir.

Diyelim ki Yahudiler yaptıkları zalimlikleri, dini arka planları gereği yapıyorlar, peki Yahudilerin suç ortağı olan yani Yahudi olmayan Hristiyan kökenli veya hatta hiçbir dini inancı olmayan Batılı devletlerin ve toplumların hem bu yüz yıllık süreçteki hem de işgal ettikleri coğrafyalardaki tutumlarını, katliamlarını nasıl izah edeceğiz. Bu toplumlar ve onların devletleri beş yüz yıldır tüm yeryüzünü talan edip, oralarda yaşayan toplumlara reva gördükleri zulümleri, soy kırım uygulamalarını dini/ Hristiyani bir arkaplana sahip oldukları için mi yaptılar.

Bir yüzüne vurulduğunda öteki yüzünü dönen bir anlayış üzerine kurulduğu iddia edilen Hristiyanlık ve onun tanrısı nasıl ete ve kana doymayan azgın bir tanrıya dönüşüyor. Yoksa insan böyle istediği için mi din veya tanrı böyle konuşuyor. Bu insan hangi insandır ve insan bu hale nasıl gelmiş ve getirilmiştir; esas konu budur.

Bilmek gerekir ki bu insan, Aydınlanma insanıdır ve yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi yüklendiği misyon ve sahip olduğu fikriyat gereği, kendisini sınırsız ve sorumsuz kabul etmesinin bir yansıması yani bir “Zeus” olarak yapıyor tüm bunları. Filistin’de olanlar da aslında bunun yansımasından başka bir şey değil. Filistin’deki katiller bu katliamları, Yahova’nın çocuğu olmaktan çok, bir aydınlanma insanı (tüm aydınlanma insanları gibi) bir “Zeus” olarak yapıyorlar. Olayın ne, nasıl ve niçin olduğunu anlamak istiyorsak buraya yoğunlaşmamız gerekir. Yoksa havanda su dövmeye, seraba şeytan taşlamaya ve her suç ve suçlu için her taşın altında Yahudi aramaya devam ederiz.

Aslında kral çıplak ve Aydınlanma insanı apaçık ortada, üstelik gözümüzün içine bakıyor.  Görmüyorsak zihnimize ve kalbimize bakmamız gerekiyor; belki de Aydınlanma insanı oradadır.

Not: Bu Makale Yetkin Düşünce Dergisinin 25. (Ocak, Şubat, Mart 2024) Sayısında Yayınlanmıştır.

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
Mustafa Demir | 16.04.2024 14:05
"Gormuyorsak bu zihnimize ve kalbimize gerekiyor; belki de bu aydınlanma insai oradadir." Sa