metrika yandex
  • $32.46
  • 34.71
  • GA18240

TÜRK MODERNLEŞMESİNİN TAŞIYICI ARAÇLARINDAN BİRİ: MÜZİK

YUSUF YAVUZYILMAZ
16.03.2024

 

Osmanlı’dan Cumhuriyet modernleşmesine geçiş, kuşku yok ki, Osmanlı’nın gerileme döneminden başlayan modernleşme çabalarında köklü ve radikal bir aşamayı ifade eder.

Modernizm, özellikle din karşısında kendine özgü epistemolojik, ontolojik ve etik değerleri olan bir ideolojik durumdur. Köklerini Rönesans ve Reform hareketlerine kadar götüreceğimiz modernist anlayış, günümüz insanının hayat anlayışını kuşatmış durumdadır.

Modernite;

1-Bilgi anlayışı bakımından rasyonalist,

2-Varlık anlayışı bakımından realist,

3-Ahlak anlayışı bakımından hümanist,

4-Din-Devlet ilişkileri bakımından laik ve seküler

5-İnsan anlayışı bakımından bireyci,

6- Siyasal örgütlenme açısından ulus devlet anlayışına sahiptir.

Türk modernleşmesi de modernleşmeyi amaç edinen bir anlayış olarak, modernitenin temel felsefi özelliklerini taşımaktadır. Ancak gerek tarihsel seyri, gerekse kullandığı araçlar bakımından Türk modernleşmesi, Batı modernleşmesinden ayrılır. İlk olarak, Türk modernleşmesi, dini ve kültürel olarak Batı dışı bir toplumda gerçekleşmiştir. İkinci olarak Türk modernleşmesi yöntem olarak elitist ve yönlendirici bir karakter taşır. Bu yüzden Türk modernleşmesi yukarıdan aşağı, elit bir kadro öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu öncü kadronun içinde modernleşme projesini benimsemiş aydın, bürokrat ve askerler vardır. Türk elitleri ulaşmak istedikleri ütopyaları ile geleneksel olan arasında oluşan gerilim içinde yol almaya çalışmışlardır. Bu da çoğu zaman, Batıcı elitlerle, hayatını dini pratikler içinde sürdürmeye çalışan halk arasında sürekli bir gerilim oluşturmuştur. Elitlerin oluşturmak istedikleri ve devlet eliyle yürütülen kültür ile halk arasında yaşayan ve dini unsurların belirleyici olduğu kültür arasındaki farklılaşma, Türkiye toplumunda kültürel bir şizofreni yaratmıştır. Bu sosyolojik ayırım hemen her konuda önümüze bir sorun olarak çıkmaktadır.

Türk modernleşmesi, gerek ideolojisi, gerek yönetimi ve gerekse kullandığı araçlar bakımından ilginç bir örnektir. Sanıldığının aksine modernleşme serüveni, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan çok önce başlamıştır. Osmanlı döneminde sisteme yönelik ilk eleştiriler, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, zamanın vezirlerinden Lütfi Paşa’nın bazı önemli konularda önlem alınmadığı zaman devletin gelecekte büyük zaafa uğrayacağı yönündeki uyarılarıyla başlamıştır. Lütfi Paşa’yı takip eden sarı Mehmet Paşa, Katip Çelebi ve Koçi Bey yazdıkları risalelerde devletin işleyişindeki zaaflara işaret etmişlerdir. Bu dönemdeki eleştirilerin temel özelliği yaşanan aksaklıkların sistem içinde yapılacak bazı değişikliklerle giderilebileceği inancıdır. Sisteme eleştiride bulunan aydınların genel kanaati, devletteki bozulmanın İslam’dan uzaklaşılması sonucunda ortaya çıktığı düşüncesidir. III. Selim’den başlayarak sırasıyla Tanzimat, Meşrutiyet ve özellikle Cumhuriyet döneminde gerçekleşen modernleşme çabalarının temel mantığı, sistemdeki değişimin iç dinamiklerle değil, dış dinamiklerle gerçekleşeceği inancıdır. Bu durum özellikle Cumhuriyet döneminde modernleşmenin geleneksel olandan oldukça sert kopuşlarla gerçekleşmesine neden olmuştur. Cumhuriyet dönemindeki modernleşme çabalarının diğerlerinden daha radikal olmasının temelinde, bu amaçla uygulanan yöntemlerin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran elit kadronun temel tezi, modernleşmenin batı medeniyeti temel alınmadan gerçekleştirilemeyeceğidir. Bu anlayışın çerçevesini Fransız ihtilali, pozitivizm, evrimcilik ve ilerlemeci tarih anlayışıdır.

Modernleşmenin en çok mücadele ettiği anlayış, sosyal hayatı dini değerler üzerine inşa etmeye çalışan anlayıştır. Bundan dolayı modernleşme süreçlerinin başarısını bu mücadele belirlemiştir. Modern dönemde yaratılan ulus düşüncesi geleneksel ve dini değerleri büyük ölçüde örseledi. E. Gellner’in deyimiyle hayali cemaatler olan ulusları temel alan ulus-devletlerin kuruluş döneminde parçalanan dini ve öteki kimliklerin yerine ulus kimliği ikame edildi. Ulus kimliğinin kendi özgü bir felsefesi olacağı da kuşkusuzdur. Bu değişim dilden müziğe kültürün bütün alanlarını kapsamaktadır.

Cumhuriyet modernleşmesi sürecinde iki temel parametre öne çıkar. Bunlar milliyetçilik ve laikliktir. Diğer bütün alandaki değişim ve dönüşümler bu iki temel anlayış ile bağlantılıdır. Dolayısıyla bu süreç temel olarak geleneksel ve dini olandan kendini ayırarak yeniden tanımlama süreci olarak tarihte yerini almıştır. Ulusal kültür oluşturma süreci, bu kültürün içini dolduracak araçlarla yürütülebilirdi.

Bunu daha sonraki dönemlerde yazılan tarih kitaplarındaki anlayıştan anlıyoruz. Osmanlısız, İslamsız bir tarih öngörülüyordu. Bundan dolayı o kültürün dili, müziği ve kültürünün temel unsurlarının geride bırakılması düşüncesi baskındır.

Cumhuriyetin kurucu elitleri tarafından yürütülen modernleşme politikaları dilde Türkçeleşme ve bunun sonucunda özellikle Arapça kökenli kelimelerinden Türkçeyi arındırma çabaları, doğal olarak müzik alanındaki politikayı da etkilemiştir. Çünkü dil zihniyetin en önemli parametresidir. Türk milliyetçiliğin inşa etmek için ona uygun bir dil ve müzik anlayışı üretmek gerekir.

Genel olarak ulus devletler toprağa bağlı, merkezi ve ulus olmak üzere üç parametre üzerine inşa edilirler. Bu da kendini din ile ifade eden bir gelenekten ayırması ile mümkün olabilecektir.

Modern devletlerin çözmek sorunda oldukları ilk sorun kimlik sorunudur. Kimlik, “ben neyim?” Sorusuna verilen cevaptır. Bu anlamda kimlik, bireyin ontolojik, epistemolojik, etik ve estetik açıdan dünyaya bakışını yansıtır. Tüm bu etkenler kişiliği oluşturan ve onu benzerlerinden ayıran temel özelliklerdir. Bireyler kendilerini diğerlerinden ayıran kimlikleriyle olayları değerlendirir, karşılaştıkları durumlara karşı tepkiler oluşturur ve hayatına anlam katarlar. Öyle görülüyor ki, kimlik sadece bireylerin yapılarıyla sınırlı değildir. Kişilerin olduğu gibi medeniyetlerinde onu diğerlerinden ayıran kendine özgü kimlikleri vardır.

Türk modernleşmesinin Türk milliyetçiliği ve laiklik eksenli seküler bir kültür yaratma çabaları müziğin dilini ve formunu da belirlemiştir. Sanat müziğinin bir süre yasaklanmasının altında dil ve formunun seküler kültüre uyumsuz olmasından dolayıdır.

Türk modernleşmesinin temel dinamikleri üzerinden yapılacak bir okuma, Modernleşme-batılılaşma-çağdaşlaşma olarak adlandırılan sürecin daha sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesini sağlayacaktır. İlk belirleme Osmanlı imparatorluğunda sürdürülen batılılaşma çabaları ile Cumhuriyet dönemi batılılaşma çabaları arasında ortaya çıkan farklılaşmadır. “Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma anlayışında uzlaşmacı bir tavır içine girdiği açıkça ifade edilebilir. Bu anlamda Cumhuriyetin belirleyici ideolojisi, Osmanlı düşüncesinden önemli bir kopuşu da beraberinde getirmiş, bu ideolojiyi benimseyen aydınlar, Osmanlı tarzında uzlaşmacı bir Batıcılık anlayışının yetersiz olduğunu düşünerek hedefe varmayı geciktirdiğini belirtmişlerdir. Bu belirlemeden dolayıdır ki, Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren Batılılaşma politikası radikalleşmiş ve Cumhuriyet ideolojisinin temel referansı olmuştur. Bu yeni anlayışla Batılılaşma teknik ve kültürel alanda gelişme sağlama gerekliliği olarak vurgulanmıştır.(1)

Öyle görülüyor ki, Cumhuriyet elitlerinin modernliği pozitivist paradigma üzerinden okumak anlayışı, zaman içinde giderek halktan kopan seçkinci bir kültür yaratmıştır. Devletin temsil ettiği kültür ile halkın kendini ifade ettiği kültürel anlayış zamanlar devlet ile halk arasındaki çizgiyi giderek kalınlaştırıştır. Din politikaları dindarları, milliyetçilik politikaları Kürtleri merkezden uzaklaştırırken, uygulanan kültür politikaları her iki kesimi de merkezden giderek uzaklaştırmıştır. Cumhuriyet modernleşmesinin halkta taban bulamamasının en büyük nedeni, halkın değerlerini önemseyerek ve onları modernleşme politikaları içine katmakta başarısız kalmasıyla doğru orantılıdır. Laiklik üzerinden dindarlar, milliyetçilik üzerinden Kürtler üzerine uygulanan yasaklar beklenen sonucu vermediği gibi aynı yöntemler kullanılarak uygulanmaya çalışılan müzik anlayışı da beklenen sonucu vermekten uzak kalmıştır.

Geleneğin formlarına karşı çıkış ve modernleşme politikaları sonucu oluşan yaralı bilinçler Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gelişimine damga vurmuştur.

Türk, Tanzimat döneminden itibaren başlayan süreçte Fransızca konuşan, bale yapan, klasik batı müziği dinleyen ve piyano çalan insan tipi ideal rol model olagelmiştir. Cumhuriyet modernleşmesinin en belirgin özelliği merkeziyetçi, otoriter ve seçkinci bir yapıda olmasıdır. Nitekim bu kültür politikalarının da temelini oluşturmuştur. “Yaşadığımız coğrafyanın, kültürel görünümünün en belirgin özelliği olarak gösterebileceğimiz merkeziyetçilik müzik alanında da kendini göstermiştir. Merkez genelde iktidarla, iktidar da devletle özdeşleşmiş durumdadır; dolayısıyla devlet, müzik üretimi ve buna bağlı dünya tasarımında etkilidir. (2) Ana amaç Türkiye’yi modernleşmek olduğundan kültür politikaları da bu doğrultuda şekillenmiştir. Müzik politikaları da batılılaşma anlayışına paralel olarak araçsallaştırılmış, Batılı müzik ve sanat anlayışları öne çıkarılmıştır.

Cumhuriyetin radikal modernleşme/Batılılaşma sürecinde resim, heykel, tiyatro, bale gibi Batı sanatları yüceltilmiştir. Bu noktada müzik de diğer sanatlar gibi batılılaşma bağlamında düşünülmüş, klasik batı müziği öne çıkarılmış ve batı müziğinin keman, mandolin, piyano gibi enstrümanları yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Batılı müziğin yaygınlaştırılması için özellikle 12 Eylül darbesinden sonra Pazar günleri yayınlanan Pazar Konseri adlı müzik programında, Hikmet şimşek yönetiminde batı müziğinin örnekleri verilmiştir. Devletin halkın müzik kültürünü yükseltmek amacıyla yaptığı programın halk arasında yaygın olarak “Pazar Kanseri” şeklinde değerlendirilmesi, cumhuriyetçi seçkinlerin müzik anlayışının halk tarafından nasıl karşılandığının ilginç bir örneğidir.

İki farklı müzik anlayışı arasındaki bu çatışma uzun yıllar devam etmiştir. "Başta Hikmet Şimşek olmak üzere bütün batıcı kesim, hangi mantıkla olursa olsun okula Türk müziğinin girmesine karşı çıkıyor, projenin (Cinuçen Bey'in projesi ve Turgut Özal'ın desteklediği) uygulamaya geçmesini engellemek için basında ve parlamentoda çalmadık kapı bırakmıyorlardı. Konu görünürde Atatürk devrimleri, çağdaşlık vs.ydi ama aslında 70 yıldır alışılmış olduğu için tatlı gelen koltuk, itibar ve kaybedilmek istenmeyen maaşlardı. Koca Adnan Saygun bile, ağarmış saçlarıyla ülkesini biraz tanımış olması gerekirken, ‘okullara alaturka müziği sokmak sarıksız irticanın dönmesidir’ diyebilecek kadar şuursuzlaşmıştı"  (3)

1932 Yılından itibaren kurulan ve modernleşme politikalarının halka yayan bir kurum olarak işlevsel hale gelen Halk evlerinde koro ve mandolin çalışmaları yapılmaya başlandı. Aynı süreçte klasik Türk müziği bu sürece uygun olmadığından yasaklandı. “Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1934 tarihinde T.B.M.M’nin açılış konuşmasında ‘Bugün dinletilmeye yeltenlinen müzik yüz ağartıcı olmaktan uzaktır. Bunu açıkça belirtmeliyiz’ şeklindeki sözleriyle konuya en yüksek kürsüde değinmiştir.” (4) Bu sözlerin ardından Klasik Türk Müziğinin radyodan yayınlanması yasaklanmıştır. Öyle görülüyor ki, modernleşmeyi sürdüren elitler modernleşmeyi bir bütün olarak görüyorlardı. Devlet desteğinden yoksun kalan Klasik Türk müziğinin gelişmesi engellendiği gibi, devletin desteklediği klasik batı müziği konusunda da beklenen ilerleme ve değişim başarılamamış, sadece üst yapının dinlediği bir müzik olmaktan öte gidememişti.

Sanat müziğine karşı duyulan öfke o kadar büyüktü ki, Cinuçen Tanrıkorur’un ifadeleri bu öfkeyi kanıtlar niteliktedir. "Koştum Ankara'ya. Bir devlet konservatuarının ne tür bir okul olduğunu ve nasıl işlediğini öğrenmek istiyordum. Mimarlık öğrencisi olduğumu öğrenen müdire hanım beni pek nazik karşıladı. Yedi bölümleri ve bunların her birinin başında ayrı ayrı müdürleri olduğunu uzun uzun anlattı. Ama ne zaman ki ben bu projede, klasik Batı müziği ile klasik Türk müziği eğitiminin bir arada verileceği bir mekan düşündüğümü ağzımdan kaçırdım, işte o zaman kıyametler koptu. O kibar hanım bir anda kayboldu ve yerine upuzun tırnaklı, kapkara gözlü, kapkara dudaklı, saçları darmadağınık, uzun keskin dişli bir dehşet perisi geldi. "Ne münasebet efendim, diye etinden et koparılıyormuş gibi bağırıyordu. "Alaturkayla klasik müziği aynı çatı altında nasıl düşünebiliyorsunuz?..." (5)

Radyoda uygulanan yasak, Klasik Türk müziğini seven kitleleri Arap müzik kanallarına doğru itmiştir. Bu durum ileride Arap müziğinin geniş kitlelerde karşılığını bulan ve Arabesk diye adlandırılan müzik türünün doğmasına zemin hazırlayacaktır. Özellikle Mısır üzerinden gerçekleşen etkilenme Arabeskin yaygınlaşmasını sağlayacaktır.

İlk dönemlerde gerçekleşen yasaklayıcı tavır 1950 çok partili dönemde kısmen kırılma yaşamıştır. Cumhuriyeti kuran ve modernleşme politikalarını sürdüren kadro yönetimden çekilince kültür alanındaki müdahaleler de kısmen azalmıştı.

1950’ler de başlayan ve 1960’lı yıllarda hızlanarak devam eden köyden şehre göç olgusu yeni bir kültür yaratmıştır. Fakir halkın şehre göçü ve şehirde tutunma konusunda yaşadığı zorluk buna uygun bir müzik türünün doğmasına da zemin hazırlamıştır. Arabeskin yükselişi göç dalgasının yarattığı toplumsal şartlardan ve Türkiye’nin geçirdiği siyasal değişimden bağımsız ele alınamaz. “1950’lili yıllarda başlayan plansız büyüme, tarım ve sanayi kesimindeki çalkantılar ve büyük kentlerin çevresindeki gecekondulaşma büyük değişimin olduğu durumlardı. Bu değişim müziğinde hayat zevklerine uygun bir şekilde yorumlanmasıyla sonuçlandı. Köyden kopan ve şehrin varoşlarında tutunma mücadelesi veren insanları geleneksel ve batı müziği ifade edemez olmuştu. Bu yeni yaşam tarzının kendi özgün müziğini üretmesi kaçınılmazdı. İşte devletin uzun süre görmezden geldiği ve radyo ve televizyonda yasaklanan arabesk bu arayışın bir sonucu olarak ortaya çıktı ve toplumun en alt katmanlarınca benimsendi.

Kuşkusuz arabesk müziğin yükselişi sadece 1930’lu yıllarda Klasik Türk Müziğinin yasaklanması ve özellikle Mısır üzerinden gelen Arap müziğinin etkisine bağlanamaz. Cumhuriyet elitlerince yürütülen kültür politikalarının halkta karşılın bulamaması ve ekonomik-sosyal değişimlerin yarattığı kaos yeni tür müziğin doğuşunda etkili olmuştur. Bu tütün en popüler örnekleri olan Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ve Hakkı Bulut’un parçalarına bakıldığında, nasıl bir zihin dünyasının tercümesi olduğu açıkça görülecektir. Köyden kente göç eden insanların nabzını iyi tutması kısa sürede arabesk müziği popüler hale getirdi ve yaygınlaştırdı.

Fakirlikten büyük kentlere para kazanmak üzere giden, hayata tutunamamış, isyan halindeki gençliğin sığınağı arabesk olmuştur.

Arabesk müziğin yaygınlaşması bir yönden devlet tarafından yukarıdan aşağı sürdürülen modernleşme politikalarının müzik alanındaki başarısızlığını ifade etmesi bakımından anlamlı veriler sunmaktadır. Devletin tepeden inme politikalarla yasaklamaya çalıştığı arabesk müzik yasağın sona ermesinden sonra, hayatın doğal akışı içinde eski etkinliğini büyük ölçüde yitirmiştir.

Arabesk modernleşmeye popüler tepki olarak şekillenmiştir. Kuşkusuz sınıfsal olarak da laik, batıcı ve elit gibi değerlerden oluşan merkeze uzak kendi emeği ile geçinen kitlelerin yaşama tutunma aracı olmuştur. Bir anlamda Cumhuriyet modernleşmesinin ulaşamadığı kenarda kalmış yoksu kitlelerin itirazıdır. İtiraz bazen kadere, bezen zenginliğe, bazen yaşam şartlarınadır. Müslüm Gürses’in ve Orhan Gencebay’ın parçalarının isimleri bile sınıfsal düzey hakkında bilgi vericidir. Onlar tutunamayanların, köşe başında sessizce ağlayanların, aldatılanların, talihsizlerin, vazgeçenlerin, kader kurbanlarının, kederin elinde oyuncak olanların, sevdiği kızların zengin çocuklarla evlenmelerine isyan edenlerin, adaletsizliklerin, yoksulluğun temsilcileridir. Ancak bunun yanında Anadolu’nun mert ve namuslu çocuklarıdır onlar. Yoksul, çaresizdirler, ama mert ve onurludurlar; namusları için yaşarlar. Sınıfsal bakımdan kendilerini ezenlere karşı ellerinde satın alınamayacak onurları ve şerefleri vardır. Mesaj açık: sizin paranız, statünüz, gücünüz var; bizimde namusumuz, onurumuz ve şerefimiz var. Arabesk temalı parçalar ve filmler, modern hayatın merkezinde yaşayan elitlerin aslında insani değerlerden ne kadar uzaklaştıklarını, ne kadar kof bir yaşam sürdüklerini ortaya koyar.

Dursun Ali Sazkaya’nın “Geceleyin Bir Koşu “adlı romanı Arabesk dünyasının en önde gelen sanatçılarından biri olan Müslüm Gürses’in sosyolojik-politik bir analizini yapar: “Sen geride kalanların sağaltımcısı idin, tutunamayanların, merdiven altı çalışanların, hayatı kaymış ailelerin kayıt dışı işçi çocuklarının. Paslı teneke kutularına inadına çiçek ve umut dikenlerin. Yoksul mahallelerde Murat yüz otuz bir sürmenin hayalini kuranların. O devletlu hazretlerinin resmi bayramlarda dolgu malzemesi yapmaktan çekinmedikleri yoksul çocukların. Resmi bayramların ve ciddi törenlerin bedava dolgu malzemesi görülen bizlerin. Devlet büyüklerinin beğenisine sunulmak üzere değerli öğretmenlerimizin içimizden seçerek güzel şiir okuyan arkadaşlarımızın o beynimizi şişirdikleri mecburi törenlerin, nutukların gürültüsünden bizi kurtaran sendin.”(6)

Hiç kuşkusuz Müslüm Gürses söz konusu olunca jilet metaforu gündeme gelir. Bu gençlerin sonuç olarak bedenlerini jiletlemeleri psikolojik açıdan analiz edilir. Kendisi de bir Psikolojik danışman olan Dursun Ali Sazkaya romanında jilet olayına bambaşka bir açıdan bakarak ilginç bir psikolojik çözümleme yapıyor ve merkezi elitlerin küçümseyici, dışlayıcı, ötekileştirici ve yukarıdan bakan yorumlarına hiç katılmıyor: “Seninle birlikte bizim de duygularımız yoğun bakıma girdi baba. Çünkü sen kimselerin umursamadığı bizlere umut vermiştin. Şarkılarının insanları karamsarlığa ve bunalıma sürüklediği söylenir. Oysa durum hiç de onların söylediği gibi değildir. Acıya karşı sistematik duyarsızlaştırma işlevini görüyordu şarkıların. Şarkıların beslenme çantamızdı bizim. Sosyo-politik, psikolojik, ontolojik bir direniş biçimi olarak jiletin hayatımızdaki yeri adlı tezinle milyonlarca genç okur yazar olmuştu. Jiletin nerede ve nasıl kullanılacağını öğretmeseydin şayet, biz dillerimizi jiletle doğrayabilirdik. Sen kollarımızda içimizde biriken zehiri akıtıyor, hiç olmazsa şehrin varoşlarına ve kırsalın kıraç, yoksul eteklerine tutunmamıza yardımcı oluyordun. (7)

Özetle devlet ise yıllardır bu gençlerin feryatlarını, acılarını, özlemlerini dile getiren sosyolojik haykırışlarının belgeleri olan müziği yasaklamakla onlarla her tür irtibatı koparıyordu. Arabesk deneyimi bir kültür politikasının neden başarılı olamayacağının en canlı belgelerinden biridir.

Türkiye modernleşmesi sürecinde önce Sanat müziğine sonra arabeske karşı oluşan reddediş, kuşku yok ki bu müziklerin içerdiği konu ve icra ediliş tarzı olarak seküler modernleşme projesine uygun olmamasıydı. Cumhuriyet modernleşmesi oluşturmak istediği kültüre paralel olarak müziği de laik ve seküler yapılandırmaya çalıştı. Doğal olarak mandolin ve piyano öne çıkarken Bağlama, zurna ve kemence dışlandı. Öteki kültürün özellikleri olarak görüldü. Köy Enstitülerindeki müzik anlayışına bakarsanız bunu tüm çıplaklığı ile görürsünüz.

Cumhuriyetin müzik felsefesine ilk isyan soldan geldi. Halkla yakınlaşmak isteyen sol, bağlamayı yeniden gündeme taşıdı. Cem Karaca, Ahmet Kaya, Moğollar, Barış Manco Anadolu müziği ile evrensel müziği harmanladılar. Bir anlamda solun din karşısında yapamadığını müzik alanında kırmayı başardılar. Bu noktada siyasal merkez tarafından dışlanan Alevileri müzikte zirveye taşıdı. Cumhuriyet modernleşmesinin müzik felsefesine ikinci isyan hareketi, Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, Hakkı Bulut ve Ferdi Tayfur'dan geldi. Ekonomik bakımdan piyano konserlerine gidemeyen hor görülen, modern kente tutunamayan ancak tutunma hayallerinden vazgeçmeyen milyonların sesi oldular. Onlar sevdiği zengin kızın karşısında ezilen ancak gururlarından ödün vermeyen inşaatçıların, kamyon ve minibüs şoförlerinin, her gün bir parça ekmek için fabrika yollarında ömür tüketen işçilerin temsilcileri oldular.

Özal devrinden itibaren Türk modernleşmesi başka bir safhaya geçti. Sivil toplumun öne çıkmasıyla dini, kültürel istekler öne çıkmaya başladı. Devletin mevcut ideolojisi, uzun yıllar bu dinamiklere karşı çıksa da, sosyolojiye fazla direnemedi.


 

Arabeskin Anlam Dünyası, Caner Işık, Nuran Erol, Bağlam yayınları.

Arabeskin Anlam Dünyası, Caner Işık, Nuran Erol, Bağlam yayınları.

Cinuçen Tanrıkorur, Sâz ü Söz Arasında, Dergah yayınları.

Arabeskin Anlam Dünyası, Caner Işık, Nuran Erol, Bağlam yayınları.

Cinuçen Tanrıkorur, Sâz ü Söz Arasında, Dergah yayınları.

Dursun Ali Sazkaya, Geceleyin Bir Koşu, Okur yayınları.

Dursun Ali Sazkaya, Geceleyin Bir Koşu, Okur yayınları.


 

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş