metrika yandex
  • $32.5
  • 34.84
  • GA18240

Haberler / Dünya

Elma Tadında Gelen Ölüm : HALEPÇE

16.03.2019

Ölümün acı kokusu geçti ama o tatlı elma kokusu, hâlâ geçmiş değil...

16 Mart 1988 tarihinde gerçekleşen ve sadece Kürt tarihinin değil, tüm insanlık tarihinin en korkunç katliâmlarından biri olan Halepçe Katliâmı’nın 4. yıldönümünde, henüz 19 yaşındaki yazar İbrahim Sediyani, katliâmı tüm boyutları ve bilinmeyenleriyle kaleme aldı.

19 yaşındaki yazar İbrahim Sediyani’nin Yeryüzü Dergisi’nin Mart 1992 tarihli 16. sayısında yayınlanan “Halepçe” adlı makalesi…

Halepçe, yaklaşık 57 bin nüfûslu bir şehir. Irak’ın kuzeydoğusunda, Güneydoğu Kürdistan’da, Süleymaniye iline bağlı ve İran sınırına 16 km uzaklıkta, 36 kuzey enlemi ile 46 doğu boylamı üzerinde şirin bir ilçe…

► Halepçe Katliamı

Halepçe’nin üzerine, gökten “ölüm bulutları” yağmıştı o gün…

Bütün şiddetiyle devam eden İran – Irak Savaşı (1980 – 88)’nda, 8 yıllık o korkunç savaşın geride bıraktığı en acılı hatırâ olmuştu, Halepçe.

İran’da 1979 yılında gerçekleşen İslam Devrimi’ni boğmak ve genç İslam Cumhuriyeti’ni yıkmak için ABD emperyalizmi ve bölgedeki Suudî ve Katar gibi gerici Arap rejimlerinin kışkırtmasıyla İran’a saldırtılan Irak Saddam rejimi, savaşın bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemişlerdi. Çünkü tüm uluslararası güçler ve emperyalist devletler, Saddam’a her türlü silâh desteğini sunarken, dünyanın en aşağılık devletleri olan Suudî Arabistan ve Katar da, kesenin ağzını sonuna kadar açmışlardı. Ama İran’ın bu kadar dayanacağını ve direnç göstereceğini, hiç beklemiyorlardı.

Savaşta Iraklı Kürtler ( = Kuzey Irak / Güney Kürdistan), onlarca yıldır kendilerini inim inim inleten Saddam rejiminden kurtulacaklarını ümid ederek, savaşta İran’ı destekliyor, silâhlı peşmerge güçleri İran askerleriyle beraber Irak ordusuna karşı savaşıyorlardı. Saddam, savaş esnasında Kürtler’i “hain” ilân etmişti.

Irak ordusu, 1986 – 89 yılları üç yıl süren “Enfal Operasyonu” adı verilen bir katliâm ve yok etme operasyonu başlatmıştı, Kürtler’e karşı.

“Enfal”, Qûr’ân-ı Kerîm’deki bir sûrenin adı ve Arapça’da “ganimetler” demek. Bir insanlık suçuna, içinde katliâm, imhâ, tecavüz, her türlü insanlıkdışı vâhşetin sergilendiği operasyona bile Qûr’ân sûrelerinin isimlerini verecek kadar aşağılık bir rejim için, sanırım fazla da söylenecek söz yok.

Irak lideri Saddam Hüseyin emriyle ve “Kimyasal Ali” lakaplı Ali Hasan el- Mecid öncülüğünde gerçekleştirilen ve özellikle 1988 yılında doruk noktasına ulaşan Enfal Operasyonu’nda, kara harekâtları, havadan bombalamalar, yerleşkelerin sistematik bir şekilde yıkılması, toplu zorunlu göçler, idam mangaları ve kimyasal silâh kullanımı gibi her tür vâhşet sergilenmişti.

Enfal harekâtında, bağımsız kaynaklara göre 100 bin ilâ 150 bin arasında Kürt katledilirken, 100 bin Kürt kadını dul kalmış, milyonlarca Kürt çocuğu da yetim kalmıştı. Kayıp 17 bin insan arasında da çeşitli Arap ülkelerine satılan binlerce Kürt kızı var. İşte böylesine insanlıkdışı bir harekâta, anlatması bile utanç verici olan bir insanlık suçuna, Qûr’ân sûrelerinin adını veriyordu, aşağılık Baas rejimi.

Saddam Hüseyin’in 23 Şubat – 16 Eylül 1988 arasında Enfal Opresyonu’nu şiddetlendirdiği dönemde, Baasçı Irak devletinin, Mart 1988 başında tekrar başlattığı “şehirler savaşı”nda, başkent Tahran başta olmak üzere Qum, İsfahan, Hamedan, Baxteran (= Kirmanşâh), Şiraz gibi pekçok sivil yerleşim bölgelerine yönelik füze ve hava saldırıları sürerken, İslamî İran güçleri, “Fecr – 10” (= Şafak – 10) adıyla yeni bir hareket başlatıyordu.

Ardından, Mart ayının ortasında İran İslam Cumhuriyeti ordusu, mütecaviz Irak ordusuna karşı “Zafer – 7 Harekâtı” adlı genel bir taarruz başlattı.

İran askerleriyle işbirliği içindeki Kürt peşmergeler, doğum yerleri olan bu bölgeleri çok iyi bildikleri ve büyük ölçüde nüfûzları altında tuttukları için harekâta büyük bir kolaylık sağlıyorlardı. Özellikle Celal Talabanî liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne bağlı peşmergelerin İran ordusuyla yaptığı işbirliği, mütecaviz Baas rejimine ağır bir darbe indirmiş, gücünü epey bir zaafa uğratmıştı.

Baasçı Irak Devleti ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki bu “küfür – iman savaşı”nda Kürdistanlılar hiçbir zaman Irak rejimini desteklememiş, desteklemek bir yana, savaşın başından beri İran askerleriyle beraber Irak rejimine karşı mücâdele vermişlerdi. Zaten Saddam Hüseyin, Iraklı Kürtler’i boşuna “savaş haini” ilan etmemişti.

Nitekim İran askerlerinin Kürtler ile yardımlaşarak ele geçirdiği Hurmal, Dûceyle, Tûveyle ve Bêyare şehirlerinden sonra, 15 Mart 1988 günü de Halepçe kenti, bu Kürt savaşçılar tarafından ele geçiriliyordu. Irak ordusu, buralarda fazla mukavemet gösteremeden teslim bayrağını çekti.

15 Mart, yani kimyasal katliâmdan bir gün önce, Halepçe şehri kurtarılmıştı.

16 Mart 1988’deki Halepçe Katliâmı’nı anlayabilmek için, katliâmdan sadece bir gün önce, 15 Mart 1988 günü Halepçe şehrinde neler yaşandığına bakmamız lazım:

Irak devletine karşı İran askerleriyle birlikte savaşan Kürt peşmergeler, Halepçe’yi 15 Mart günü fethediyor ve Irak Baas rejiminden kurtarıyor. Katliâmdan bir gün önce.

Kürt peşmergeler, Halepçe’yi ele geçirdikten sonra, burayı fethettiklerini İran ordusuna bildiriyorlar. Halepçe halkı, İslamî İran askerlerini “Allâh-û Ekber”feryadlarıyla, büyük bir coşku içinde karşılıyor ve Kürtler ile İranlılar, önce şükür secdesine kapanıp ilçe meydanında kalabalık bir kitle halinde namaz kıldıktan sonra, ordu, askerî hedefler, kışlalar ve tesisleri birer birer temizliyorlar. Bütün bu yaşananlar, Halepçe halkının İran askerlerini “Allâh-û Ekber” sloganları atarak karşılaması, İran televizyonundan tüm dünyaya gösteriliyordu.

Hatta öyle ki, normalde bir şehrin bir başka ordu tarafından ele geçirilmesi sırasında en fazla korku duyanlar genç kızlar ve hânımlar olur ve onlar saklanacak yer ararlar; fakat bu kez, Halepçe’de, tam tersi bir durum yaşanmıştı. Genç kızlar ve hânımlar, korku ne demek, bir de kapı önlerine çıkmışlar, yenilgiye uğrayan Baas ordusunun sağa sola serpilmiş olan cesedleri arasından, “Allâh-û Ekber” diyerek ilerlemekte olan İran güçlerini, onlar da “Allâh-û Ekber” nidâları ve sevinç gözyaşları ile karşılıyorlardı.

Müslüman Irak Kürt halkının, İran güçlerini böylesine samimî bir hava içinde ve “kurtarıcı” olarak karşılaması, Saddam’ı daha bir hışımlandırmıştı.

Irak Baas rejiminin 10 bine yakın askeri cepheden safdışı ediliyor ve 1000’den fazla asker de esir alınıyor. Esirler arasında 1 tümgeneral, 4 tuğgeneral, 15 albay ve 50’den fazla da küçük rütbeli subaylar ve ayrıca Saddam’ın kukla olarak oraya diktiği “Halepçe Kumandanı” da var.

700’den fazla tank ve zırhlı araç savaştan safdışı ediliyor, bunlardan 200 tanesi İslam ordusunun eline geçiyor. 2000’den fazla diğer askerî kamyonlar ganimet olarak alınıyor.

Amerika ve Sovyetler’in Saddam’a, İran’ı vurması için verdiği, dünya silâh sanayiînin en gelişmiş, en karmaşık sistemli, en yeni silâhları ve techizâtı da ganimet olarak ele geçirilenler arasında.

Baasçı kâfir – laik Saddam rejiminin elinden kurtulan ve özgürlüğüne kavuşan Irak topraklarının alanı ise, 1000 m²’yi aşıyor. Bu arada, İran’dan daha önce kaçıp Halepçe’ye yerleşmiş bulunan “Mücahîdîn-i Xelq” (Halkın Mücahitleri) adlı Amerikancı – Marksist teşkilatın yüzlerce mensubu da Irak içlerine kaçmak üzereyken yakalanıyorlar.

Bir aya yakın zamandır, şehirleri Amerika’nın emirleri ve Sovyetler’in verdiği 700 km menzilli füzelerle döven ve binlerce insanı katleden Saddam, Kürdistan’ı işte kaybediyordu. Peşmergeler, İranlı Müslüman kardeşleri ile beraber, cinayetkâr Saddam rejimine karşı savaşım veriyorlardı. Bölgeyi avuçlarının içi gibi bilen bu yerel milis kuvvetler, düzenli ve ustaca gerilla taktikleriyle Irak ordusuna kök söktürüyorlardı. Saddam, bunun intikamını elbette alacaktı.

Irak hava üssünden havalanan bir “Mig – 21” filosu Halepçe, Dûceyde, İnab, Hurmal ve Sirva kasabalarını kimyasal bir bombardımana tabi tutuyordu. Mig – 21’lerin art arda bıraktığı hardal gazı, sinir gazı ve siyanit gazı bombaları çok geçmeden etkisini gösteriyor ve binlerce masumun şehâdetine yol açıyordu.

Sofra başında, evde, kapı önündeki aileler, çalışan babalar, bulaşık ve çamaşır yıkayan, yemek yapan, evi süpüren, beşikteki çocuğu uyutmaya çalışan anneler ve beşikteki bebeler, dışarıda oyun oynayan çocuklar, henüz isimleri bile konmamış yavrular, koyunları ve davarları otlatan çobanlar, velhasıl mazlum, mustaz’âf, Müslüman 5 bin (halkın verdiği bilgilere göre 22 bin) kişi, şehîd ediliyordu.

Nemrûd’un, Fîr’awn’ın, Dehhaq’ın, Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezîd’in varisi olan Saddam’ın, Amerika ve Batı’dan aldığı kimyasal silâhlarla hem de….

► Yerli Tanıklar

Katliâmdan sonra olay yerine gidip bütün vâhşeti gözleriyle müşâhâde eden Sabah gazetesinden Ramazan Öztürk şöyle anlatıyordu:

“Halepçe, İnab, Dûceyde kasabalarıyla çevre köylerde yaşayan insanların tamamı ölüyor. Biz 21 Mart günü oraya vardık. Dört gün geçmişti aradan ve aynı vâhşet gözleniyordu. Bütün sokaklar, caddeler insan hayvan ve ölüleriyle doluydu. Gördüğümüz bütün insan cesetleri kadın, genç kız, çocuk ve bebeler ile çok yaşlılardı. En katı insan bile dayanamaz. Ben tarif edemiyorum. Katliâm demek, faciâ demek hafif geliyor. Vâhşet. Vâhşet de hafif geliyor. Dûceyde ve İnab’da gördüklerimizin de Halepçe’den hiçbir farkı yok. Her yer darmadağın, taş üzerinde taş kalmamış. İnab köyü de öyle. Bir tepenin eteğinde kurulu İnab’da yaşayan yüzlerce insan, Irak uçaklarının bombalarından kaçmak için çocukların alıp yollara düşmüşken gafil avlanmışlar. Dere kenarlarında, köyün çıkışındaki yolda, ağaç diplerinde, yerde yatan yüzlerce ceset. Hayvanlar da kaçamamış, çoğu olduğu yerde ölmüş. Köyün hemen yanındaki tepenin ardında ise, insan cesetlerinden oluşmuş bir başka tepecik. Tüylerimiz ürperiyor. Fotoğrafları çekerken ağlıyordum. Allâh bir daha bana böyle bir sahne göstermesin.”

Güneş gazetesinden Faruk Ölçücü ise vâhşeti şöyle dile getiriyordu:     

“Etrafta hardal gazının yakarak öldürdüğü kadın ve çocuk cesetlerinin resimlerini çekerken, kusmamak için kendimi güç tutuyordum. Halepçe’nin bütün sokakları, Irak uçaklarının attığı kimyasal bombaların etkisiyle katledilmiş Kürt kadın ve çocukların cesetleriyle doluydu. Atılan sinir ve siyanit gazlarının etkisiyle iç solunum sistemleri tahrib olan bu zavallı insanlar boğularak ölmüşlerdi. Dış görünümlerinde hiçbir şey olmayan bu insanlar, sokaklarda uyur gibi yatıyorlardı. Koca kasabada, hayvan dahil hiç kimse kalmamıştı. Atılan kimyasal bombalar, düştüğü yerlerden uzak noktalara, rüzgârın etkisiyle gaz bulutu şeklinde evlerin içindeki odalarda saklanmış insanların da boğularak ölmesine neden olmuştu. Keşke ben de ölseydim.”

Halepçe’nin ikinci kez bombalanışını Ramazan Öztürk şöyle anlatıyor:     

“Halepçe ve Dûceyde kasabaları yeniden bombalanıyor. Bizler de saklanacak bir yer bulabilmek için çil yavrusu gibi dağılıyoruz.”

Saddam’ın, 1987 yılında yine Kürdistan’daki katliâmını yine Ramazan Öztürk şöyle anlatıyordu:

“Geçen yıl da ben oradaydım. Irak uçakları Sergalu, Bergalu, Sordaj ve Yêksamar yerleşim birimlerine napalm ve kimyasal bombalar attılar. Ben de ölebilirdim. Yine yüzlerce kadın ve çocuk yanarak öldüler. Bunu kendi gözlerimle gördüm ve yaşadım. Video çekimleri de yaptım, bende duruyor. Irak, yazmamam için çok ısrar etmişti ama ben bir gazeteciyim. Üstelik olayı da yaşamıştım. Kurtardığım Türk teknisyeni Ali Selvi de bu kimyasal bombardımanda yaralanmıştı.”

► Katliâm Karşısında Dünya Ne Yaptı?

Hiçbir şey…

Şunu hemen belirtmeliyiz ki, katliâm sadece Halepçe’de olmamıştı. Halepçe’de başlamış, Halepçe’de olmuş ve oradan da diğer yerlere yayılmıştı. İran Halepçe’yi duyurabilmişti; eğer Halepçe’yi duyurmasaydı, “Halepçe Katliâmı” denilen bir olaydan bile habersiz olacaktık. İran televizyonları, mazlum Halepçe’deki binlerce şehîdin dili ve mesajı olmuştu. Ve dünya üzerinde de bu insanlık ve İslâm dışı cinayete karşı koyan tek ülke İran’dı. Zira Körfez Savaşı (1991)’nda da onlarca Halepçe yaşandı; ancak dünya kamuoyu bunlardan habersiz kaldı.

Irak rejimi ise suçu İran’a yüklüyordu. Yani “katliâmı biz yaptık, evet, ama siz sebep oldunuz” anlamında.

Halepçe Katliâmı’ndan 3 gün sonra İslam Konferansı Teşkilatı denen çadır tiyatrosu, Kuveyt’te toplantı halindeydi ve daha 3 gün önce binlerce insanın hunharca katledildiği Halepçe’nin adını bile anmadılar, tek kelime etmediler.

Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Kenan Evren temsil ediyordu. 53 İslam ülkesinin, bu konferans sonunda yayımladığı “Sonuç Bildirgesi” bu bakımdan çok önemli bir belge.Ama aynı zamanda bir utanç belgesi! “Sonuç Bildirgesi”nde, Saddam Hüseyin’in Kürtler’e karşı zehirli gaz kullandığına dair hiçbir ima yoktu. Eleştiri veya kınama şöyle dursun, bu konuda küçücük bir bilgi, bir imâ bile yoktu.

Bulgaristan’da Türkler’e karşı geliştirilen isim değiştirme operasyonlarından dolayı Bulgaristan’ı eleştiren İslam Konferansı, Kürtler’e yapılan soykırımı duymazlıktan, bilmezlikten, görmezlikten gelmekteydi. Tıpkı Türkçe yer isimlerini değiştiren Bulgar devletini eleştiren aynı İslam Konferansı’nın, Kuzey Kürdistan’da binlerce yer ismini sistematik bir asimilasyon politikası sonucu zorla değiştiren Türk devletini o güne kadar ve ondan sonra da bir kez olsun kınamamış olması gibi.

O toplantıda Halepçe’den hiç bahsedilmemesi, onlar o savaşta İran’a karşı var güçleriyle Saddam’ı destekledikleri içindi. Zaten İran’daki rejimi yıkması için Saddam’a başta aşağılık Katar ve Suudî Muaviye rejimleri olmak üzere, her türlü maddi desteği veriyorlardı.

Yani 3 gün sonraki İslam Konferansı’nda Halepçe’nin adının bile geçmemesi, Kürt olduklarından değil, hedefteki İslamî İran’dan dolayıdır. Bakın ben size tersinden bir mantık yürüterek şöyle bir örnek vereyim; belki o zaman meselenin içyüzü daha rahat kavranır: Faraza, Halepçe’deki o katliamı Irak değil de, İran yapmış olsaydı, o zaman 3 gün sonraki İslam Konferansı Teşkilatı ne yapardı?

Ben size söyleyeyim: Halepçe’de katledilen Kürtler için dünyayı ayağa kaldırırlardı.

► Halepçe Katliâmı’na Türkiye’deki İslamî Basının Tepkisi

“Halepçe Katliâmı’na Türkiye’deki İslamî basının tepkisi” derken, ilk önce Girişimdergisini saygı ve tebrik ile anmak gerekir. Çünkü Türkiye basınında Halepçe’de yaşanan katliâma en doyurucu ve en geniş yeri veren, konuya en çok eğilen ve – tabir caizse – “insanî görevini yaptı” diyebileceğimiz dergi, ilk elde Girişim olmuştu. Esasında sadece Halepçe Katliâmı’nda değil, aynı zamanda Şeyh Said Kıyâmı’nda da üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirenler, Girişim ve Dâvâ dergileri olmuştur.

Halepçe Katliâmı (16 Mart 1988)’ndan hemen sonraki sayısındaGirişim dergisi, “Irak Giderek Vahşîleşiyor” başlığıyla verdiği haberde, Irak’ın Halepçe’yi kimyasal gaz ile bombalamasını ve sivil halka karşı acımasız bir yok etme uğraşına girmesini anlatıyor, Saddam Hüseyin’in, İran İslam Cumhuriyeti ile işbirliği yapan Kürtler’i “savaş haini” ilan ettiğini de ayrıca belirtiyordu. Aynı haberde dergi, “Irak, kimyasal savaş suçlusu olmakla birlikte, acımasız bir jenosidin de suçlusudur” diyerek, net tavrını ortaya koymuştu.

Bir sonraki sayısında ise (Mayıs 1988), “Filistin’de Yahudî, Halepçe’de Saddam: Hiroşima 88’in Öyküsü” kapak manşeti ile dergiyi tamamen bu insanlıkdışı cinayete ayıran Girişim, giriş yazısında şöyle diyordu:

“Niçin Halepçe? Çünkü Halepçe, yüzyılın yeni bir Hiroşima’sıdır. Hiroşima’dan da öte, toplu bir soykırımdır. Halepçe’de, atılan kimyasal gaz ve bombalarla beş bin insan öldürülür ve bir o kadarı da ölümden beter hale getirilirken, nasıl sessiz kalabilirdik ki? Halepçe’de işlenen suç, herşeyden önce bir insanlık suçudur. Tarihte eşine az rastlanır bu insanlık suçu karşısında, bu vâhşet karşısında insan olarak, Müslüman olarak nasıl susabilirdik ki?”

Sözkonusu dergide Metin Aydın, “Hiroşima 88’in Öyküsü” adlı yazısında, Halepçe olayındaki gelişmeleri günü gününe aktarıyordu.

Katliâmdan bir yıl sonra da Girişim dergisi, Mart 1989 sayısında, “Acı Halepçe” başlığı altında, bu cinayetin birinci yıldönümünde, bahusus vâhşeti tekrar irdelerken, aynı zamanda da “Bu İnsanlar Neden Çile Çekiyor?” yazısıyla da, Iraklı Kürtler’in çektikleri çileleri açıkça gözler önüne seriyor ve İslamî vazifesini yerine getiriyordu.

Peki bu vâhşet karşısında sağcı ve solcu basın ne yaptı?

Yine hiçbir şey…

Hatta Halepçe Katliâmı olduğunda, solcular bırakın bu vâhşeti kınamayı, tam tersine bu cinayeti ve cinayetkâr Saddam’ı desteklediler. Çünkü olayın öz be öz İslamî bir hadise olduğunu onlar da biliyorlardı. Ne zamanki Kürdistan’da mâlum değişimler baş gösterdi, sosyalistler de seslerini çıkarmaya başladılar.

Olaydan dolayı birileri aleyhine sloganlar atıldı. Ancak yine de mecburî olarak “böyledirler işte” dedirten yanlışlıklara saptılar. Çünkü vâhşeti yapan Saddam’a değil, Saddam ile ağızbirliği yaparak İran’a saldırdılar.

► Halepçe Katliâmı’nda TC’nin Rolü

17 Nisan 1988 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfadan manşeti, “Katliâma Alet Olduk” başlığını taşıyordu. Çetin Yetkin ve Şevket Okant imzalı haberde, Halepçe’de kullanılan kimyasal maddelerin Türkiye üzerinden Irak’a yollandığı kanıtlanıyordu.

Gemiler dolusu kimyasal madde Mersin’e Avrupa ülkelerinden getiriliyor ve limana indiriliyordu. Bazen fıçılar, bazen de torbalar içinde getirilen bu maddeler, bir başka torbanın içine konuluyor, üzerine de bir Türk firmasına ait etiket yapıştırıldıktan sonra TIR’lara yüklenerek Irak’a gönderiliyordu.

Hürriyet’in haberinde, bu maddelerin hangi Avrupa ülkelerinden nasıl geldiği de açıklığa kavuşturuluyordu. Buna göre, Irak’ın kimyasal yapımında kullandığı maddeler, başta İsviçre, Belçika ve Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde üretiliyor, deniz yoluyla Türkiye’ye, Mersin Limanı’na indiriliyordu. Ondan sonra Türk firmaları tarafından etiketlenerek Irak’a gönderiliyordu. Böylelikle de “döviz” kazanılmış oluyordu.

İşin içinde de Yahudî parmağı vardı. Hürriyet’in haberine göre, Irak’a bu tür kimyasal maddeleri satan şirketlerden “Tredecorp Sa”nın imza yetkisine sahip ortaklarından Jack Levi, Yahudî olduğu gibi, yine imza yetkisine sahip olan Tony Ezra Ventura da, Cenevre’de oturan Türkiyeli bir Yahudî idi.

Irak’a bu şekilde kimyasal maddeler satan Türk şirketlerinden biri ONAK, diğeri de PENTA idi. Merkezi İstanbul’un Gayrettepe semtinde bulunan ONAK, sözkonusu satış işlemini “Turo – 87585” sayılı ve 25 Kasım 1987 günkü “İhrâcatı Teşvik Belgesi” kapsamında yapıyordu. Yani açıkça resmî bir onay hatta teşvik sözkonusu idi.

Merkezi İstanbul’un Elmadağ semtinde bulunan PENTA firmasının ortağı Faruk Erkoç, satışla ilgili olarak sorulan soruya verdiği cevapta, “Siz bana Irak’tan gelseniz, bugün isteseniz, ben bu malları size satarım. Bayılırım satışa” diyordu.

► Kürdistan’ın Hiroşima’sı: Halepçe

Sivil halka karşı bu tür vâhşîlikte ve böylesi bir büyüklükte saldırı, daha önce insanlık tarihinde nadiren yaşanmış bir olaydı.

16 Mart 1988’de Halepçe’ye kimyasallar atılıyor, ama kirli bir oyun sahneleniyor ve kimyasalla karıştırılmış hoş elma kokusu ile çekicilik süsü veriliyordu. Her yer sessizdi, herkes hoş kokuyu almak için dışarılarda idi ve çok geçmeden bunun kimyasal olduğu anlaşılıyor, ama ne çare ki, sığınılacak yer olmadığı gibi, kaçılacak fırsat da verilmiyordu.

Binlerce Halepçeli o gün akşama kavuşamadan bedenleri yanmak ve boğulmak suretiyle olduğu yerlere seriliyordu. Her yer kadın, çocuk ve erkek cesetleri ile doluyordu.

Kürtler’in tarihine yeni bir mazlumiyet vesikası ekleniyordu.

KAYNAKLAR:

– Sabah Gazetesi, 30 Mart 1988

– Güneş Gazetesi, 30 Mart 1988

– Milliyet Gazetesi, 5 Nisan 1988

– Hürriyet Gazetesi, 8 Nisan 1988

– Hürriyet Gazetesi, 17 Nisan 1988

– Keyhan Gazetesi, Sayı 22 (Halepçe Özel Sayısı), Şaban 1408 – Nisan 1988, İran Türkçe yayınları, Tahran – İran

– Girişim Dergisi, Irak Giderek Vâhşîleşiyor, Yıl 3, Sayı 31, Nisan 1988

– Metin Aydın, Hiroşima 88’in Öyküsü, Girişim Dergisi, Yıl 3, Sayı 32, Mayıs 1988

– Girişim Dergisi, Yıl 3, Sayı 33, Haziran 1

– Girişim Dergisi, Acı Halepçe, Yıl 3, Sayı 42, Mart 1989

– Dâvet Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, Mart 1990

– Tevhid Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, Mart 1990

– Tevhid Dergisi, Yıl 2, Sayı 19, Temmuz 1991

YERYÜZÜ DERGİSİ / SAYI 16

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş