metrika yandex
  • $32.3
  • 34.78
  • GA17500

Haberler / Yazı Dizisi

DİNİN DAVAYA, DAVANIN SİYASİ HAREKETE DÖNÜŞMESİ -2- / Mehmet Yaşar Soyalan

05.11.2019

 

2. Bölüm

Yazarımız Sayın Mehmet Yaşar Soyalan’ın kendine has üslubu ile kaleme aldığı “7.yy’dan 21.yy’a Dinin Araçsallaştırılması Üzerine Bir Önsöz Denemesi” olan “DİNİN DAVAYA, DAVANIN SİYASİ HAREKET DÖNÜŞMESİ” konu başlıklı yazı dizisinin ikinci bölümünü ilginize sunuyoruz

Her Taraf Haber

İmparatoryal Dönemde Din Algısı: Fıkhın Dine Dönüşmesi

Son iki yüz yılık bu özgürleşme sürecinde yaşanılanlar, din, devlet ve coğrafya kavramlarının iç içe girmesine neden oldu. İmparatoryal dönemde din, devletin/ iktidarın bir egemenlik meşruiyet, sahiplenme/ aidiyet ve motive etme aracı iken, bu süreçte din ya tümüyle devre dışı bırakıldı (seküler/ sosyalist/komünist blokta olduğu gibi) ya da devlet, dinin kendisine veya din, devletin kendisine dönüştü. Müslüman coğrafya bu ikinci grupta, yani dini ve devleti aynılaştıran grupta yer aldı ve her iki gruba karşı da dini/İslam’ı merkeze alan bir mücadele yöntemi seçti. Müslüman coğrafyada devlet ve din coğrafyanın şahsında cisimleşerek vatan kimliği ile ete kemiğe büründü. Oysa eski dönemde mülk (hem iktidar hem coğrafya hem de bu coğrafyadaki her şey) iktidar sahibinin şahsına, yani sultana/krala aitti. Burada yaşayan insanlar da inanç ve etnik kimlikleri ne olursa olsun, hatta hangi makamda bulunursa bulunsunlar, neye sahip olduklarından bağımsız olarak bu mülkün bir parçası konumundaydılar. Böyle bir coğrafyadaki yöneten yönetilen ilişkisi, herhangi bir sözleşme ve ahitleşmeye gerek duyulmaksızın tek taraflı itaati esas alan bir sultan/ kral - tebaa ilişkisiydi. Bu nedenle bir Müslümanın, kendisini herhangi bir sultanın tebaası olarak görebilmesinin, bu aidiyeti içselleştirmesinin yegâne şartı sultanın kendileri ile aynı dini inancı paylaşıyor olmasıydı.

Bu durum sultanın o dini inancı içselleştirip, içselleştirmemesinden veya dini ritüelleri yerine getirip getirmemesinden bağımsız bir şeydir. Sultanın böyle tanımlanıyor olması veya Müslüman kökenli bir aileden gelmesi ona tebaa olmak ve kayıtsız şartsız itaat için gerekli yeter şarttır. Bunun zıddı bir davranış o kişiyi bâği/ asi/ isyankâr kılar. Dolayısıyla sultanın toprağında/mülkünde yaşaması mümkün değildir. Çünkü bir Müslümanın böyle bir sultanın iktidarında/mülkünde yaşıyor, yaşayabiliyor olması zaten onun için yeteri kadar büyük bir lütuf ve bağıştır. Bu lütfa karşılık ondan beklenen küçük ve sıradan bir şeydir (!): İtaat. Böyle bir lütfa mazhar olduktan sonra onun otoritesine karşı çıkmak açık bir nankörlük olur.

Tabi, tebaa olmak ve kuru bir itaat ile iş bitmemekte, tebaa olma durumu ona doğrudan veya dolaylı bir şekilde pek çok sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumluluk ortak bir coğrafyada yaşıyor olmanın ve ortak bir çıkar ilişkisinin çok ötesinde bir dini zorunluluktur. Çünkü iktidarı elinde bulunduran kişi, onlara “Daru’l-İslamda/ İslam yurdunda” yaşayabilme imkânını bahşetmekle zaten her türlü saygıyı ve itaati hak etmektedir. Dolayısıyla onu kutsamak ve “Daru’l-İslam’ı” koruma ve genişletme konusunda onun askeri olmak tebaanın en önemli dini vecibelerinden birisidir. Çünkü “Daru’l- İslamı” korumak İslam’ı hatta kendi kişisel varlığını korumakla eş anlamlıdır. Ayrıca “Daru’l- İslam’ın” dışında “Daru’l Harb” diye bir dünya da vardır ve orasını İslamlaştırmak yani orasını “Daru’l- İslam”, başka bir deyişle sultanın mülkü haline getirmek (cihad), egemen dini tasavvura göre İslam’ın en temel umdelerinden biri olduğu gibi Müslümanların da en önemli görevlerinden birisidir.

Bu algının oluşmasında geleneksel asabiye kültürü başat bir rol oynasa da bu algının egemen olmasında Fıkhın ve fıkıh tasavvurunun da önemli katkısı ve etkisi vardı. Fıkhı kurallar sultanı meşrulaştırırken, sultana karşı tebaayı edilgen kılmış ve korumasız bırakmıştı. Toplumun nazarında da fıkhın din olarak algılanması, dini fıkhi kurallardan ibaret görmesi de sultana/lidere kayıtsız itaati de pekiştirmiştir.

Ancak bu yeni süreç ile birlikte bu durum temelden değişti. Hem kavramsal hem de coğrafi anlamda “Daru’l-İslam” deyimi hem literatürden hem de tedavülden kalktı. Üstelik pratikte de artık “Daru’l- İslam” diye bir coğrafya bulunmuyordu. Bu süreçte Müslümanların zihin dünyası sıradan bir değişimin çok ötesinde yeniden kurgulanmıştı. Yani formatlanarak yeni egemen kültürün/ tasavvurun son sürümü yüklenmişti. Bu durum aynı zamanda tersini de yani “Daru’l-Harb”i de ortadan kaldırmıştı. Artık “Daru’l-Harb” diye bir coğrafya da yoktu. Bu durum, sadece ilgili coğrafyada İslami kuralların uygulanıp uygulanmaması veya bir bölgede Müslüman nüfusun bulunup bulunmaması ile ilgili bir durum değildi. Gelinen nokta her yönü ile yeni bir duruma işaret ediyordu. Sonuçta gelinen noktada hem yöneten ve yönetilen ile ilgili hem de coğrafya/ vatan ile ilgili temel paradigma ve ana algı değişmişti.

Bağımsızlık Mücadelesinin Coğrafya Bilincini Doğurması

Bu yeni paradigmada artık mülk sultana ait değildi, üstelik sultan da gökten inmiyordu. Asabiye kavramı da yeni bir şekle bürünmüştü. Artık Müslümanlar hangi coğrafyada yaşıyor olursa olsunlar, kendilerini o coğrafyanın bir parçası olarak görüyorlar, o coğrafya üzerinde doğrudan bir hak iddia etmeseler bile mülk ve yönetim konusunda kendilerinin de hak sahibi olduklarını varsayıyorlardı. Öyle ki birkaç istisna dışında bulundukları bütün coğrafyalarda, hegomonik güçlerin icat ettikleri modern düşünme biçimleri ve yöntemlerle iktidarı ele geçirmeyi, muktedir olmayı yegâne yol olarak görüyorlardı. Modern paradigma ve modern algı bu şekilde tecelli etti. Bu modern durumu meşrulaştıracak, “İslamileştirecek” akli, nakli, sosyolojik araçlara sahip oldukları gibi gerekçeleri de mevcuttu.

Müslüman coğrafyanın batılı emperyal güçlerce işgali sadece Müslümanların yaşadığı coğrafyanın işgali anlamına gelmiyordu; işgalci güçlerin, ekonomik, askeri, teknolojik, bilimsel alanlardaki tartışmasız üstünlükleri Müslümanları zihinsel ve psikolojik olarak da felç etmişti. Bu felç durumu atlatılır atlatılmaz kendilerini bir var olma mücadelesinin içinde buldular. İlk yaptıkları şey düşmanı taklit ederek düşmana karşı gelmekti: “Düşmanın silahıyla silahlanmak”. Bu durum sadece savaş alanı ile sınırlı kalmadı. Aslında savaş alanı hayatın her alanını kuşatır hale gelmişti. Savaş/ mücadele, hayatın her alan ve aşamasına yayılmıştı: “Hayat, iman ve cihattı.”. Savaşın bir yaşam biçimi olduğu çok yabancısı oldukları bir düşünce değildi ancak hem coğrafyanın hem de hayatın her alanının savaş alanı olduğunu düşmanlarından öğrenmişlerdi. “Hayat, iman ve cihattır.” Sloganı ile hayatın her aşaması ve coğrafyanın her yanı mücadele alanına, her bir Müslüman da mücahide dönüştü. İktidar sürekli teşvik etse de “nef ile cihat” dönemi bir süreliğine kapanmıştı. Ancak düşmandan öğrenilecek şey çoktu ve gayri Müslümleri taklit etmek çok da kötü bir şey değildi: “İlim Çin’de de olsa” veya “Hikmet mü’minin yitiği olduğu için onu bulduğu yeri sorgulamadan alabilirdi.”

Bu var olma mücadelesi, Müslüman coğrafyada bağımsızlık hareketlerinin hem bölgenin şartları, demografik yapısı hem “düşmanın” gayri müslim bir kimliğe sahip olması hem de biraz da yapılan işin doğası gereği din ile/İslam ile içli dişli bir şekilde gelişerek devam etmesi sonucunu doğurdu. Üstelik bu mücadele ve süreçlerde tam bir bağımsızlık ve dini ve bireysel özgürlüğün elde edilememiş olması, birey-din- devlet ilişkisinin, dolayısıyla Müslümanların din- devlet tasavvurlarının geçmişten farklı bir şekilde yeni ilke ve prensipler çerçevesinde yeniden şekillenmesine neden oldu. Hem düşmanın konumu, sahip olduğu güç ve imkânlar hem de yaşadıkları tecrübe onları farklı bir yola sevk etmişti. Bu yolda elde ettikleri tecrübe, onlara yaşadıkları coğrafyada iktidar, her boyutu ile Müslümanların eline geçmedikçe, egemenlik kayıtsız şartsız kendilerinin olmadıkça (Bunu Müslümanlar, “hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” diye okuyorlardı.) ve İslami ilkelere, prensiplere göre yeniden şekillenmedikçe, bağımsızlığın dolayısıyla dini ve bireysel özgürlüğün sağlanmadığını, sağlanamadığını, sağlanamayacağını göstermişti.

Mücadelenin başında, işgalcilerin Gayr-i Müslim kimliği, İslami ilke ve kurallara mugayir uygulamaları ve Müslüman ahaliyi ötekileştirip aşağılamaları, kendi inanç ve anlayışlarını egemen kılmaları ve devlet aygıtını seküler bir mantıkla ve seküler kurallar çerçevesinde kurup işletmeleri onların isyanlarının ve bağımsızlık arayışlarının en temel nedenleriydi. Çünkü devletin seküler ve gayri adil bir şekilde yapılandırılıp işletilmesi Müslüman tasavvur tarafından gayri İslami bir durum olarak tanımlanmış ve bu sürecin devamı onları hem coğrafyadan hem de tarih sahnesinden tamamen sileceği endişesine sevk etmişti. Ancak coğrafya işgalcilerden temizlenir, mevcut seküler yapı yerine devlet/iktidar “İslami prensiplere göre” yeniden kurulursa gerçek bağımsızlık ancak o zaman elde edilmiş olurdu. Bu gerçekleşinceye kadar mücadele devam etmeliydi. Böylece uzun soluklu dinamik bir sürece girildi.

Birinci Dünya Savaşı arifesinde öncelikle işgal edilmiş Hindistan, Afganistan, Mısır ve İran gibi bölgelerde ortaya çıkmaya başlayan bu tasavvur, sonrasında Osmanlının da parçalanması ile özellikle Osmanlı bakiyesi coğrafyada kendisini daha güçlü bir şekilde göstermeye başladı ve yeni dini anlayışların, dini grupların siyasi hareketlerin ortaya çıkması ile sonuçlandı. Bu süreçler sonrasında işgal edilmiş Müslüman coğrafyalarda pek çok yeni toplumsal oluşum ve siyasi hareketler ortaya çıktı: İhvanı Müslimin, Cemaati İslami gibi hareketler, Kuzey Afrika’daki yerel dini ve siyasi yapılanmalar vs.

Düşmanın Fikirleri ile Düşmana saldırmak veya Dinin/İslam’ın Bir Hayat Nizamı Olması

Bu hareketler özü itibarı ile tepkisel hareketlerdir. Çünkü bunlar, seküler hayat anlayışına sahip sistemlere ve eski otoriteye itaati esas alan yapılara karşı reaksiyonel bir şekilde ortaya çıkmışlar, kendi anlayışlarını doğrudan Kur’an, sünnet ve daha çok ilk iki halifenin uygulamalarını esas alarak düşüncelerini temellendirmeye ve ifade etmeye çalışmışlardı. Ancak bu halleriyle modern insana ve yeni olaylara karşı yeni bir şey söylemekten çok uzaktırlar. Eskinin bir bölümünü tekrarlamak ve düşmanlarını taklit etme ötesine geçemediler. Bu işgal karşıtı siyasi hareketlerin güçlenmeleri yer yer başarı da sağlamaları diğer geleneksel dini grupların/ cemaatlerin de bu koalisyona katılması ile işgale karşı mücadele eden Müslümanlar güçlerini arttırdılar ancak daha eklektik bir yapıya kavuştular. İleriki süreçlerde bu durum karşılarına önemli bir sorun olarak çıkacaktır. Ancak devleti ele geçirme ve onu İslamileştirme fikri bu mücadelenin esası olmaya devam etti.

Bu anlayışta en temel ve belirleyici şey; dinin bir hayat nizamı olmasıdır. Eğitimden siyasete, ekonomiden siyasi yapıya kadar her şey, yani hayatın her aşamasının bir hayat nizamı olan İslam’ın bir parçası olduğunu ifade ettiler. Farkında olarak veya olmayarak İslam’ın uygulamaya dönük yanının bir kısmı olan Şeriat ile İslam Dini aynılaştırıldı. İslam sadece şeriatten ibaret bir din haline gelince onu bir hayat nizamı, bir dava, bir ideoloji olarak okumak kolaylaştı. Böylece bu hareketler sekülerizme karşı çıkacağız derken zaman zaman hayatın doğal akışının aksine bir söylem ve uygulama içine girerek hayatın dışına düştüler ve kendi bölgelerinde kendi doğal üyeleri olacak toplumsal kesimlerle ters düşmek durumunda kalarak aslında tarihin gerisine düşmüş oldular.

19. 20. yy’daki kurtuluş hareketleri bugünden bakıldığında geleneksel bir dini algıya sahip oldukları görülse de kendi çağlarının şartları itibari ile geleneksel anlayışa oldukça mesafeli hatta muhalif ve o döneme göre yeni sayılabilecek bir söyleme ve yönteme sahiptiler. Ancak bu yenilik daha çok taktiksel bir özelliğe sahip olduğu için işgalin aşılması sonrası süreçte ve yeni bir sistem inşa etmede yeni bir model ortaya çıkaramadı. Ancak işgalcileri yenmede/kovmada motor görevi ifa etti. Bu nedenle pek çok geleneksel yapı çok sıcak bakmasalar da bu yeni yapılarla birlikte hareket etmek zorunda kaldı. Çünkü en geleneksel olanları bile, emperyal bir işgalle karşı karşıya kaldıklarında, işgalcilerin neler yapabileceklerini görmüşlerdi. Klasik Müslüman imparatoryal dönemdeki özerk cemaat yapılarını kaybedeceklerini, bireysel varlıklarının da ortadan kalkacağını fark ettiler. Bu nedenle başlatılan cihad hareketinin dışında kalmaları kendilerini inkâr anlamına geleceği için işgalcilere karşı cihat bayrağı açmış kendilerinden çok farklı düşünen ve çok zaman kanlı bıçaklı oldukları Müslüman yapılarla birlikte hareket etmek durumunda kaldılar. İşgalcinin kimliği, işgal etme biçimi ve işgal sonrası uygulamaları Müslüman kesimlerin tümünü cihad hareketlerine katılmaya mecbur etmişti.

İşgal Süreçlerinde Gayri Müslim Tebaanın Konumu

Bu süreçte Müslüman hafızasını değiştiren/formatlayan, zihnini inşa eden, kendilerini yeniden tanımlamak durumunda bırakan bir şey daha oldu. Müslüman coğrafyadaki işgal süreçleri onlara daha önce görmedikleri bir şeyi daha göstermişti. Müslüman coğrafyada özellikle de Osmanlı bakiyesi bölgelerde yüz yıllardır birlikte yaşadıkları gayri müslim unsurlar hatta “millet-i sadıka” olarak tanımlanan bazı Hıristiyan gruplar işgalcilerle birlik olarak yıllardır birlikte yaşadıkları, iyi günde kötü günde birbirlerini sırtladıkları Müslüman komşularına karşı işgalcilerle birlik olmuşlar, onlardan önce Müslüman komşularını bunlar katletmişlerdi. Yaşadıkları travma Müslümanları derinden sarsmış ve bütün değer yargılarını altüst etmişti. Bu tecrübe onlar için yen bir durumdu ve her bir Müslümana, bu işgalin bir iktidar değişimi değil, bir din savaşı, karşı dinden olanı yok etme savaşı olduğunu göstermiş, kendilerinin ancak dini kimlikleri içinde bir kıymet ve anlamlarının olacağını fark etmelerine vesile olmuştu. Sonrasında Müslümanlar bu mücadelenin kendileri için bir varlık yokluk meselesi olduğunu anlamışlardı. Bu işgalle, Müslüman tebaanın başta canları, malları ve namusları olmak üzere, dini şahsiyetleri, camileri, dergâhları kısaca tüm kutsalları hedef alınmış, tüm değerli şeyler talan edilmişti.

Bu yeni durum Müslüman zihninde önemli değişikliklerin yaşanmasına neden olmuş, özellikle de din, devlet ve coğrafyanın birlikte ele alınmasına, vatan ile iman arasında ilişki kurulmasına (“Hubbu’l vatan mine’l – iman / Vatan sevgisi imandandır” sözü kül altından çıkarılarak tedavüle sokulmuştu.), yaşananların bir sonucu olarak gayri Müslüm kesimlerin dışlanıp düşmanlaştırılması ve siteril bir toplum oluşturma talebi ile sonuçlanmıştı.

İşte bu süreçlerde ortaya çıkan kurtuluş hareketleri bir savunma hareketi olmaktan öteye geçmek durumunda kalmış, tersinden inşacı bir rol de üstlenmişti. Dini, siyasi ve toplumsal olayları küresel hegemanyanın kurduğu yeni dünya düzeninin baskın değerlerinin etkisinde/ tepkiselliğinde yeniden anlamak ve yorumlamak durumunda kaldılar. Kendi içlerinde yaşadıkları bu değişim dönüşüm yeterli değildi, hegemanyacı emperyal dünyaya ve onun ortaya çıkardığı algıya karşı da bir sözlerinin olması gerekiyordu. Ama henüz o söz söylenememişti.

Şeriatın Dinin Davaya dönüşmesindeki Rolü

Müslümanların oluşturduğu toplumsal yapılar kendi cemaatsel dünyalarında değişim ve dönüşümün bazı örnekliğini ortaya koysalar da tüm insanlığa hitap eden bir söylem, özgün ve kalıcı bir model oluşturamadılar. Eskiyi tekrar ile düşmanı taklit arasında sıkışıp kaldılar. Kendilerini İslam’ı bir bütün olarak yaşamaya çalışan insanlar yaşadıkları şeyi din/ İslam haline getirerek kendi toplumsal yapılarını İslam’ın yegâne temsilcisi konumuna getirmişlerdi. Mücadelesini verdikleri şey ile din özdeşleşince, din, mücadelesini verdikleri davaya, dava da içinde bulundukları siyasi harekete veya cemaatsel yapıya indirgenmiş oldu. Aslında işin bu noktaya gelmesinin en önemli sebebi Din’i/İslam’ı şeriat ile sınırlama alışkanlığıydı. Çok eskilere dayanan bu gelenek bu modern dönemde baskın bir anlayış olarak ortaya çıktı. Özellikle bağımsızlık mücadelesi veren modern yapılar bu anlayışın temsilcisi konumundaydılar. İşin içine etki- tepki ve öteki çarpanı da girince dava haline getirilmiş olan Din’in /İslam’ın siyasi bir harekete dönüşmesi kaçınılmaz bir hale geldi. Elbette dini olsun olmasın tüm kurumlar da bu yeni tanımlamadan nasibini alarak ona göre yeniden şekillendirildi.

Bu durumun bir sonraki kaçınılmaz adımı, dinin ideoloji haline gelmesi, getirilmesiydi. Gelinen noktada bu modern hareketler (hatta klasik cemaatsel yapılar) mevcut seküler toplumsal hareketlerin doğrudan veya dolaylı zorlaması ile/ tepkiselliği ile bu hareketlere kendi siyasi hareketleri ile özdeşleştirdikleri, dava (Dava; davet, duyurmak demekti.) haline getirdikleri İslam üzerinden cevap vermeye çalıştılar. İslam’ın dünya, toplum ve devlet tasavvurunu (çok zaman kendi tarihi arkaplanını da göz ardı ederek) güncelleyerek modern bir okumayla yeniden yorumladılar. Sonuçta yapılan şey dinin modern bir ideoloji haline getirilmesiydi. Artık İslam dini de çağın yeni sorunlarına modern çağın argümanlarıyla cevap verebilirdi.

Çünkü son iki yüz yıllık bu süreç toplumsal yapılanmayı yeni bir şekle sokmuş, geleneksel din algısı ve aidiyetler yerini yeni algı ve dini tasavvurlara bırakmıştı. Bu tasavvurda din merkezi bir öneme sahip olmakla birlikte anlam ve şekil değiştirerek bir davaya, mücadelesi yapılan siyasi harekete dönüşerek toplum bu yeni tasavvura göre örgütlenmeye başlanmıştı. Din eskiden iktidarın, dolayısıyla devletin bir aracı iken bu yeni durumda davanın bir aracı hatta bir parçası haline gelmişti.

Ancak bu dava geçmiş dönemdekinden farklı olarak, yeni bakış açılarına, yeni iddia ve yeni argümanlara sahipti. İktidara talip olan bir siyasi hareketin çok ötesinde bir iddiası söz konusuydu ve kurucu bir düşünce ve ideolojiyi de içinde barındırıyordu. Ancak düşünce veya ideoloji olarak ifade ettiği şey İslam Dinin kendisi olunca, İslam modern dünya için kurucu bir dine başka bir deyişle kurucu bir ideolojiye dönüşmüş oluyordu. Bu noktadan sonra bu konuda söz söyleyenler kalem oynatanlar farkında olarak veya olmayarak İslam dinini, bir ideolojiye indirgeyerek onu yeniden anlamaya, anlatmaya, yorumlayıp uygulamaya çalıştılar. Buradaki en temel sorun, İslam üzerinden karşıt ideolojilere cevaptan çok, İslam’ın kapsayıcı, kuşatıcı, kucaklayıcı bir rahmet dini olmasının ötesine geçerek veya bu özelliğini örterek karşıt bir ideolojiye dönüşmüş olması ve kurucu metinlerinin de bu gözle yeniden yorumlanmaya başlanmasıdır.

Devam Edecek….

Yazı Dizisinin İlk Bölümü İçin Aşağıdaki Linki Tıklayınız

http://www.hertaraf.com/haber-dinin-davaya-davanin-siyasi-harekete-donusmesi-1-mehmet-yasar-soyalan-3270

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş