“Artık olmayan ile henüz olmayan arasındaki yarıktır, bugün.”
Sosyal medyada bir arkadaşım bu cümleyi paylaşmış. Cümlenin altına yapılan yorumlar da, sorular da, sorulara verilen cevaplar da akıllara seza.
Şöyle bir yorum yazdım; ”Katılmıyorum. Bu günün yarık olarak tanımlanması bugünü anlatmaya uygun düşmez. Uzunca bir köprü gibidir bugün ve geçmiş, şimdi ve gelecek. Ya da dün, bugün ve yarın.”
Aziz Augustin şöyle diyor: “Üç tane şimdi vardır; geçmişin şimdisi, şimdinin şimdisi ve geleceğin şimdisi.” Aslında tanımlamaya çalıştığımız zamanı; dün, bugün, yarın diye; ya da geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman diye tanımlayabiliriz. Bundan ziyade belki de zamanı ; şu an dediğimiz zaman dilimi, geçen an ve gelecek an olarak çok daha küçültmek gerekir.
Kimi zaman geçen yıl, bu yıl, gelecek yıl bile uzun sayılmasına rağmen; bazı konuları konuştuğumuzda ise geçen yüzyıl, yaşadığımız yüzyıl ve benzeri kelimeleri kullanırız.
Aslında geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir kazağın örülmesine benzetebiliriz. Bir ilmek atarsınız, sonra bir ilmek daha, sonra bir daha... Şu an attığım ilmek şimdi, biraz sonra atacağım ilmek ise sonraki anda yapacağımdır. Her bir ilmeği hem önceki, hem de sonraki ilmekle bağladığınız gibi, bir önce gittiğiniz sıra ile de bağlarsınız. Bu bağlarınız ve attığınız her ilmek ise ördüğünüz kazağın, bu kazakta yapacağınız desenin, renklerin seçimine göre farklılık arz eder. Hiçbir ilmek ve ördüğünüz hiçbir sıra; ne önceki ilmeklerden ne sonrakilerden ve ne de sıralardan bağımsız ve müstakil olmaz.
“Ömür” ile “imar” aynı kökten gelen iki kelimedir…(Kelimenin kökü Arapçada; ayn, mim, ra harfleridir.) İmar, ömür, mamur, tamir, imaret, umre aynı kökten gelen kelimelerdir. İmar, bir şehri bir binayı bir yapıyı yapmak, güzelleştirmek, mamur etmek olarak anlaşıldığı gibi ömür de insanın yaşamını imar eden anlamlandıran güzelleştiren davranışlar bütünüdür. Umre ise bir yerin ziyaretle mamur edilmesidir. Yani ömrü bir kazağa benzetirsek eğer, her güzel davranış , her salih amel; kazakta attığınız her ilmeğe desene , nakışa karşılık gelir. Yani ömür her amel ve davranışla yaşadığınız hayatı ilmek ilmek imar eylemektir. Her salih amel ilmek ilmek nakşetmektir, hayatınızı…
“Anlatı zamana bir koku verir. Nokta-zaman ise kokusu olmayan zamandır. Zaman, sürem kazandığında, bir anlatı gerilimi veya bir derinlik gerilimi elde ettiğinde, derinlik ve zenginlik (yani bir uzam) kazandığında bir koku yaymaya başlar. Zaman bütün derin yapısından ve anlamından koparıldığında atomlaştığında, düzleştiğinde, cılızlaştığında veya kısaldığında kokusunu kaybeder.”
“Bu gün çok tartışılan hızlanma , zamanla yaşam dünyasında çeşitli değişikliklere yol açan ilksel bir süreç değil, bir semptom, bir ikincil süreçtir. Yani zamanın dayanağını kaybetmiş ve atomlaşmış olmasının, onu alıkoyan bir çekim merkezinin eksikliğinin sonucudur “diyor; Byung Chul Han. “Zamanın Kokusu” isimli kitabında. sh.29.
“Atomlaşmış zaman süreksiz zamandır. Bu süreksiz zamanda olayları birbirine bağlayarak bir bağlam, yani bir sürem tesis edecek hiçbir şey yoktur.”sh.29.
Yukardaki cümleyi şu şekilde yorumlamak da mümkündür. Bu yorum günümüzün haz ve hız çağına daha uygun düşebilir. Haz ve hız şeklinde, anlık hazlarından başka bir şey düşünmeyen insanlar tam da bugünün yarığına düşerler. Bu günün yarığına düşmek geçmiş ve gelecekle bağı olmadan sadece anlık nefsani hazları düşünerek hareket etmektir. Böyle hareket edenler sonsuz bir düşkünlükle düşerler; şimdiki zamanın ya da bu günün yarığına…
Hiçbir amaçları/idealleri, hiçbir dertleri , hiçbir anlatıları yoktur. Onun için yaşamlarının kokusu da yoktur. Hayat örgüsüne bir ilmek atmak, bir desen oluşturmak gibi bir amaçları olmadığı için ömürlerinde/ örgülerinde anlamlı bir bütünlük de yoktur, renk de yoktur. Yani bir anlatısı yoktur zamanlarının. Zira ilmek ve desenler anlatıdır. Postmodernizm “büyük anlatıların inkar edilmesi” anlamına geliyordu. Demek ki postmodern zaman, anlatısı olmayan zaman oluyor, aynı zamanda…
Her ilmek, her desen, her renk,her motif bir şeyler anlatır. Türkülere de girmiştir; renklerin, desenlerin motiflerin anlamı. ”Sevdiğine sözü olan bir kilim dokur. Kilimin dilinden ancak anlayan okur. Kilim kalbin aynasıdır, gönlün sesidir.”
Onların örgülerinde desen de, renk de olmaz; kaos, anlamsızlık ve kargaşa hakimdir yaşamlarına… Anın yarığında düşmeyi seçenler intiharı/yok oluşu seçmiş demektir; yaşamını devam ettirerek ya da ölümü seçerek…
Kargaşa ve kaosun uçurumunda büyük bir düşkünlükle düşerler, veya şimdiki zamanın uçurumundan… Zamanları böyle olunca bırakın kokusuz olmayı ; hatta kötü kokular yayılmaya başlar. Zamanın kokusunu zamanımıza anlam katan değerler belirler.
Anın yarığında/uçurumunda düşmeyi seçenler var sayılmazlar. Bizde var sayılmak varlığı mutlak olanla (vacib-ül vücud)aramızdaki münasebete bağlıdır.
Tabii ki Ehl-i İrfanın “İbnu’l Vakt” tanımını bu değerlendirmelerin tamamen dışında anlamak gerekir. Tabii kaale dökülüp değerlendirme yapılabilir mi yapılamaz mı bunun da ayrıca tartışılması gerekir. İbnu’l Vakt olmak; galiba geçmiş ve gelecek , dün ve yarın kaygısı taşımaksızın ; “ bu güne ” ve “bu ana” dair yapılması gerekeni, üzerine düşeni sadece Allah’ın hatırını gözeterek yapmak anlamına geliyor. Tabiidir ki bu hal ya da makam (çünkü yine bu konunun ehli olanlar hal ve makamı birbirinden ayırır) bizim konuşacağımız ya da kelimelere döküp tanımlayabileceğimiz bir alan mı yoksa değil mi , ya da en azından benim yapabileceğin bir şey mi, tartışılır. Aslında bırakın tartışmayı, bu hali yaşayan bir İbnü’l Vaktin bile yaşadığını anlatması, yani hali kaale dökmesi çok zor iken, benim ifade etmem mümkün olabilir mi? Tecahül-ü Arif yapmıyorum!
Mesela, Hazreti Peygamber as. “Hud Suresi ve kardeşleri belimi büktü” buyuruyor. Bunun sebebi ise suredeki “emr olunduğun gibi dosdoğru ol” buyruğudur diye anlatılır. Sadece dosdoğru olmada durum bu iken bütün davranışlarımızda an be an hakkın hatırını gözetmek, her anı bu dikkat ve teyakkuz halinde yaşamak nasıl bir haldir acaba?
Yaşamın ilmek ilmek atılan örgülerle imar edilmesi İbnü’l Vakt için de söz konusudur, denebilir. Her anı bir anlamlar bağıdır. O’nun geçmiş, şimdi ve gelecek hesabını hiç yapmadan; yaşadıkları, tercihleri, niyetleri, hulüs-u kalbi, irfanı, attığı adımların tamamı daha öncekilerden bağımsız olmaz. İbn’ul Vakt her anında sadece Allah‘ın hatırını gözetir ve ona sevgisi/bağlılığı ile hareket eder.
Her anında hakkın hatırını gözetmek ; en uzun geçmiş ve en uzun gelecekle kurulmuş en anlamlı bağdır. En uzundur, zira bir ucu Kal-u beladan başlar, diğer ucu Ahirete kadar uzanır. Ona göre varlık aleminde haktan başka, hakkın hatırını gözetmekten başka bir şey yoktur.
Bir de “Ebu’l Vakt” var. Bu galiba , Aziz Augustin’in belirttiği gibi geçmiş, şimdi ve geleceği şimdiki zamanda değerlendirebilmek, anlamlandırabilmek oluyor.
Yaşamlarının bir anlamı olmayanlar/kalmayanlar, hazların açtığı yarığın/uçurumun derinliklerine doğru sadece düşerler/ yuvarlanırlar, veya yuvarlanarak düşerler. Bu düşmenin sarhoşluğu; anlam ile olan bağlarının kopmasıyla oluşur. Anlam ile aramızdaki bağ bizi uçuruma/anın hazlarla dolu yarığına düşmekten korur. Bu günü ya da anı haz ile yaşayıp, anın sonsuz uçurumunda düşmeye devam mı edeceğiz, yoksa bu günün sonsuz uçurumunun üzerine geçmiş ve gelecek, dün ve yarın arasına bir anlam köprüsü mü kuracağız?
Yaşamamızın anlamı anlamların yaşanmasından ibarettir. İslami, insani ve ahlaki değerlerimiz geçmişi de, bugünü de, yarını da hem birbirine bağlar; hem de mekana değer katar. Mekanı değerlerimiz değerli kılar. Mekan bir oluşun, amelin, hareketin olduğu yerdir. Mahlukatın ancak kendisiyle var olabildiği yerdir, mekan. Bir yere ne kadar değer katmışsak o kadar değerlidir. Değerden arınmış mekanın –adı üzerinde-değeri olmaz. Zamana da kokusunu vermez.
Zaten öteden beri zaman ”mekandaki hareket” olarak tanımlanmıştır. Veya zaman mekandaki harekete bağlı olarak tanımlanmıştır. Tam da bu satırda Atasoy Ağabeyin şu cümlesini hatırlamak gerekiyor; “biz/Müslümanlar bu zamanda var mıyız?”
Yaşadığımız mekanda hangi anlamlı davranışlarımız/salih amellerimiz var ki o mekanda/zamanda var sayılalım?
Yaşamın anlamını vurgularcasına Byung Chul Han şöyle diyor;
”Tanrı, bir anlam ve düzen yapısının üzerine ebedi geçerlilik damgasını basan mercidir. Tekrarı ve özdeşliği temsil eder… Tanrı zamana istikrar verir.” sh.85.
Byung Chul Han’ın yerinde bir müzisyen, mesela Mozart olsaydı “zamanın kokusu” cümlesini “zamanın ritmi” ya da “zamanın melodisi…” diye kurabilirdi. Van Gogh belki de “zamanı rengi” derdi; güzün bir buğday tarlasındaki sarı başaklarını anlatmak için…
Fakat kokunun, görme, tatma veya işitme duyusuna nispetle özel bir durumu da var. Bu özel durumla ilgili olarak, gerek eski dönemlerden itibaren, gerekse son yapılan araştırmalar sonucunda çok şeyler söylenmiş. Sondan başlarsak; mesela, korku halindeki insanlardan bir koku yayıldığı ve köpeklerin bu kokuyu algıladıkları ve korkan insanın üzerine daha çok gittikleri belirtilir.
Eski irfan ehli , haram filleri işleyen bir haramzedenin de kötü kokular çıkardığını anlatır. Ehlinin ise bu kokuları hissettiği rivayet edilir. Hatta her haramın kokusunun bile farklı olduğu belirtilir…
Keza korku anında insanların salgıladığı kokunun cinleri de çok cezbettiği ve insanlara korku halinde daha kolay musallat oldukları rivayet edilmiştir.
Çiçek ve kokuların tüm doğu halklarında özel bir yeri var aslında. Mesela, Japonlarda çiçek, önemli bir uğraşı, bir çiçek düzenleme sanatı olan “ikebana” olur; Kore’de ise milli bir simgeye dönüşür. Üç önemli milli değerden biri olup çıkar karşımıza.
“Zaman, mekandaki harekettir.” tanımıyla devam edelim. Bir Müslüman olarak davranışlarımıza anlam katan fiillerimiz ; iradi eylemler , yani amellerdir. Amel, iradi fiildir. Ve “ameller de niyetlere göredir”. Öyleyse, davranış/amel-niyet bağı; geçmiş, şimdi ve gelecekle kurduğumuz anlam bağıdır. Anlamlar alemiyle aramızdaki bağdır. Anlamlar alemi ile aramızdaki bağ , amellerde besmeleyle, besmelede ise “b” harfiyle başlar.
Anlam ile aramızdaki bağ Kuran’da devamlı vurgulanır.
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”, “akrabalık bağlarını koparmayın”,” size verdiğimiz nimetleri anın”, “Allah’ı unutanlar gibi olmayın...”
Teslimiyet bir bağdır ve bir anlamlar bütünüdür. Bu bağın farkında olmayan en düşük olan da –yani dünyada/hazların dünyasında - eğleşir durur. Bu eğleşme tam da şimdinin yarığına/uçurumuna düşmektir, yuvarlanmaktır.
“İnsan uzun bir şimdide yaşar; geçmişte yaptıklarımızın ve geleceğe dair planlarımızın belirlediği uzun bir şimdide...”