metrika yandex
  • $34.34
  • 37.69
  • GA21310

Yerin Sarsılmasından İnsanın Sarsılmasına Afet Olgusu ve İnsan Varlık İlişkisi -1

MEHMET YAŞAR SOYALAN
05.09.2023

 

Antakya Depremi Üzerinden Olana, Olacağa, Arza ve İnsana Dair Bir Giriş Denemesi

GİRİŞ:

Antakya’nın Makûs Kaderi Üzerine Kısa Bir Giriş

Antakya, kadim dünyanın en sembol metropollerinden birisi. Özellikle de İslam öncesi dünyanın önemli bir ilim, kültür ve dini merkezi. Hıristiyan dünya için ise ayrı bir öneme sahip; Hıristiyanlığın hem sosyolojik olarak ete kemiğe büründüğü hem de Hıristiyan akidesinin oluştuğu ve korunduğu bir yer.

İklim ve coğrafya özellikleri açısından da insanı cezbeden, kendine bağlayan ve kendisine bağladığı insanı müdanasız kılan, yani bu dünyada istediği her şeyi ona veren Cennet misali bir şehir. Bundan dolayıdır Türkiye’nin en az göç veren bölgesi. Bir çıkıntı gibi Türkiye’nin en güneyinde bulunması ve tarım dışında bir geliri olmaması nedeniyle de en az göç alan illerinden birisi.

Ancak bu kadar güzel ve özel hasletlere sahip olan bu şehrin temel/hayati iki kusuru var: Birincisi tehlikeli ve harekete geçtiğinde çok yıkıcı olan aktif fay hatları üzerinde bulunması. Bu önemli kusur, üç bin yıllık tarihinde hep “kadı kızında da bu kadar ayıp bulunur” anlayışının bir yansıması olarak hep göz ardı edilegelmiş. Belki de şehrin cazibesi ve hayatın zorunlulukları böyle bir anlayışı veya tehlikeli bir tevekkülü ortaya çıkararak yaşam korkuya galebe çalmış. Galebe çalmış ama ortalama her iki yüz yılda bir yıkıcı, beş yüz yılda bir de yok edici depremlerle sınanmaya devam etmiş. Antakyalı pes etmemiş, bu şehri, her seferinde, her depremden sonra aynı enkaz üzerinde yeniden ayağa kaldırmış. Şehrin/ bölgenin cazibesi, ne yaşarlarsa yaşasınlar, ne kadar büyük bir felaket ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar şehri terk etmelerine hatta şehri birkaç kilometre öteye taşımalarına bile müsaade etmemiş. Belki de böyle bir şey akıllarına bile gelmemiş. Her seferinde yıkılan şehri aynı enkazlar üzerine yeniden, yeniden kurmuşlar. Bu nedenledir Antakyalı bilir ki, kadim şehrin herhangi bir köşesi, herhangi bir sokağı kazıldığında her birkaç metresinde farklı bir eski Antakya ile karşı karşıya kalınır. Örneğin kadim şehirdeki bugünkü ismiyle Kurtuluş Caddesi -ki yeryüzünün ilk ışıklandırılan caddesidir ve kadim tarihinde de hep cadde olarak kullanılmıştır.- boyunca yapılan su kanalizasyon çalışmaları bile bu deprem gerçekliğini ve şehrin aynı yerde yeniden yeniden kurulduğunu gözler önüne serer.

İkinci kusuru veya talihsizliği ise bu bölgenin hem coğrafi hem iklim özellikleri açısından dünyanın en verimli, en stratejik öneme sahip olması yanında özellikle İslam öncesi dünyasının bir kültür ve inanç merkezlerinden biri olmasıdır. Öyle ki bu özellikleri nedeniyle, hassaten de dini bir merkez olması nedeniyle her dönemde başından bela eksik olmamıştır. Hatta denilebilir ki, şehrin bu özelliğinden dolayı çektiği acılar ve maruz kaldığı yıkımlar deprem felaketlerinden bile çok ağır olmuştur. Antakya’nın İsa sonrası Hıristiyanlığının kurucu şehri olması, Hristiyanların, özellikle de Katolik kilisesinin ve Hristiyan kral ve derebeylerinin burayı ele geçirilmesi gereken kutsal bir mekân/şehir olarak görmelerine neden olmuştur. Bir ölçüde Antakya Hristiyanların bir kızıl elmasıdır. Bu özelliği bugün için de geçerliliğini sürdürmektedir. Bu yüzden, Antakya’nın/ bölgenin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra da başına gelmedik bela kalmamıştır: Hristiyan dünya, dini bir merkez olarak gördükleri bu şehrin Müslümanların kontrolünde olmasını hiçbir zaman kabullenememişler ve onu tekrar Hristiyan kimliğine döndürmek için her yolu denemişlerdir. Antakya ve çevresi (insanı, hayvanı, bitkisi) bu haçlı zihniyetten çektiğini hiçbir şeyden çekmemiştir: bu haçlı istilalar nedeniyle kaç defa yakılıp yıkıldığı, kaç defa taş üstünde taş bırakılmadığı tarihçiler açısından da sıradan bir vaka gibi algılanır olmuştur. Haçlı zihniyeti, “Ya bizim olur ya da taş üstünde taş bırakmayız” anlayışıyla burayı bir muhabere alanına çevirerek, şehrin yüzlerce yıl bir enkaz şehir halinde varlığını sürdürmesine neden olmuşlardır. Hristiyanların Antakya’yı tekrar bir Hristiyan şehri haline getirme tutkusu yüz yıllarca bir karabulut gibi Antakya’nın üzerinden kalkmamıştır ve bu durum Hristiyan’ı ile gayri Hristiyan’ı ile tüm sakinlerine acı, ıstırap, göz yaşı ve yoksulluktan başka bir şey getirmemiştir.

Haçlı Seferleri bu dini merkezi/ merkezleri ele geçirmek için bizzat Kilise tarafından organize edilmiş ve Avrupa krallıklarının tüm imkânları bu yolda kullanılarak yaklaşık üç yüz yıl Müslüman coğrafyanın özellikle bu noktasında kaos hükümran olmuştur. Hristiyan Batı dünyası Birinci Haçlı seferiyle birlikte bu emellerini, yıllarca süren muhasaranın ardından bir Pirus zaferi olarak Antakya’yı ele geçirerek bir ölçüde gerçekleştirmiş, şehrin sadece sakinlerini değil tüm yerüstü zenginliklerini, bağlarını bahçelerini, ekili alanlarını talan etmişler, yakıp yıkmışlardı. Böylece bir Hristiyan prenslik olarak, Hristiyan olmayan nüfus etnik temizlik yapılarak (ya katledilerek, ya da sürgün edilerek) yaklaşık olarak iki yüz yıl varlığını sürdürmüştü.

Şehir çok dinli, çok kültürlü yapısına ancak bölgeyi Müslümanların tekrar egemenlikleri altına almalarından sonra kavuşabilmiştir ama hiçbir zaman (Memlüklü ve Osmanlı dönemleri dâhil) eski görkemli günlerine geri dönememiştir. Antakya, Müslümanların yönetimindeyken Halep iline bağlı bir kaza statüsünde, küçük bir şehir olarak varlığını sürdürmüştür.

Antakya’nın çok kültürlü, çok dinli yapısı Kilise ve sonrasında da Batılı devletler tarafından hep sorun olarak görülmüş, Müslüman devletlerin zayıflaması ile birlikte bölgedeki faaliyetlerine kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Emellerine kavuşmak için uzun yıllar boyunca ekonomik olarak kendilerine bağımlı hale getirdikleri bazı Hristiyan grupları kullanagelmişlerdir. Osmanlı, Birinci Dünya Savaşının kaybedeni olunca savaşın hemen sonrasında İngiliz ve Fransız işbirliğiyle Antakya dâhil Anadolu’nun iç bölgeleri hariç neredeyse İmparatorluğun tamamı işgal edilmişti. Bu bölgenin bir parçası olarak Antakya 1917’den 1920’ye kadar doğrudan ve dolaylı bir şekilde İngilizlerin, İngilizlerin bölgeden çekilmesinden sonra da Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve bu işgal 1939 yılına kadar devam etmişti.

Ancak Antakyalı hangi felaketi yaşarsa yaşasın onu Antakya’dan uzaklaştırmak mümkün olmamıştır.

 

Devem edecek...

Yorum Ekle
Yorumlar (4)
Mehmet Fuat | 04.11.2023 23:05
Üçüncü kusur da her halde "Şehrin her seferinde dere yatağına kurulması"
Halit ATAOĞLU | 09.09.2023 13:08
Teşekkürler üstadım. Eline emeğine sağlık.
Mustafa Demir | 08.09.2023 20:03
Müslümanlar ve Hristiyanlar ya da Hristiyanlar ve Müslümanlar ne çok birbirleri ile savaştılar. Ne Müslüman ne de Hristiyan, aynı , ne olcak bu durum? Ne Müslüman, Müslüman; Hristiyan zaten değil! Böyle Buyurdu Zerdüşt!..
Mustafa Kemal Atıcı | 07.09.2023 00:30
Yine güzel ve güzel olduğu kadar doyurucu bir yazı olmuş. Antakya'nın her yeri tarih her anı bir başka güzel. Umarım bu yaşadığımız son hüzün olur. Güzel günler gelsin artık.