Stefan Zweıg’ın Castellio Calvin’e Karşı isimli kitabı Pruva Yayınevi’nin 19. kitabı olarak yayımlandı. Ben bu baskısını okudum. Güzel ve akıcı tercümesini ise Emir Sezer yapmış. Yirmi yıl kadar önce Zweıg’ın ilk okuduğum kitabı “Yıldızın Parladığı Anlar” isimli kitabıydı.
Pruva Yayınları telif ve çeviri olarak bir hayli kitap yayımladı. Yayınevinin ismi Abdurrahim Karadeniz‘in deniz, balık, gemi ilgisini ele vermekte sanki. Pruva adı aynı zamanda yayınevinin amacı ile de uyumlu. “Geminin baş yanı” anlamına gelmekle birlikte Pruva adını Abdurrahim bey şöyle anlatmıştı. “Antik dönemlerden Osmanlıya değin gemiciler, gemilerini canlı bir varlık gibi düşünüp geminin en ön ve yüksek noktasına (yani pruvasına) gözü keskin herhangi bir canlının (şahin, atmaca, kartal, ejderha vb.)başını ya da gözünü resmederek şiddetli denizlerde; sis, pus, rüzgar ve tipide geminin rotasını kendiliğinden bulacağına ve salimen limana ulaşacağına inanırlarmış.” Arkasından şunu ilave etti.” Günümüzde hala bazı gemi ve yatların pruvasında bir göz resmi görebilirsiniz.” Yayınevinin logosu bir şahin gözü olarak resmedilmiş.
Pruva yayınevinin basmış olduğu Castellio Calvin’e karşı kitabının pek çok kişi için uzakları; hem geçmiş, hem de gelecek uzakları, aynı zamanda “tuzakları” gösterdiğini düşünüyorum.
Tarih boyunca her dönemde kendisini mutlaklaştıran-tanrılaştıran ya da tanrı adına söz söylemeye tek yetkili gören veya tanrının sözlerinin sadece kendisinin en doğru bilip yorumlayabileceğini savunan sayısız insanlar gelip geçmiştir. Kuran “onlar bilginlerini rahiplerini Allah’tan gayrı rabler edindiler” derken bu hususa da işaret edilmektedir. Kimi zaman bu mutlaklaştırma cansız nesneler vasıtasıyla olmakla birlikte buradan liderlik, çıkar, statü, itaat devşiren kimseler olduğunu görüyoruz.
Günümüzde bu durum biraz isim ve kelimelere evrilmiş durumda, ancak kitap bağlamında biz kişilerin mutlaklaştırılmasını ve dinin tek doğru yorumlama hakkını kendisinde görme ile ilgili değerlendirmede bulunacağız.
Tabii ki hiçbir olaya tek taraftan bakmamak gerekiyor kendisini mutlaklaştıran kişilerin-aslında ilahlaştıranlar- yanı sıra bir de bu mutlaklara körü körüne tabi olup hiç itiraz etmeyen sürülerin psikolojisine de bakmak gerekiyor. Kitabın girişinde Zweıg tam da bu konuya işaret eden şu cümleyi sarf ediyor.
“Var olmanın insana yüklediği sorumlulukları omuzlarından alacak bir Mesih‘e duyulan özlem, toplumsal ve dinsel elçilerin yolunu açan mayanın özüdür. Bir kuşak ideallerinin sıcaklığını ve renklerini kaybettiği anda ikna kabiliyeti yüksek bir adam ayağa kalkar ve yeni, hakiki formülleri yalnızca kendisinin bildiğini, kendisinden emin bir şekilde ilan ederse binlerce kişinin teveccühü hemen, bu sözde halk kurtarıcısına ya da dünya kurtarıcısına yönelir. S.16.
Konunun tam bu bölümünde bilge lider merhum Aliya İzzet Begoviçin “Mehdi bizim tembelliğimizin adıdır.” sözünü hatırlamak gerekiyor.
“Büyülenmiş milyonlar teslim olmaya koşmaya hatta baskı altına alınmaya razıdır. Özgürlüklerinden gönül rızasıyla vaz geçerler.”
“Birlik olmanın verdiği coşkun bir sarhoşlukla köleliğe koşarlar.”
“Başkalarına cebren dayatıldığında en saf inançlar dahi akla karşı işlenmiş bir günaha dönüşür.”
“ Öyle ya da böyle fark etmez hangi düşünce birbirinden farklı kanaatleri tek bir kalıpta eritip düzene sokmak üzere kaba kuvvete başvurursa o düşünce bir ideal olmaktan çıkıp vahşete dönüşür.”
“Şimdiye kadar yeryüzüne baskıyla tek bir dinin, tek bir düşünce, felsefe ve dünya görüşünün dağılması mümkün olmamıştır”. S.17
Atasoy ağabeyin “En büyük faşizm dinin faşizmdir” cümlesi tam da kitabın geneline denk düşmekte. Gücü elinde bulundurmanın yanı sıra, sadece kendi din yorumunun mutlak olduğunu, ilahi görüşmeler yaptığını, günümüzde peygamber ya da Mehdi ile görüştüğünü iddia eden bu güç-iktidar sahiplerine kim karşı koyabilir ki?
Kitabın alt başlığı aslında bu soruyu da cevaplıyor. “Zorbalığa Karşı Bir Vicdan.” Evet, böyle bir zorbalığa karşı sağlam vicdan ve prensip sahipleri, hayatı pahasına ilkeleri savunanlar karşı koyabilir.
“Calvin orta yol nedir bilmez, bildiği tek bir yol vardır kendi yolu.”
“Düşmanları-aslında kendi dışındaki herkes-, itirazlarını istedikleri kadar ustaca temellendirsin, farklı düşünmeye cesaret eden bu kişi salt bu sebeple Calvin’in gözünde kişisel bir can düşmanı dahası bir dünya düşmanı, bir tanrı düşmanı haline dönüşür.”s.37
“Tanrının sözünü tefsir etme hakkının yalnızca kendisine ait olduğundan ve doğruyu yalnızca kendisinin bildiğinden bir an olsun şüphe etmemiştir.”s.38
Calvin gibilerin iç dünyasını ise şu cümleler anlatmaktadır.
“Bu şahıs kendi düşüncelerinden, daha doğrusu kendi düşüncelerinin doğru olduğuna dair besledikleri yanlış kanaatten o derece emindir ki diğerlerini hor görür, onlara tepeden bakarlar. Zalimlikleri, gaddarlıkları bu kibirden doğar.”s.145
“Otoriter tabiatlı kimseler bağımsız düşünen herkesi tahammül edilemez bir hasım olarak görürler.”
Ne kadar tanıdık tespitler değil mi? Yakın ya da uzak çevremize baktığımızda calvinler görünmüyor mu?
“Çevremizdeki çağdaş calvinleri gördükçe, onunla birebir aynı özelliklere sahip olduklarını müşahade ediyoruz. Bunlar daha siyasi iktidara gelmeden bu kadar zorba-ceberrut kişiler. Ya bir de siyasa iktidar olsalar?
Kimi zaman bir tarikat şeyhi, kimi zaman bir cemaat önderi ya da politik bir lider olarak karşımıza çıktığı gibi, bazen de bir vakıf veya dernek başkanı olarak ya da Şii, Sünni veya selefi dini bir kişilik olarak da karşımıza çıkabiliyor. Tabi bazen de edebiyat dünyasından bir yazar, bir şair olarak da karşımıza çıkabilirler.
“Bizim efendi hazretleri ya da hoca efendi peygamberle görüşüyor” diyen bir sunni ile “bizim büyük Ayetullahlar Mehdi ile irtibat halindeler” diyen bir Şii arasında ne fark vardır? “İndirilmiş din budur, bunun dışındakiler uydurulmuş dindir” diyerek itibarını, kendisini, düşüncesini mutlaklaştıranlar neye denk düşmekte, kiminle aynılaşmaktadırlar?
“Şu mezhepler hak dışındaki hepsi batıldır” diyen bir sunni ile “dinde mezhep filan olmaz dinin bir tek mezhebi-yolu vardır oda şia mezhebidir” diyen bir şii arasında ne fark vardır?
Halbuki İslam, Kuran’ın emri ve Hz. Peygamberin (as). sünneti olarak şûrayı emreder.
Şûranın anlamı bir konu hakkında farklı görüş ve düşüncelerin ortaya konulması demektir.
Şûranın diğer adı kendi düşüncesini mutlaklaştırmamakdır, hakikati aramaktır. Şura hem istişare eden hem istişare edilen için FAKR’ını bilmeyi zaruri kılar. İstişare en güzele, doğruya, hakikate ulaşmak için yapılır. Fiili bir yakarıştır. Allah’ın lütuf ve bereketini lisan-ı hal ile istemektir. Kendisini mutlaklaştıranlar istişare gereği duymazlar.
Zulme, tuğyana, küfre karşı çıkmak için, doğruları insanlara anlatmak için, tarih boyunca samimane hak ve adalet mücadelesi veren hiç kimse kendisini-görüşlerini mutlaklaştırmamış; Allah veya peygamber ile görüştüğünü iddia ederek kendisini meşrulaştırma ihtiyacı hissetmemiştir. Onlar meşruiyetlerini hakikate saygı duymak, daima hakikatin tarafında olmakdan, yani hak ve adalet yolunda olmaktan almışlardır.
Böyle liderlerin, imamların, müçtehitlerin mücadelesi dupdurudur ve bu duruluk ilkesel duruş ve ahlaki tavırlarından gelir. Gizli kapaklı ilişkiler, çıkarcılık, dünyevi hırs, kibir ve benzeri vasıflardan uzaktırlar. Attıkları her adım, söyledikleri her söz, insanlara yaptıkları her davet berrak ve saftır. Kalplerde gönüllerde yer kapma gibi bir dertleri olmaz. Şunu bilirler “kalplerde tasarruf sahibi sadece Allah’tır. Sevdiği kuluna sevdiği kullarının kalbini meylettirir.”
Hazreti peygamber (as), Peygamber olması ve kitabın açıklayıcı olması sebebiyle tek mutlak insandır. O bile kimi konularda ikaz edilmiştir. Onun mutlaklığı vahye muhatap olması ve o vahyin uygulayıcısı-açıklayıcısı olmasındandır. Bu sebeple eski usül âlimleri kitap ve sünneti ya da kuran ve hadisi NASS adı altında birleştirip zikrederler. Bu mutlaklıktan dolayıdır ki Mecelle’de “mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur.” kuralı genel bir kural olarak zikr edilmiştir. Yani bir konuda kitaptan ya da sünnetten bir delilin olduğu yerde içtihat edilemez denilmiştir. Bu kural, Kuran ve Sünnetin mutlak oluşu sebebiyledir.
Şunu iyi bilmek gerekiyor ki din ayrıdır, insanların dinden anladıkları şeyler ayrıdır. Yani hiç kimse dinden anladığı şeyi din haline getiremez. Bunu yapmak demek kendi yorumunu veya kendisini mutlaklaştırmak veya Calvin’in yaptığını yapmak demektir. Bir diğer veçheden bakıldığında ise kendini ilahlaştırmak demektir.
Tarih boyunca pek çok saltanat rejimi veya günümüzdeki tek adam rejimlerinin hep kendisini ya da düşüncesini mutlaklaştırmaları aynı neticeyi ortaya çıkarmıştır; baskı ve dayatma... Dinin baskı ve dayatma için iktidarın eliyle kullanması ise en vahim olanıdır.
Halbuki Müslüman olmak her hal ve şartta hakikatin tarafında olmak demektir. Hakikatin “sahibi” değil, hakikatin yanında olmak. “Müslüman olmak demek bütün insani erdemleri temsil etmek demektir” diyen bir Müslümanın Calvin gibi olması mümkün mü?
Yazar, Calvin’i anlatırken ruh halinin, davranışlarının, karakterinin öyle bir fotoğrafını çekiyor ki bu fotoğraf çok tanıdık geliyor bize. Hepimizin her zaman görüp şahit olduğu fotoğraflar bunlar.
“Otoriter tabiatlı kimseler bağımsız düşünen herkesi tahammül edilmez bir hasım olarak görürler” s.75
“Tanrının sözlerini yalnızca kendilerinin anlayabileceği söylenmişcesine kibirli, kendilerinden emindirler.”.s.81
“Esasında çok şey bilmediğimiz konular hakkında kesin kanaatlere sahipmişiz gibi insanları aldatmak, biliyormuş gibi görünmek kibirdir. Dünya kurulduğundan bu yana bütün fenalıklar kendi görüşleri ile ideolojilerini tek doğru kabul eden teorisyenlerdan gelmiştir.”
“Kutsal görevleri ile sürekli böbürlenen, diğer herkesten müstekreh-çirkin-iğrenç günahkarlar ve değersiz kimselermiş gibi söz eden bu mağrur insanlar…Yalnızca başkalarını imtihan etmek, cezalandırmak, infaz etmekle uğraşıp bir kez olsun kendilerine bakmazlar”. s.81
“…konuşma hırsı, tutkuyla tartışma merakı” s.110
Kitabın “hoşgörü manifestosu” bölümünden itibaren Calvin’in baskıcı otoritesine karşı Castellio’nun mücadelesinden, duruşundan, vicdan hareketinden örnekler verir.
“İnsancıl tabiatlar dünyaya asla aynı pencereden bakma zorunluluğu hissetmezler.”s.137
“Dini hakikatler doğaları gereği gizemlidir. Tanrının sözünü yorumlayan herkes hata yapabilir. “
“Şayet bizler putperestlerden daha bilge isek o halde onlardan daha merhametli ve iyi kalpli olmalıyız s.143
Şu cümlelerin altına oldukça kalın çizgiler kullanarak çizdim.
“Beşeri krallar beden üzerinde hak sahibi olabilirler ancak tanrı hiçbir dünyevi merciin ruhlara hükmetmesini istemez” s.144
“Kuramcılar başkalarına hep öğrencileriymiş gibi, hizmetkarlarıymış gibi hitap eder. İnsancıl kimseler ise kardeşin kardeşe, insanın insana seslendiği gibi seslenmiş” s.146
“Kan her düşünceyi kirletir.”s.147
“…söz galip gelmese bile hakikatin sonsuza dek cari olduğunu göstermiş olur.”s.149
Yazarın sansürle ilgili sarf ettiği cümle ise değişmez hakikati ortaya koymakta. Sansürün nasıl bir zavallılık durumu olduğunu şu cümleler anlatıyor.
“Bir insanın ya da bir öğretinin sansürün arkasına gizlenmesi her zaman için manen kendinden emin olmayışının en net göstergesidir.”s.160
Özgür düşüncenin ve özgür iradenin engellenmesinin aslında ilahi iradeye başkaldırı olduğunu ise şöyle dile getiriyor; “Calvin, devlet içinde kudretine dayanarak kendine ilahi, ahlaki ve dünyevi mevzularda tek başına karar verme yetkisini tanımıştır. Bu suretle insana özgür düşünmesi için bir beyin, söz sarf etmesi için bir ağız ve içindeki en yüksek ahlaki merci olarak vicdanı bahşeden ilahi adaleti ihlal etmiştir.”
Hakikate dair ve hakikatin yanında olmanın verdiği ahlaki duruşla ilgili şu çarpıcı cümleleri ise her çağa hitap eden genel kurallar olarak değerlendirmek gerekiyor.
“Hakikatler yaygın hale getirilebilir ancak kimseye dayatılamaz.”
“Bağırmakla, haykırmakla hiçbir doktrin daha doğru, hiçbir hakikat da daha hakiki olmaz.”
“Manevi mevzularda cebir, yalnızca ruha yönelik işlenen bir sürüm değil aynı zamanda beyhude bir çabadır…Zira zor hiç kimseyi olduğundan daha iyi yapmamıştır.”s.165
“Ben sizin silahlarınıza ve gücünüze imrenmiyorum benim hakikat, masumiyet gibi bana yardım edecek, benden lütfunu esirgemeyecek, tanrının adı gibi başka silahlarım var. Hakikat dünya denilen kör gözlü hakimden bir süreliğine gizlense de ona kimsenin hükmü geçmez.”s.171
“Ahlaki davranışlarıyla bir adam, yalnızca mevcudiyetiyle dahi etki eder. Çünkü onun varlığı etrafında dikkat çekici bir alan yaratır. Kısıtlı bir çevre içinde görülebilir olmakla sınırlanmış olsa da bu derunî etki tıpkı dalgaların çarpması gibi fark edilmeden, engellenemez bir biçimde uzaklara kadar yayılır.”s.175
Pek çok arkadaşıma hediye ettiğim bu kitabı El kaide davasından cezaevinde yatmış bir selefi kardeşime de hediye etmiştim.
Kitabı şöyle söyleyerek verdim; bu kitap ne anlatıyor biliyor musun? Peygamber aleyhisselamın şu manada bir hadisi şerifi var, ”Ümmetim ahir zamanda ehli kitabın geçtiği yollardan geçecektir, onların yaşadığı süreçleri yaşayacaktır.” Bu kitap bu hadisin uzunca bir şerhini yapmış. Kitabı okudu ve çok beğendiğini söyledi.
Selefi arkadaş, Zweıg’ın başka kitaplarını da almış okumak için...
ABD Seçiminin Tarafları | Hamza Er
07.11.2024
DİN VE DEVRİM / Muharrem BALCI
14.10.2024
Direnişin Cesur Lideri Şehid Oldu..
18.10.2024
Tarih böyle alçaklık görmedi
16.10.2024
Söz mü Eylem mi.. Nereye? CAVİT OKUR 20.10.2024