Carnegie Ortadoğu Merkezi Kıdemli Araştırmacısı Yezid Saigh Şarkül Avsat’a verdiği demeçte, ‘HTŞ açıkça her düzeyde ivmeyi korumaya çalışıyor. Tükenmiş bir ülkede çöken bir rejimden görevi devralan herhangi bir grup genellikle aynı şekilde davranır. ‘HTŞ’nin önceliğinin ve bundan sonra olacakların hızının doğasında birden fazla risk vardır. Bu risklerden biri, bu kez İslamcı bir kisveye bürünmüş yeni bir otoriter yönetim biçiminin oluşmasıdır.’ Diyor.(Şarkül Avsat, 12 Aralık 2024)
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ise Suriye’deki geçiş sürecinin BMGK’nin 2254 sayılı kararına uygun olarak ‘güvenilir, kapsayıcı ve mezhepçi olmayan’ bir yönetimi doğurması gerektiğini söylüyor.
Suriye’deki devrimin beğenenleri de, beğenmeyenleri de yeni yönetime akıl vermekten, şekil vermekten uzak durmuyorlar. Ve tabii ki bizdeki sözde ‘İslamcılar’ da Esed rejiminden duymadıkları kaygıyı mevcut Devrim yönetiminden duymaya başladılar. Sanki HTŞ ve bileşenlerinin devirdiği Esed yönetimi çok matah bir şeymiş gibi o yönetimi ve Baas rejimini tenkitten, dışlamaktan uzak durarak mevcut Devrim yönetimine kuşkuyla bakmayı yeğliyorlar. İslam dışı güçlere, Batı’ya bir şey demiyorum, onlar cibilliyet ve inançlarının gereğini yapıyorlar. Ya içimizdeki sözde İslamcılar neyin gereğini yerine getiriyorlar? Anlıyorum yer yer Tayyib Bey muhalifliği, yer yer de İran hayranlığı onları muhalif bir çizgiye yani Suriye’deki yeni yönetime kuşkuyla bakmaya itiyor. Elbette samimiyetle kaygı duyanlar ve devrimin başarısı için dua edenler, dua ederken de kaygılarını dile getiren saygın insanlar da var, onlara diyecek bir şeyimiz yok.
SURİYE’DE NE OLDU, NELER OLUYOR?
Suriye’de çok kısa bir zaman içerisinde (27 Kasım-8 Aralık) 61 yıllık Baas rejimi devrildi. Kimsenin beklemediği ve fakat Türkiye’nin yakından takip ettiği Esed rejimi ya da Baas rejiminin çöküşü sanırım bir tek Türkiye için sürpriz olmadı. Zira Türkiye 15 Mart 2011’den bu yana Suriye’yi istilacı ya da mezhepçi ve etnik bir nedenle takip etmiyordu. Tıpkı Libya’da, Sudan’da, Somali’de Dağlık Karabağ’da hangi saiklerle hareket etti ise, Suriye’de de aynı saikle hareket etti. 1921’de Suriye’ye ilişkin varılan anlaşmaya dayanarak bir taraftan Esed yönetimi ile ilgi kurmaya çalışırken, diğer yandan iki temel hususu merkeze alarak güney sınırını yani 911 km’lik sınır hattına gerekli askeri tahkimatı yaptı. Türkiye’nin Suriye politikasında öne çıkan iki maddeden birincisi Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, ikincisi ise yeni bir göç dalgasına mani olmak. Tabii ki bu arada ABD’nin yoğun desteğini alan YPG-PKK gibi terör unsurları ile de kesintisiz mücadeleyi devam ettirmek ve Suriye hattını da terörden temizlemekti. Bu hususlar Türkiye’nin Suriye politikasındaki öncelikleri idi.
Türkiye, Suriye politikasında hiç de acele etmedi. İslam coğrafyasına dayatılan ‘Arap Baharı’ süreci Türkiye tarafından dikkatle takip edildi. Bu süreçte Türkiye ciddi hatalar da yaptı. Petrol üreten Arap ülkeleri içerisinde ürettiği petrolün gelirini halkıyla paylaşan yegâne lider Kaddafi biraz da Türkiye’nin dış politikasının kurbanı oldu. Diğer yandan Mısır’da Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı adaylığına verilen destek de ciddi şekilde yanlıştı. Çünkü Mısır’da ordu, emniyet, istihbarat, yargı, sermaye, medya vd.’nın hiçbirisi İhvan’dan yana değillerdi. Bunu Türkiye yeterince okuyamadı, Mursi ve birçok Müslüman da bu politikanın kurbanı oldu. Suriye’deki yeni muhalefet Esed rejimi ile muvazaalı bir çözüme yanaşmadı. Daha açık bir ifadeyle ifade etmek gerekirse 1982’deki Hama olayları sırasındaki İhvan önderlerinin (Said Havva, Beyanuni, Adnan Sadeddin) yaptığı hataları yapmadılar.
Türkiye’nin ‘Arap Baharı’ sürecinde doğru yaptığı işlerden birisi de hiç şüphesiz 15 Mart 2011’den Ağustos 2011 sonuna kadar dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu 9 kez Suriye’ye göndermesidir. Zira Davutoğlu, dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın iyi niyetli çözüm önerilerini sürekli Esed ile paylaştılar. Fakat mağrur ve bileşenlerine güvenen Esed bu insani, çözüm içerikli tekliflerin hiçbirini kabullenmedi. Zira Esed’in sırtını dayadığı üç önemli aktör vardı; İran, Hizbullah ve Rusya. Bu üçlüye ilaveten de Şiilerin yönetimine geçen Irak’taki Nuri el-Maliki ile Haşdi Şabi’ye de aşırı güven duyuyordu.
Esed’in güvendiği dağların karı her geçen gün eriyordu ama Esed bunun farkında bile değildi. Rusya-Ukrayna Savaşı, Gazze-İsrail Savaşı sadece tarafların savaşı değildi. Amerika, Ukrayna-Rusya Savaşı ile hem Rusya’yı yıpratmaya hem de Kıta ve Ada Avrupa’sını hizaya getirmeye çalışıyordu. Ve de bunda da muvaffak oldu. Zira Rusya Ukrayna Savaşı’nda iki taraftan bir milyonun üzerinde asker kaybı oldu. Rusya çaresiz bir şekilde Kuzey Kore’den asker istemek mecburiyetinde kaldı. Keza Zelenski’nin Batı’nın kendisine verdiği Süpersonik Füze’yi Rusya hedeflerine göndermesi sonrası Rusya resmen Nükleer silah tehdidini ortaya koydu. Gazze-İsrail Savaşında 7 Ekim sabahı Aksa Tufanı ile birlikte hareket etmeyen ve tırnak içerisinde Aksa Tufanı’nın akim kalmasına neden olan Hizbullah-İran ikilisi de bu savaşın devamında başta lider kadroları olmak üzere birçok insanını ve imkânını kaybetti. Sonuç olarak da ne Rusya ne de Hizbullah ve İran Beşşar Esed rejiminin devamı için’ destek güç’ fonksiyonlarını yerine getiremediler. Özetle Esed rejiminin bileşenlerinin çökmesi Esed rejiminin de çökmesini beraberinde getirdi.
Irak’taki Sudani Hükümeti ve Arap Şiası’nın önemli ismi Mukteda Sadr’ın Esed’e yardım çağrılarını reddetmesi de bir başka faktör olarak Esed rejimi muhaliflerinin lehine tecelli etti. Tüm bunların yanı sıra uzun zamandan beri Türkiye’nin eğitiminden geçen Suriye Milli Ordusu ki sayıları 20 ilâ 70 bin’e kadar varmakta. Bunların ekseriyeti Arap ve Türkmenlerden oluşmakta. Fevkalade disiplinli muvazzaf ordu reflekslerine, eğitimine sahip bu tugaylar tamamen dikkatli, fevri adımlar atmaktan uzak bir şekilde Suriye’deki gelişmeleri takip ettiler. Yer yer PKK, YPG başta olmak üzere mevzii çatışmalara girmiş olsalar da asıl hedeflerinin Esed rejimi ya da Baas rejimi olduğu muhakkaktı. SMO bu disiplini ve eğitimi ile Dağlık Karabağ Savaşında da önemli rol üstlendi ve Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’nda bin şehit verdi. Bu şehitlerin çoğu Sultan Murat Tugayı, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Muntasır Billah ve El-Mutasım Tugaylarındandı.
Bilindiği gibi 15 Mart 2011’de Esed karşıtı gösteri ve hareket Dera’dan başlamıştı. Esed rejimi bunu önlemek yerine duvarlara Esed rejimi karşıtı yazı yazan çocuklar ve ailelerini cezalandırmaya yöneldi ve bunların önemli bir kısmı Şam’daki Sednaya hapishanesi başta olmak üzere çeşitli hapisanelerde işkenceler altında can verdiler. HTŞ ve bileşenleri olan ve 28 Ocak 2017’de birlik oluşturan Cephe Fetih el-Şam, Ensaruddin Cephesi, Ceysu’s-Sünne, Liva el-Hak ve Nureddin Zengi Hareketi 2017’den beri merkezi İdlib olmak üzere çeşitli yerlerde varlığını ortaya koymaya çalıştı. Dera bölgesi de bunlardan birisidir. HTŞ ve bileşenleri 27 Kasım’da Halep’e yönelik başlattıkları harekât Halep, Hama, Humus gibi önemli şehirleri alırken; 4 Aralık’ı 5 Aralığa bağlayan gece de Dera’daki muhalifler Şam’a doğru hareketlendiler ve 8 Aralık sabahı sürpriz bir şekilde ŞAM’a girildi ve çocuk düştüğü yerden kalktı. Yani Şam’ı Dera’lılar düşürdü. Gerek İdlip ve gerekse Kuzey Suriye’deki SMO mensupları ve yöneticileri Türkiye’nin eğitiminden geçenlerdir. Yani Suriye’deki gelişmeler sıradan, kendiliğinden olan gelişmeler değildir.
ŞU AN İTİBARİYLE SURİYE’DE NELER OLUYOR?
Aslında Suriye’de olanlarla, İran Devrim sürecinde olanlar arasında oldukça benzerlikler var. İran Devrim sürecini anlatan ‘Bir General’in İtirafları’ kitabı (Çev. Sabah Kara) okunduğunda bu benzerlik net bir şekilde anlaşılır. Özetle İran Devrimi’nin en önemli ortak paydası; ‘Şah’a ve Şahlık düzenine karşı olmak’dı, Suriye’deki Devrimin de ortak paydası; ‘Esed ve Esed rejimine karşı olmak.’dı İki devrimin yine benzer yanlarından birisi de, İran Devrimi gerçekleştikten sonra (11 Şubat 1979) hemen herkes ve hatta dünya yeni rejimin yöneticilerinin mollalardan oluşacağını bekliyorlardı. Fakat Humeyni aksine Başbakanlığa Mühendis Mehdi Bazargan’ı, Cumhurbaşkanlığı’na da liberal Beni Sadr’ı aday gösterdi. Esed sonrası Suriye’de de yeni yönetimin başına geçici de olsa İdlib doğumlu 41 yaşında olan Elektrik-Elektronik Mühendisi olan, aynı zamanda ‘ Şeriat Hukuku’ Fakültesini de bitiren Muhammed el-Beşir’i getirdi. Şahsen şu anki Suriye’de gördüklerim bana 14 Mayıs 1950 DP iktidarını anımsatıyor. Tek parti döneminden bunalan halk büyük bir teveccüh ile DP’yi iktidara getirdi. Halkın DP’den İslami bir yönetim beklentisi yoktu. Aynı şekilde Suriye halkının da yeni yönetimden İslami bir beklentisi yok. Sadece düşünce ve inançlarına saygılı, dayatmacı olmayan bir yönetim arzuluyor. Gerek Ahmet el-Şara’nın ve gerekse diğer devrim öncülerinin ifadelerinden de bu anlaşılıyor. Ahmet el-Şara’nın geçtiğimiz günlerdeki basına açık konuşması ve CNN’e verdiği mülakatta da adeta Osmanlı’ya atıf yaparcasına sanki bir Osmanlı bürokratı gibi; ötekileştirmeden uzak, etnik ve inanç tercihlerine saygılı, bütünleştirici bir dil kullandı ve gerektiğinde HTŞ’nin lağvedilmesini, siyasi eylem ve hukuk çerçevesinde herkese saygı gösterilmesini söyledi. Golani ya da Ahmet el-Şara’nın tüm bu söylemlerine rağmen 61 yıllık Baas rejiminin yıkılmasına üzülenler de yok değil. Ne yapalım yarasa güneşten rahatsız oluyorsa güneşi mütecaviz mi ilan edelim.
SONUÇ OLARAK
61 yıllık Baas rejimi, Mişel Eflak doktrini önce Irak’ta, şimdi de Suriye’de çöktü, sonları 8 Aralık 2024 tarihi zalim bir yönetim ve onların bileşenlerinin aynı zamanda hezimet tarihi olarak anılacak. Yıkılan rejimin alternatifinin yıkılandan iyi olacağı muhakkak. Gerçi Saddam sonrası Irak örnekliğini ele alarak pesimist (kötümser) yaklaşımda bulunanlar ümitsiz. Oysa Saddam’ın ve rejiminin yani Irak Baas’ının alternatifi Şii doktrin ve uygulayıcıları idi. Daha açık ifade etmek gerekirse, Ortadoğu coğrafyasında etnik ve mezhebi motiflerin öne çıkmasını, hâkim olmasını isteyen İran’dı. Şimdi ise Suriye’de yıkılan Baas rejiminin alternatifi etnik ve mezhebi dayatması görünmeyen, halka dayalı, devrimin mimarlarından Türkiye ve Türkiye’nin yetiştirdiği Suriye’li yönetici ve bürokratlardır.
MİT Başkanı İbrahim Kalın Emevi Camii’nde namaz kıldı. Şam sokaklarında Ahmet el-Şara’nın kullandığı otomobille gezdi. Bu fotoğraf bile Suriye Devrimi’nin içeriğini ortaya koymaya yeter ve artar. İran’lı milletvekili Muhammed Menan Reisi Observer’e yaptığı bir konuşmada Suriye Devrimini değerlendirirken; ‘yaklaşık 6 bin şehid verdik, milyonlar harcadık ve ardından Suriye’yi bir hafta içerisinde aşırılık yanlılarına teslim ettik’ dedi. Bana göre eksik söylemiş, ‘15 Mart 2011’den 8 Aralık 2024’e kadar 1 milyon Suriyelinin katline ve 10- 15 milyon Suriyelinin ülkeyi terk etmelerine de katkıda bulunduk’ demeliydi.
Son söz; Suriye Devrimi’nin kazananı Suriye halkı ve Türkiye.Keza Esed’in Suriye’yi terketmesini de isteyen,İran ve Rusya’yı da ikna eden Türkiye oldu. Kaybedenleri Baas rejimi ve destekleyicileri. Allah hayırlı etsin. Merak etmeyin gerçekçi bahar Gazze’ye, Filistin’e de gelecek. Kayseri’ye yaz gelir de Erciyes’e gelmez mi? Oraya da iki ay sonra gelir.(İnşallah) (14 Aralık 2024)
Vefatının 4. Yılında Mehmed Alagaş ..
12.03.2025
Pursaklar’da Ramazan | Osman Kayaer
19.03.2025
Mehmet Ali Başaran ile Derkenar..
17.03.2025
Ramallah Yönetimi İsrail’e Çalışıyor
13.03.2025
Orhan Göktaş ile Derkenar..
04.03.2025
dindar babalar ve oğulları! MUSTAFA AKMEŞE 14.03.2025
Osmanlı ve Milliyetçilik YUSUF YAVUZYILMAZ 17.03.2025
Darbe yok Macera var MEHMET ALİ BAŞARAN 19.03.2025
İlgili Anne Baba: Serap ve Rıza FEYZULLAH AKDAĞ 18.03.2025
DİNDARIN TRAJEDİSİ YUSUF YAVUZYILMAZ 01.03.2025
Can Avar -2- FEYZULLAH AKDAĞ 03.03.2025
Can Avar -1- FEYZULLAH AKDAĞ 25.02.2025
SURİYE GEZİSİ ARDINDAN! SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 21.02.2025