“Kur’an kurslarında Kur’an’ın ne dediğini değil de, Arapça harflerin nasıl okunduğunu öğretmeye devam ettiğimiz sürece kimse gelişmiş, erdemli, ahlâklı bir toplum beklemesin”
Ali Şeriati
Yaşanmakta olan olumsuzlukların nedenini başkalarında arama lüksümüz yok ve olmamalıdır da. Önemli olan bu toplumun niçin bu hale geldiğidir. Nerede neyi eksik yaptık, neyi ihmâl ettik? Birey olarak, toplum olarak, devlet olarak işlenen cinayetlerde, yaşanan ahlâksızlıklarda kabahatimiz ne?
Cinayetin sanıklarından olan Nevzat Bahtiyar: ”Cesedi derede sakladıktan sonra eve gittim, namaz kıldım.” diyor. Namazla cinayeti hafifletmek istiyor olsa gerek. Ama namazla cinayet nasıl yan yana gelir ki! Eğer adı geçen şahıs Müslüman ise İslâm’a inanıyorsa İslâm asla bu cinayeti tasvip etmez. Keza bu işlenen cinayeti o köy sakinlerinin günlerce gizlemesinin de insani ve İslâmi bir mazereti olamaz. Günlerce izledik ve halen izliyoruz medyanın, spikerlerin, habercilerin haberlerini, şovlarını, timsah gözyaşlarını! Gördüklerimizin hiçbiri inandırıcı gelmiyor. İnandırıcılıktan geçtik neredeyse herkes olayın istismarında, reyting peşinde. Keza STK temsilcileri de medyadan farklı değil. Olay elbette üzücü, ağlanası bir olay. Keza bu vb. olaylar ilk değil belki son da olmayacak. Ağrılı dört yaşındaki güzel gözlü Leyla’mızı unuttuk mu, iki yaşındaki Sıla bebeğimizi unuttuk mu? Ama Narin yavrumuzun elim cinayeti o kadar öne çıktı ki sair cinayetlerin nedenlerini, öznelerini unuttuk. Oysa olayın ya da benzeri olayların düşünsel ve sosyolojik boyutunu öne çıkartmak ağıt yakmaktan daha öncelikli olmalı. İlk soru şu olmalı; hangi nedenlerle bu ve benzeri olaylar yaşanıyor? Bireysel ve toplumsal eksiğimiz, eksiklerimiz nelerdir? Sosyal açıdan olaylara nasıl bakmalıyız?
Kimi ağızlar yaşanan olayın ensest bir ilişki tanıklığı nedeniyle işlendiğini söylüyor. Oysa bu konu çok hassas bir konu, kesin kanıt olmayınca böyle bir yaklaşım doğru olmaz. Meselâ Leyla yavrumuzda bu konu devletin yetkili kurumları tarafından doğrulandı. Ama Narin kızımızla ilgili henüz yetkili kurumlardan bir açıklama gelmedi. Bu ve benzeri konularda insani ve İslâmi açıdan kesin bir kanıt olmadıkça kimseye söz düşmez. Elbette bunları söylerken ülkemizde ensest ilişki olmuyor demiyorum. Maalesef ülkenin birçok yerinde bu tür sapkınlıklar oluyor. Ama çoğu örtbas ediliyor; ”El alem duyarsa ne yaparız, bu duyulursa insan içine çıkamayız, sakın kimseye söyleme, kol kırılır yen içinde kalır.”gibi sözlerle olaylar örtbas ediliyor. Yapılması gereken bu çarpık ilişkilerin, cinayetlerin nedenleri üzerinde durmak ve tekrar etmemesi için tedbir almaktır. Doğru, yaşadığımız toplumun neredeyse % 95’i sözde Müslüman. Ne var ki bırakınız Kur’an ve Sünneti tanımayı, ilmihâl bilgisinden bile uzak bir Müslüman kitle. Buna rağmen ülkemizdeki çoğu ahlâksızlıklar, yanlışlar dine mal ediliyor. Oysa gerek toplum olarak ve gerekse devlet olarak bu suçlama hangi dine diye sormak hakkımızdır; İndirilen dine mi, uydurulan dine mi? İndirilen din Allah’ın Kitabı, Resulû’nün (as) Sünneti ve bu iki esasla örtüşen, dinin sabitelerine bağlı kalarak ortaya konulan içtihadlardır. Elbette geçmişteki içtihadlar, fıkhi yaklaşımlar önemlidir. Bununla beraber bir de ‘anın fıkhı’ vardır ve ihmâl edilmemelidir.
Narin kızımızın olayında olduğu gibi bir cinayet ortağının namaz kılmasından yola çıkarak topyekün Müslümanlar, cemaatler, tarikatlar ve Diyanet başta olmak üzere dine ait ne varsa suçlanmakta. Bu doğru bir yaklaşım değil. Şunu diyebilirsiniz; günümüz Müslümanları dini bilmiyor, okumuyor, taklitle yetiniyor. Bu doğru. Gerçekten akleden, düşünenlerimizin sayısı az.
Merhum Muhammed İkbal bu yaraya parmak basarak diyor ki;
”Aklın ölümü ne dedi, ’düşüncenin terki’ dedim.
’Kalbin ölümü ne’ dedi? ’Zikrin terki’dedim.”
Ve yine kadınlarımıza hitaben diyor ki; ”Hz.Fatıma ol, bu asrın gidişatına uyma ki, kucağında Hz.hüseyin yetişsin.”
Ve;”Gülü manidar kılan rengi ve kokusu, insanı insan yapan da Allah korkusu.”diyor.
Gerek birey olarak ve gerekse toplum olarak Allah’tan gereği şekilde korkuyor muyuz?
SUÇLU KİM?
Evet, her nahoş olay sonrası din ve dindarlar suçlanıyor. Bu suçlamalar karşısında elbette din sorgulanmaz dindarlar sorgulanır. Bu cümleden olarak Müslümanların din anlayışlarını, cemaatları, tarikatları ve DİYANET Kurumunu sorgulayabiliriz. Ama bu sorgulamaların hiçbiri dinin sorgulanmasına meşruiyet kazandırmaz. Bu bağlamda günümüz İslâmcılarını da sorgulayabilirsiniz ve hatta hangi İslâmcı sorusunu da sorabilirsiniz. Günümüzde, Türkiyeli İslâmcılar kimlik olarak genelde taşra kültür ve gelenekleri ile kent kültürünü mezcederek milli, yerli, ulusalcı ve hatta devletçi eğilimlerin öne çıktığı bir kimlik ortaya koydular. Bu kimlik ise İslâmi hem de tarihi aidiyetleri temsilden uzak bir kimlik olarak karşımıza çıktı. Oysa, İslâmi ya da milli kimliği önceleyenlerin yapması gereken aslına uygun olarak söylem ve eylemlerini revize etmekti.
DİYANET NİÇİN VAR?
Diğer yandan galiba biz Müslümanlar Diyanet başta olmak üzere İslâm adına var olduğu söylenen çeşitli kişi ve kurumlara olduğundan fazla misyon yüklüyoruz. Meselâ DİB, bu yapı laik sistemin uygulanması için din ve dini değerler ile dindarların kontrol altına alınması için kurulmuş teşkilâttır. Bir dönem Harp Okulları için hazırlanmış olan “Türk İnkilâp Tarihi” isimli kitapta DİB için şu ifadeler kullanılmakta; ”İslâm dininin ibadete ilişkin hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesinin sebebi, laiklik ilkesinin korunmasını sağlamaktır. Nüfusumuzun %95’inden fazlası Müslümandır. İslâm dininin laikleşme ilkesi ile bağdaştırmanın doğuracağı ilk tepkiler, şüphesiz inkilâbın zararına olurdu. Bu nedenle, vatandaşların din işlerini cemaatlerle yürütmeleri, devletin gözetimini aşabilirdi. Bu nedenle İslâm din görevlilerinin sıkı bir devlet denetimi altında bulunmaları şarttı.(Türk İnkilâp Tarihi Gnkur. Basımevi 1973 sh.139)
AK PARTİ İKTİDARI DÖNEMİ
Gelelim günümüze. 22 yıldan beri iktidarda olan AK Parti’nin bir ideolojisi var mı bilmiyorum. Aidiyet önemli bir mesele, kişi ya da kuruluşlar aidiyetleri ile varlık izhar ederler. Maalesef şu an ki gerek siyasi iktidar, gerekse cemaatler ve cemaat önderleri, tarikatlar ve mensuplarının da bir aidiyetinden söz etmemiz mümkün değildir. Müslüman olmak bir aidiyettir, bu aidiyetin kaynağı Kitap’tır, Sünnet’tir. Kişinin bu iki esasla örtüşmeden “ben Müslümanım” demesi ne kendisine ne de muhatabına hiçbir şey vermez. 2015’den beri Türkiye, Cumhur İttifakı ile yönetiliyor. Soru şu: AK Parti MHP’yi mi İslâmi aidiyete yaklaştırdı, yoksa MHP’mi AK Parti ve kadrolarını milliyetçi- muhafazakâr-devletçi bir çizgiye getirdi?
2015 sonrası ve de 15 Temmuz’dan sonra devlet, AK Parti’yi ve kadrolarını MHP eliyle ehlileştirmeye çalıştı dersek haddimizi aşmış olur muyuz?
Ama tıpkı diyanetin laiklik ilkesinin korunması için Müslümanların aidiyetlerinin önünde bariyer oluşturduğu gibi MHP ile de siyasi aidiyetinin önüne bir bariyer oluşturduğunu düşünüyorum. İslam’ın “millet” kavramına yüklediği mana ile “muhafazakâr milliyetçilik” aynı değildir. İşin can yakıcı yanlarından birisi de bu tür kavram, inanç ve yaşam biçimine karşı ehil olanların sessizliğidir. Bırakınız siyasi yapı ve yapılanmaların analizini maalesef İslâm adına varlığını sürdürdüğü iddia olunan cemaat ve tarikatlar bile şu an da neredeyse İslami değerlere en büyük zararı vermektedirler. Siyasi iktidarın kanatları altında varlığını sürdüren, kimi cemaat ve tarikat yapılanmalarının neredeyse İslam diye bir dertleri yok. Dün tasavvufa, tarikatlara kaynak gösterilen Ashab-ı Suffa, kalbi boyutun tezyini için Kur’an’da zikri geçen kavramları ihyaya çalışıyorlardı. Ama günümüzde aynı yolun yolcusu olduğunu söyleyenler birer ticari a.ş. olarak karşımıza çıkmaktalar. Varsa yoksa devlette kadrolaşmak, ekonomik güç elde etmek… Liyakat sahibi, dinin esasları ile buluşan, inanan, yaşayan bir nesil yetiştirmenin yerini, sadece “sadakat” boyutlu bir öğreti ve eğitim almıştır. Kur’an’ın; “İşi ehline verin.” emri neredeyse tamamen unutulmuş durumda.
KAVRAMLAR VE TOPLUM
Toplumlar insan, kainat ve hayat hakkındaki kavramlarla yaşarlar. Ne yazık ki artık bizim toplumumuz kendisine kimlik kazandıran kavramlardan uzaklaşmış görünüyor. Basit bir örnek; “ Biat, tevbe, itaat” kavramlarını ele alalım. Bu kavramların İslam’da net bir karşılığı yok mu? Elbette var. Biat kime yapılır ve ne zaman, hangi otorite temsilcisine niçin yapılır? Bu sorgulanıyor mu? Hayır. Tevbe Allah’a yapılan bir ibadettir. Kula, şahıslara tevbe yapılır mı? Şahıslara karşı yapılan tevbe, önderler değiştikçe yenilenir mi? İtaat hangi inanç ve temsilcisine edilir? Evet, bu ve benzeri soruları sıkça sormalıyız. Ayrıca bu konularda söz sahibi olan âlim, fukaha ve de kurumların konuya acilen müdahale etmeleri şarttır. Diyanet, halkın gözü önünde kavramların alt üst edilmesine sessiz kalırsa, hem kendi saygınlığını yitirir hem de şahsında İslam’a karşı negatif algıların oluşmasına sebep olur. Mesela yapılan bir kamuoyu araştırmasında DİB’e güven duymayanların oranı %43. Cemaat ve tarikatlara güven duymayanların oranı %59,5. Bunu %44.5 ile kanaat önderleri takip ediyor (İstanbul Politikalar Merkezi ve Ankara Enstitüsünün panarometre’ye yaptırdığı “Türkiye’de Dindarlık Algısı Araştırması” 22-25 Temmuz 2022”
NE YAPMALI?
Söz söylemesi gereken ehil ağız ve kalemler susarlarsa seküler, deist, ateist ve narsist kuşakların da vebalini omuzlarında taşımış olurlar. Dün FETÖ yapılanmasına ne devlet ne cemaatler ne de ehil olan din bilginleri gereken tavrı ortaya koymadılar. 15 Temmuz sonrası ise hepsi adeta bülbül kesildiler. Tamam, katılıyorum şu an ki cemaatlerin ve tarikat yapılanmaların FETÖ yapılanması gibi sorunları olmayabilir. FETÖ gibi devlet bizim olsun biz hükmedelim gibi bir dertleri de olmayabilir. Lakin bunların da FETÖ’den farklı olarak, devlet bizim çıkarlarımıza dokunmasın, İslâm anlayış ve uygulamalarımıza dokunmasın mihverinde talepleri var.
Bugün İslami camia olarak karşı karşıya olduğumuz sorunlardan bahsetmek gerekirse;
- Müslümanların yeniden Müslüman olmaları gerekliliği, Allah’a iman konusunda O’na şeyhlerinin efendilerinin yazıp- çizdiklerini eş koşmamaları, kulluk sürecine sımsıkı bağlanmaları gerekliliği.
- Aile yapısını tekrar tahkim etmeleri “Sen Allah’ın hak Resulü değil misin?” diyen Ömer’ler ve Hz.Hüseyin’ler doğuracak anneler yetiştirmeleri.
- Geleneksel fıkhı din edinenlerden azade olmaları ve anın fıkhını ortaya koyacak fakih ve ilim adamları yetiştirmeleri,
-Yönetim kadrolarına, taşralı olmayı meziyet addedenlerden değil medeni olmayı önceleyen liyakat sahibi yöneticiler yetiştirmeleri.
-Kendilerini İslâmcı kabul eden, kibirleri ilimlerinin üstünde olan aydınların Kur’an aynasında Sünnet ışığında aydınlanmaları zaruridir.
Aksi halde olup bitenlerden Leylaların, Narinlerin, Sılaların ve benzerlerinin vebali omuzlarımızdadır.
21.09.2024
Ebu Ubeyde: Nasrallah'ın yasını tutuyoruz
28.09.2024
HİZBULLAH'IN FİLİSTİN SINAVI | HAZIM KORAL
28.09.2024
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024