metrika yandex
  • $38.8
  • 43.37
  • GA28455

Protesto ve Linç Kültürü

YUSUF YAVUZYILMAZ
30.03.2025

 

                 Önyargı ve kesin inanç delile ihtiyaç duymaz.”

Siyasal anlamda ortaya çıkan olaylar neden-sonuç ilişkisine tabidir ve asla hiçbir şey rastlantısal değildir. Siyasal olaylarda taraflar hamle yapar ve kendine siyasal avantaj sağlamaya çalışırlar.

Toplumsal, siyasal ya da uluslararası bir olayı protesto ederken ahlaki meşruiyetten ayrılmamak gerekir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın annesine ve İmamoğlu'nun eşine yapılan hakaret ve küfür kabul edilemez. Eleştiri hak, küfür kötü bir ahlaki zaaftır. Umulan odur ki, protestolar, Gezi eylemlerinde olduğu gibi radikal sol grupların ütopik söylem ve eylemleriyle meşruiyetini yitirmez. Çünkü Siyaset düşünce farklılıklarına bakılmaksızın, ahlaki duruşun korunması gereken bir alandır.

Ahmet Davutoğlu’nun isabetle belirttiği gibi “Elbette hak aramak anayasal güvence altındadır. Ancak bu arayış, ahlaksızlık barındıran hakaretler içermemelidir. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, muhterem validesi Tenzile teyzemize, alçakça edilen hakaretleri şiddetle kınıyorum. Bu insanlık dışı davranışta bulunanlar asla gençlerimizi temsil edemez. Ayrım gözetmeksizin bütün analarımızın namus ve onurunu korumak hepimizin ahlaki sorumluluğudur. Sevgili gençler; sizi ve bulunduğunuz ortamı provoke eden bu tür ahlâksızlardan uzak durun ve onlara gereken dersi bizzat siz verin!"

Sol translı bütün eylemlerde kullanılan dil ve davranış biçimleri, muhafazakar dindar kitlenin sola karşı bakışını ve korkularını daha çok tahkim ediyor. Sol göstericilerdeki öfke ve şiddet dili, muhafazakar, dindarlar için gerçekten ürkütücü. Meşru protesto gösterilerinin en önemli zaafı, linç kültürünü politik bir dil olarak kullanan marjinal şiddet eğilimli grupların varlığı ve etkinliğidir. Linç kültürü, öfke ve hayal kırıklığının, toplumsal kutuplaşma ve ötekileştirmenin yoğun olduğu, sorumlu kabul edilen kimselere duyulan öfke, demokratik, açık ve hesap verilebilirliğin eksik olduğu ortamlarda ortaya çıkar.

Linç kültürünün önemli bir yönü de öfkenin hiç ilgisi olmayan kişilere yönelmesidir. Bu durum, demokratik bir mücadelenin meşruiyetini sorgular hale getirir. İdeolojik gruplarda linç kültürü çok daha yaygındır. Linç kültürü ve bireysel cezalandırma adaletin olmadığı zamanlarda daha çok ortaya çıkar. Nitekim mafya da hukuk ve adaletin zayıfladığı dönemlerde etkinleşir. Bir protesto hareketi asla ahlaki üstünlüğünü zedeleyecek bir dil kullanmamalıdır. Sivil İtaatsizlik bu anlamda çok değerli bir protesto hareketidir.

Polise yönelik öfke dili muhafazakar kitle açısından son derece sorunludur ve kabul edilemez. Çünkü devleti kutsal gören kitle, devlet görevlisini de kutsallaştırmaktadır. Ona yönelik saldırıyı kendi güvenliğine yapılmış olarak görmektedir. Bu acıdan diğer tarafın sinir uçlarına dokunacak marjinal söylemlerden uzak durmak gerekiyor. Kullanılan dil ve sloganlar bu anlamda belirleyicidir. Bu konuda bir dikkatin olduğu da gözlemleniyor.

Toplumsal protestoların olduğu süreçlerde yalan haber, manipülasyon, provokatif açıklamalar, gerçeği çarpıtma, sahte hesaplardan açıklamalar çokça ortaya çıkar. Kullandığımız bilgilerin doğruluğunu özenle test etmemiz gerekir. Çünkü doğru olmayan bir haberi yaymakta ahlaken sorunludur. Biz Müslümanız. Sevmediklerinize karşı adaletle davranmakla yükümlüyüz.

Öte yandan Mansur Yavaş'ın DEM parti ve Kürtleri kızdıran açıklaması, aslında içinden çıktığı siyasal gelenek ( Türk Milliyetçiliği/ Ülkücülük) ile CHP siyasal geleneği ( Seküler/Laik/ Ulusalcılık) arasındaki uyumsuzluğun sonucu olarak zaman zaman kontrol edemediği bir semptom olarak ortaya çıkıyor. Mansur Yavaş hayatının en büyük politik hatasını yaptı. Kuşkusuz geldiği ülkücü geleneğin siyasal genleri, ne kadar bastırmak için gayret gösterse de, zaman zaman ortaya çıkıyor. Öyle görülüyor ki, Kürtlerin oyunu alamayan partiler seçim kazanmakta zorlanacak. CHP ve muhalefet için ise seçim kazanmak için Kürt oyları gerekli değil, tek seçenektir. Bu anlamda Ekrem İmamoğlu sonrası olası Cumhurbaşkanlığı adayı Mansur Yavaş'ın mitingde dile getirdiği "Dün Doğu'da bana göre paçavra olan bayraklar sallanırken, o mitinge gidenlere polisler pamuk şekeri verirken, buradaki muameleyi de aynı şekilde bekliyoruz" sözleri siyasi söylem açısından büyük bir hatadır.

Muhalefetin birincil sorumluluğu, toplumun muhalif kesimlerini bir araya getirecek kuşatıcı bir dil kullanmaktır. Bunun yolu dindarları ve Kürtlerin ötekileştiremeyecek bir dil kullanmaktan geçmektedir. Kuşkusuz Mansur Yavaş'ın ve bazı kendini Kemalist olarak tanımlayanların dindarları rahatsız eden dili muhalefetin yeteri kadar etkili olamamasının en büyük etkenleridir.

Muhalefet; hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi, bütün toplumsal kesimlere hitap eden, evrensel değerler üzerinden muhalefet yapmalıdır. Kürtleri inciterek, dindarların en çok sorun yaşadıkları Tek Parti Dönemi’ni yüceltecek rövanşist bir dil daha başlangıçta sorunludur. Mansur Yavaş üzerinde dönen tartışma bundan ibarettir.

Klasik Türk milliyetçiliği ile dindarların dini eylemlerini kısıtlayan klasik laiklik anlayışı toplumun sosyolojisine uymuyor. Bu konu diploma tartışmasının çok ötesindedir. Kürtlerin ve dindarların zihninde pozitif bir algısı olmayan Tek Parti Dönemi sloganlarının kullanılması muhalefeti zorlayacaktır.

Sosyolojik olarak toplum 1930,1940'ların toplumu değildir. Bu yüzden yeni seçmen kitlelerini 1930'lu yılların seküler, laik, milliyetçi dili ile kuşatamazsınız. Yeni bir siyaset için yeni kavramlar kullanmak gerekiyor. Kitle partileri marjinal örgütlerin dilini kullanamazlar. Yapılan bütün anketlerde Ak Parti ve CHP'nin baş başa olduğu görülüyor. Ancak daha da önemlisi kararsız oranın yüksekliğidir. Zaman zaman bu oran birinci konuma yükseliyor. Bu önemli bir toplum kesiminin kendini temsil edecek yeterlilikte bir siyasal parti bulamadığına işaret ediyor.

Toplumun bir kesiminde var olan Erdoğan karşıtlığı, muhalefeti giderek verimsizleştiriyor. CHP'ye salt Erdoğan karşıtı olduğu için destek bir hayli kırılgandır. Bu tür destek, siyaset açısından, kalıcı değildir. Yapılan anketlerdeki kararsız seçmenin yüksekliği üzerine düşünmek gerekir. Çünkü seçim kazanmak kararsız seçmeni kazanmakla mümkündür. Bundan dolayı Birleşik bir muhalefet cephesi kurulamazsa, muhalefetin işi zor görülüyor. Bu denklemin en önemli parçası ise özellikle DEM'i destekleyen Kürt seçmendir. Önümüzdeki seçimin en önemli ayağı onlar olacaktır. İktidar bloğu DEM'i muhalefet bloğundan ayırdığı anda veya DEM'in tarafsız kalmasını sağladığı anda muhalefetin seçim kazanma ihtimali neredeyse imkansızdır. Bu yüzden salt iktidar eleştirisi muhalefete yetmeyecektir. Mansur Yavaş'ın söylemine Özgür Özel'in özür dileyerek açıklama yapması Kürt seçmenin kritik konumundan dolayıdır.

İnsanların birbirini anlamak yerine hakaret ettiği, dışladığı, ötekileştirdiği bir ortamda konuşmak ve yazmak kolay değildir. Çünkü bu ortamlar yandaşların, çıkarcıların, partizanların, taraftarların sahne aldığı bir zemin yaratır. Hiç kimsenin eleştiriye açık olmadığı, herkesin kendisi gibi düşünmeye zorlandığı, farklı düşüncelere tahammülün olmadığı, en küçük eleştirinin bile ihanet sayıldığı, herkesin seni bulunduğu gruba çağırdığı, grup dışına çıkan en küçük yorumda aforoz edildiğin bir ortamda konuşmak kolay değil. Çünkü insanlar fikirlerle değil, siyasal pozisyonun ile ilgileniyorlar. Türkiye toplumu o kadar bölünmüş ki, bir kaç kişi hariç, siyasal kimliği belli olanların konuşmadan ne söyleyeceği belli. İnsanların bir konu hakkındaki duygu ve düşünceleri, içinde bulundukları parti grup ve cemaat ekseninde şekillendiği için, tepkileri de bu bağlamda oluşuyor.

Türkiye Halk TV ve A Haber arasında ideolojik bölünmüşlük yaşıyor. Bu bölünmüşlük siyasal taraftarlığı besliyor ve keskinleştiriyor. Her iki kesim " bizden kötülük çıkmaz, kötülük ötekilerdedir" anlayışını paylaşıyor. Çok az sayıda insan ilkesel konuşmaya çalışıyor. Ancak taraftar olmadıkları için onları kimse dinlemiyor ve taraf olmaya zorluyorlar. Kriz zamanlarında aydınlara düşen çatışmanın tarafı olmak ve bir partinin çıkarlarını savunmak değil, hak ve hakikati dillendirmektir. Taraftarın maddi delile, yargılamaya, hukuka ve adalete ihtiyacı yoktur. Onun derdi kendi menfaatidir. Siyaset böyle bir pragmatizm içinde taşır. Oysa bir parti, örgüt, grup, cemaat içinde bulunmak insanı suçlu veya mazlum ilan etmeye yetmez.

Türkiye yaşanan her krizden toplum daha da kutuplaşarak çıkıyor. Bu sosyolojik açıdan büyük bir sorundur. Taraflara öteki tarafın duygularını anlamaya dönük bir empati dili gerekiyor. Toplumsal barışı zedeleyecek, kutuplaşmayı daha da keskinleştirecek eylem ve söylemlerden uzak durmak gerekiyor.

Yaşanan süreç siyasete nasıl bir değişime yol açacak? Doğru analiz için bir tarafı izlerken diğer tarafın nasıl tepki verdiğini de izlemek gerekiyor. Çünkü kutuplaşmanın yoğun olması nedeniyle yapılan eylemlerin diğer mahallede negatif algılanma ihtimalini görmek gerekiyor. Türkiye muhafazakarlığı ani ve keskin değişim taleplerinden hoşlanmaz.

Bahçeli'nin çıkışıyla başlayan Kürt açılımı, muhalefetin Kürt tarafını tarafsız kalmaya itmiş görülüyor. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeler oldukça sakin görülüyor. Kürt Mahallesi kendini olayların dışında görüyor. Bu hesaplaşmada tarafsız kalmaya özen gösteriyor.

Salt karşı tarafı suçlayarak hedefe varmak mümkün değildir. Özeleştiri, mutlaka yapılması gereken bir yöntemdir. Başkalarının günahı bizi aziz yapmıyor. Özeleştiri olmayınca salt tepkisel hareketler, içinde var olan sorunu daha da büyütüyor. Muhaliflerin ne istediğini dinlemek, meşru isteklerine hak vermek, diyalog kapılarını açık tutmak gerekir. Her protesto hareketini devleti yıkmaya dönük eylem olarak tanımlamak doğru değildir.

Yaşanan olaylar barış içinde yaşamak için hukukun ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Hukukta üç konu son derece önemlidir.

1- Uygulama herkese eşit bir şekilde yapılıyor mu?

2- Hukuk- siyaset ilişkisi sağlıklı işliyor mu?

3- Suç ve cezalar arasındaki ilişki sağlıklı bir zemine oturuyor mu? Bu noktalarda olabilecek zaaflar hukuka olan güvenliği azaltmaktadır.

Toplumsal olayaları değerlendirmede yaklaşım son derece önemlidir. Her zaman olduğu gibi her kesim salt karşıdakini suçluyor. Bu durum iç eleştiriyi sürekli öteliyor. Haklı olarak başladığı karşı eleştirisi iç çelişkileri ve sorunları örten bir işleve dönüşüyor. Özellikle muhalefet açısından bu zaaf giderek büyüyen bir güvensizliği dönüşüyor. Muhalefeti sevmese bile salt iktidar karşıtlığından dolayı oy veren kitleyi sürekli orada tutmak kolay değil. Muhalefetin kendi içinde sorunlu olması olayı daha da karmaşık hale getiriyor.

Muhalefetin destekleyenler bu sorunu ısrarla görmezden geliyorlar.

Hukukun siyasal amaçlarla kullanılmasına karşı çıkarken kesin bilgi olmadan tutukluları mahkum etmek veya masumlaştırmak doğru değildir.

Muhalefetin parçalanmışlığı ve CHP içindeki farklı klikler olayın bir diğer yönüdür. Öyle görülüyor ki, asıl çatışma CHP içinde yaşanacak.

Hukukun sağlıklı işlemediği yerde insanların hukuksal kararları benimsemedi de mümkün olmamaktadır. Soruşturmadan somut bir şey çıkmasa bir kesim inanmayacak, çoksa diğer kesim inanmayacak. Çünkü iki kesiminde somut gerçekliğe ihtiyacı yok, yargılar şimdiden belli. İdeoloji hukuku yeniyor böylece. Siyasal taraftarlığın hukuk ve adaletin önünde olduğu görülüyor.

Hukuk kimsenin umurunda değil. Her kesim bu sürecin nasıl bir siyasi sonuç üreteceği üzerine yoğunlaşmıştır. Türkiye'de siyasi yargılamalarda değişmeyen kural şudur: Bir tarafından kahramanı, öteki tarafın hainidir. Türkiye tarihinde siyasi aktörlerin yargılanması hukuki sonuçlarıyla değil, siyasi sonuçlarıyla tartışılır. Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Ali Şükrü Bey, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Adnan Menderes, Deniz Gezmiş, Erbakan, Erdoğan, İmamoğlu... Bütün yargılamalar siyasi sonuç doğurmuş ve genellikle mahkeme kararları etkili olmamış. İmamoğlu yargılamasında da hukuktan çok vicdanlar belirleyici olacak.

Geleneksel Türk- İslam siyaset düşüncesinde muhalefet fitne kavramı ile eşleştirilmiştir. Bu eşleştirme de iktidara( Halife, sultan) muhalefetin meşru olmadığı tezi ön plandadır. Bizatihi iktidarın karşısında olmak veya iktidara aday olmak, savunduğu düşünce ne olursa olsun, fitne unsuru olmaktır. Ebu Hanife, bu durumun kurbanlarından sadece biridir. Asıl sorun müzakere, şura ve istişareye yer veren bir siyaset anlayışından otoriter ve merkezi bir siyaset anlayışına geçiştir. Emeviler’den itibaren Sünni siyaset felsefesinin kodlarını bu bakış belirlemiştir. Üstelik halife sultan modeli fıkhi ve teolojik bir çerçeveye oturtulur. Siyaset içtihadın değil, itikadın parçası olur. Kutsal devletin iktidarı da kutsaldır. Bu durumda muhalefet bu kutsallığa karşı çıkan bir fitne kurumudur ve devlet düşmanı olarak kodlanır. Bu bakış Osmanlıdan cumhuriyete devam eden siyasal mirasın en önemli unsurudur. Yaşadığımız semptomlar bununla ilgilidir.

Öyle görülüyor ki, sorun çok köklü ve derindir ve önemli bir paradigma değişimini gerektirmektedir.

Hangi olayla karşılaşırsa karşılaşsın, söz konusu en yakınları olsa bile, Kur'an'ın Müslümana yüklediği sorumluluk adalettir. Adalet isteyen herhangi bir tarafın değil, adaletin tarafındadır. Kim haklıysa onun yanında kim haksızsa onun karşısında yer almak gerekir. Siyasal taraftarlığın varacağı eşik olan siyasal fanatizmden uzak durmak gerekir. Siyasal taraftarlıktan uzaklaşmak ve hukuku savunmak bu dönemde takınılması gereken tavırdır.

Siyasette her olayın siyasal sonuçları olur. Bakalım bu olayın siyasal sonuçları ne olacak?

Siyasal olarak hangi sonuçlar çıkarsa çıksın, yerimiz madunların, mazlumların yanıdır. İnsan olmanın kıstası budur.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş