Osmanlı’yı inceleyen bir kısım düşünce tarihçileri Osmanlı’nın teorik düşünceye uzak durduğunu iddia ederler. Geçekten de Osmanlı’nın teorik düşünceye neden uzak durduğu konusu üzerinde durulmalıdır. Tarihsel süreç dikkate alınarak bu durum üzerinde kapsamlı çalışılmalar yapılmalıdır. Bazı araştırmacılar Osmanlının İslam’ın düşünsel değil eylemsel yönünü temsil ettiğini savunurlar. Cemil Meriç bu düşünürlerden biridir. “Osmanlı akından akına koşan bir mücahitler ordusu. Dağınıklığı içinde yekpare, alacalığı içinde mütecanis. Medeniyetin yalnız yaratıcısı değil, taşıyıcısı da. Kahramanların sözle kaybedecek zamanları yok. Fatihler için tek mukaddes kelam vardır: Kelam-ı Kadim. Ötesi eğlence… Satranç gibi, cirit gibi… Ötesi, yani edebiyat. Milletler de ihtiyarladıkça gevezeleşir. Hamlenin yerini belagat alır, hayatın yerini söz. Genç bir toplulukta, yaşayan bir toplulukta, tezatlarını kâh kılı, kâh imanla halleden bir toplulukta laf ebeliğine ne lüzum var?”(Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim yayınları, s: 22 Cemil Meriç değerlendirmesine şöyle devam eder: “Hakikati bulanların aramağa ne ihtiyaçları var? Tefekkür tereddüttür, şüphedir; inkarla iman arasında bocalayıştır”(Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim yayınları, s: 234) kaldı ki, Cemil Meriç’e göre, Kur’an her konuyu cevapladığından orijinal bir düşünüre ihtiyaç yoktu. Kuşkusuz Cemil Meriç’in Osmanlı’yı idealleştiren düşünceleri eleştiriye açıktır. Ancak görünen o ki, bilim, felsefe ve dini ilimler temel alındığında Osmanlı Dönemi, İslam tarihinin entelektüel yönden daha az üretimin yapıldığı dönemdir. Entelektüel hayat daha önce üretilmiş eserler üzerine yapılan şerh ve haşiyelerle ilgilidir. Osmanlı Döneminde Gazali, Farabi, İbn Sina, Ebu Hanife, İbn Haldun düzeyinde bir isme rastlamak mümkün değildir.
İkinci ve belki daha önemli görüş, Türklerin teorik değil pratik düşünceye eğilimli olduğu iddiasıdır. Doğrusu bu genelleme de sorunlu olabilir. Ancak Osmanlı tarih tecrübesi bu genellemeyi doğrulamaktadır.
Türklerin düşünsel yönü ağır basan felsefeye değil, pratik yaşama dönük olan tasavvufa ilgi duyması da ilginç bir ayrıntı olabilir belki.
Peki, burada Türklerin soyutlama yeteneğinin olmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Böyle bir genellemeye ulaşmak doğru değildir. Soyutlama gücünün en yüksek olduğu şiir sanatında yüksek bir seviye tutturmaları önemli bir ayrıntıdır. Şiir gibi soyutlama yeteneğinin en yüksek olduğu alanda yüzlerce şair yetiştiren bir anlayışın soyutlama yeteneği olmadığını iddia etmek çok doğru gözükmüyor.
Yine de Osmanlı düşüncesinin neden zayıf kaldığı araştırılmaya değer bakir bir alandır. Tasavvuf gibi tümüyle soyut metafizik alana çok yatkın olan Türkler neden felsefe gibi soyutlama alanından uzak durmuştur. Bu tavrı teorik düşünceye uzak olmakla açıklamak mümkün müdür?
Türkiye’de tasavvuf eleştirilerinde de bir tutarsızlık söz konusudur. Tasavvuf düşüncesinin sadece Sünni anlayış üzerinden eleştirilmesi ayrı bir sorun alanıdır. Geleneksel din algısını eleştiren aydınlar, özellikle Sünni tasavvuf üzerinden eleştirilerini temellendirmeyi tercih ederler. Eleştirilerinde kuşkusuz haklılık payı vardır. Ancak unutulan nokta Anadolu tasavvufunun büyük kısmı Horasan erenleri kaynaklıdır ve ağırlıklı olarak Alevi kökenlidir. Dahası bu yorum son derece sorunludur. Gel gör ki, Sünni tasavvufu eleştirme konusunda oldukça iştahlı olan çevreler, söz konusu Alevi kaynaklı tasavvuf olunca sessizleşiyorlar. Gördüğüm ve okuduğum kadarıyla Alevi tasavvufun dayandığı temeller Sünnilikten çok daha fazla Hermetik kültürlere dayanır.
Osmanlı’nı kuruluş devirlerinde Alevi kültürünün ağırlığı biliniyor. Alevilik, özellikle Orta Asya’dan gelen ve büyük ölçüde İslam öncesi kültürün ile İslam’ın bir sentezini oluşturan eklektik bir anlayış alarak karşımıza çıkıyor.
Anadolu’nun İslamlaşmasını sağlayan dervişler genellikle Orta Asya kökenlidir ve büyük ölçüde Alevi anlayışına sahiptirler. Ancak Osmanlılar medreseler kurulduğundan itibaren Sünni İslam’ın etkisine girer. Bu aslında bir zorunluluğun sonucudur. Çünkü devlet, yerleşik bir hukuk sistemine ihtiyaç duyar. Oysa Alevi anlayış hukuk sistemi üretecek araçlardan ve anlayıştan yoksundur. Devlet doğal olarak hukuk normu geliştirmiş olan Sünni düşüncenin hakimiyetine girer. Yine de Osmanlıda tekke ve medrese iki farklı İslami anlayışın temsilcisi, zaman zaman sorun yaşamalarına karşın olarak yan yana yaşamışlardır. Sosyolojik olarak tasavvuf kültürü halk arasında etkin olurken, medrese kültürü devlet katmanlarında daha etkindir.
Alevi tasavvuf anlayışının yazılı normlara uzak olması, aldıkları siyasi pozisyon, devlet tarafından takip edilmeleri, genellikle siyasal merkezden uzak yaşamalarına neden olmuştur. Anadolu özelinde siyasal merkeze karşı isyan hareketlerinin genellikle Alevi kökenli olması çok sayıda faktörün yanı sıra, yerleşik devlet kurallarına uyma konusundaki kayıtsızlıkları da etkili olabilir.
Osmanlı gibi Cumhuriyet döneminde de yönetici elitler resmi düzeyde İslam’ın Sünni yorumuna bağlı kalmışlardır. Mustafa Kemal laiklik ilkesini çok önemsemesine karşın, DİB’nın kuruluşunda Sünni İslam’ı temel almıştır. Buna paralel olarak Cumhuriyetin erken dönemlerinde kurulan ilk kurumlardan biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı (Kuruluş yılı 1924) tamamen Sünni bir yapıda örgütlenmiştir.
Kuşkusuz bu durumun en büyük nedeni devlet kurmuş bir arka planı ve yazılı hukuk külliyatı vardır Sünni İslam düşüncenin. Bu durum tarihsel süreçte Sünni düşüncenin her zaman bir adım öne çıkmasını sağlamıştır.
Ebu Ubeyde: Nasrallah'ın yasını tutuyoruz
28.09.2024
HİZBULLAH'IN FİLİSTİN SINAVI | HAZIM KORAL
28.09.2024
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024