metrika yandex
  • $19.42
  • 20.97
  • GA1252

Müslümanların Düşünce ve Fikir Üretmedeki Kısırlığının Nedenleri ve Yeni Bir Müslüman Fikriyatın İmkânı Meselesi - 2

MEHMET YAŞAR SOYALAN

24.12.2022

 

Müslümanların Yeni Bir Düşünce ve Fikir İnşa Etmeleri Ne Kadar Mümkün?

Bu sorunun doyurucu ve gerçekçi bir cevabını verebilmek için öncelikle İslam gerçekliği ile yüzleşmemiz gerekiyor. İslam deyince hangi İslam’dan, Müslüman deyince hangi Müslümandan söz edilmektedir.

Hangi İslam, Hangi Müslüman

İslam, insanlığı içinde hapsolduğu karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gelmiş, dinamik, devrimci, adalet ve sorumluluk merkezli, merhameti ve doğaya uyumu esas alan bir dindi. İslam bu özelliğini bazı sorunlarla ve toplumsal ayrışımlarla birlikte 50 yıl kadar sürdürdü, sonrasında devlet düzeyinde olmasa da halk bazında/toplumsal düzeyde ve fikri planda bir müddet daha etkisini/varlığını hissettirdi. Örneğin hicri birinci ve ikinci yüzyılda Müslüman dünya karşılaştığı ciddi meydan okumaları İslam’ın bu temel paradigmasına/ sosyal eşitlikçi özelliğine uygun bir düşünce/fikir ve eylem ortaya koyan Mutezile gibi gruplar sayesinde önemli zayiat vermeden atlattı. Zaman zaman sonraki dönemlerde de yerel bazda bu yönde bazı fikri, sosyal ve siyasal gelişmeler yaşandıysa da bunlar kalıcı olmadı ve yerelin dışına çıkamadı. Ancak bu düşünce ve bu düşünce sayesinde oluşan yapıların çabaları, hem bu yapıların devletle içli dışlı olmaları hem de Emevi ve Abbasi hanedanlıklarının imparatoryal düzenleri, bu düzenlerin güvenlikçi, asabiyetçi ve refahçı devlet anlayışları nedeniyle akamete uğradı ve toplumsal bir proje olarak bir daha ortaya çıkmadı, çıkamadı. Böylece adil bölüşümü, irade özgürlüğünü ve sorumluluğu ve bu çerçevede toplumsal mutabakatı önceleyen ve sitemini bunun üzerine kuran dini tasavvur bir daha canlandırılmamak üzere devre dışı bırakılmış oldu. Artık yeni bir kimliğe dönüşen asabiyeyi ve güvenliği merkeze alan, eskiyi kutsayan/dogmalaştıran, taklitçi, kaderci, bilgi ve öğrenmede rivayeti esas alan, özellikle aklı/ sorgulamayı dışlayan din anlayışı, kadiri mutlak ve sorumsuz tanrı tasavvuru nedeniyle ciddi fikri meydan okumalara cevap veremediği gibi yeni sosyal oluşumlara da engel olamadı. Tepkisel ve savunmacı karşı koymalar Müslüman dünyaya biraz zaman kazandırsa da 18.yy ile birlikte yavaş yavaş ekonomik, siyasi ve askeri yetkinliğini, sürecin sonunda da bağımsızlığını kaybetti.

Bundan dolayı ehli hadis çizgideki bu Müslüman düşünce (Ki, bu düşünce hicri üçüncü yüzyıldan itibaren İslam’ın kendisi olarak kabul edilmektedir.) Aydınlanmacı hegemonya ve onun ortaya çıkardığı varlık, tanrı, insan, bilgi tasavvuru karşısında direnemedi ve süreç içerisinde o da ya içine kapanarak “muhteşem geçmişi” içinde yaşamaya devam etti ya da pek çok din gibi yeni güçlerle uzlaşarak onların gölgesine sığındı ve var olanı meşrulaştıran bir karaktere büründü. Tabi bu durum İslam ve Müslümanın bütün iddialarından ve özgünlüğünden vaz geçmesi demekti.

Onun bu hale gelmesi elbette bir günde olmadı; Resulullah sonrasının ilk elli yılında elde edilen siyasi başarılar ve ekonomik kazanımlar birey ve topluluk anlamında Müslümanları sarhoş etti ve bu sarhoşlukla yüklendikleri misyonu ve sorumlulukları unutarak gücün ve refahın peşine takıldılar. Bu durum, aralarında iktidar ve güç kavgalarına ve Resulullah’ın bilinçli bir şekilde dışladığı, hatta yasakladığı asabiyenin yeniden hortlamasına neden oldu. Çünkü o zamanki algıya/ yaygın kanıya göre güç ve iktidar ancak asabiye ile elde edilebilirdi. Üstelik “değerler” de asabiye örf ve kültürü içerisinde şekillenmeliydi. “İslami örf dedikleri şey aslında İslam öncesi kabile örfüydü. Bu örf evlenmeden ticari hayata kadar günlük hayatın her noktasına sirayet etmiş, hafıza/bilinç bu örf ve değerlere göre şekil almıştı. Müslümanların asabiye tuzağına düşmeleri onları bütün iddialarından vaz geçirerek, İslam’ı dinlerden bir din, Müslümanı da sıradan inanandan bir inanan haline getirdi. Çünkü günlük hayat da özgünlüğünü kaybetmiş, herhangi bir inanca sahip bir toplumun hayat tasavvuru ile hemen hemen aynileşmişlerdi.

Müslüman toplum adalet duygusunu, sorgulama kabiliyetini ve sorumluluk bilincini büyük ölçüde kaybetmişti ve bu kayıpların tavan yaptığı bir süreçte Modernizm ile karşı karşıya geldi ve ona sloganlar dışında söyleyebilecek hiçbir sözü yoktu[1]. Çünkü Müslüman dünyada hem toplumsal hayatta hem de bireysel ilişkilerde ancak asabiyenin izin verdiği ölçekte, yani “zalimde olsa kardeşini gözet” anlayışı çerçevesindeki bir “adalet” mümkün olabiliyordu. İslam öncesinin bu Cahiliye anlayışı, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler tüm Müslüman toplumlar için temel bir düstur haline gelmişti. Akletmeme, sorgulamadan teslimiyet, hak ve adaleti gözetmeme, sosyal eşitsizlik, israf, ötekileştirme ve kölelik gibi insanın varlık nedeni ile ters düşen, insan onurunu zedeleyen şeyler hayatın bir gerçeği haline gelmişti ve bu hal Müslümanın/ insanın irade ve sorumluluk sahibi bir birey olmasına izin vermiyordu. Artık İslam’ın en temel ve iddialı alanlarından bir olan sosyal adalet, merhamet ve ötekileştirmeme düsturu hem fikir ve duygu olarak hem de uygulama olarak devre dışı kalmıştı. Aynı zamanda bu durun kimlik, irade ve sorumluluk sahibi özgür bireyi de yok etmişti. Sorun sadece Müslim- gayrimüslim arasında değildi. Arap- Arap olmayan/ Mevali arasında da ciddi boyutta bir kast sistemi oluşmuştu. Sonrasında her iktidar kendi asabiyesini kurarak bu kast sistemini bir kural haline getirmişti.

Müslümanlar, ilk elli yılın kendilerine sunduğu açılım ve imkân sayesinde, sonrasında da saflarına katılan ve başarıya susamış yeni milletler/kavimlerin katkılarıyla ve elbette imparatoryal sistemin araçlarını iyi kullanmaları belki de daha önemlisi Müslümanların muhatap olduğu dünyanın kendilerinden daha sorunlu olmaları nedeniyle bin yıl kadar siyasi, askeri ve ekonomik iktidarlarını sürdürebildiler. Ancak bu süreçler savunmacı bir mantıkla olanı muhafaza etmenin ötesine geçerek olanı/geçmişi/tarihi kutsama noktasına geldiği için yeni bir cümle kurmak, yeni bir fikir, yeni bir toplum ve gelenek inşa etmek mümkün olmadı. Çünkü yeni cümle kuranlar ibreti âlem olacak şekilde cezalandırıldılar.

18.yy gelindiğinde Müslümanların elinde sadece bir siyasi iktidar (Osmanlı) kalmıştı; onlar da teknolojik, ekonomik ve askeri üstünlüklerini kaybetmişlerdi. Ama en önemli kayıp psikolojik üstünlüğün kaybolmasıydı ki bu en ölümcül olanıydı ve bu durum Müslümanın zihnen felç olmasına da neden olmuştu. Hazin son bu şekilde geldi ve Müslüman artık kendisini Aydınlanmacı kavram ve terimlerle, onların temel paradigmaları çerçevesinde ifade etmeye başladı. Bu süreç bugün de devam ediyor. Artık bugün Müslümanların inandığı İslam ve yaşadığı Müslümanlık folklorik ve arkaik bir İslam ve Müslümanlık haline geldi.

Hâlbuki her toplumun teslim olduğu bilimsel bilgi ve modernite varlığın, doğanın tabiatı/doğası ile sürekli bir yarış ve çatışma içerisindedir ve tüm yeryüzünü, hatta gökyüzünü esir almış, onu bozmuş, kirletmiş ve doğal kaynakları tüketmiş durumdadır. Ne yazık ki dinler ve dindarlar bu apaçık gerçekliğe rağmen bu sorunların asıl müsebbibi olan Aydınlanmacı düşünceye ve onun tezahürü olan bilimsel bilgi ve teknolojik düzene karşı ne eleştirel bir tutum ortaya koyabilmişler ne de alternatif bir düşünce sistemi kurabilmişlerdir. Müslüman dindar kesim ise, İslami ideallerinin tersine bir şekilde, bunlarla hesaplaşmak yerine, bilimsel bilginin çocuğu olan teknolojik gelişmelerden nimetlenme kuyruğunda dindar olmayanlarla apansız bir yarış içerisindendirler. Gelinen durum bu.

[1] Batılı istilalar başlayınca onlara karşı bedeni dışında karşı koyacak hiçbir silahı yoktu. Bu bedenler de Batının silah makinaları karşısında eriyip gitti ve birkaç on yıl içinde bütün Müslüman coğtafya işgal edildi.

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
Mustafa Demir | 29.12.2022 17:58
Teşekkür edrim. Kalemin her daim gerçekçi çalışıyor. Sağlık ve esenlik dilerim...
Çok okunan haberler
Çok okunan yazılar