metrika yandex
  • $32.61
  • 34.71
  • GA18500

Müslümanların Düşünce ve Fikir Üretmedeki Kısırlığının Nedenleri ve Yeni Bir Müslüman Fikriyatın İmkânı Meselesi - 1

MEHMET YAŞAR SOYALAN
17.12.2022

 

Giriş: Tarihi Gerçeklik veya Ne Oldu da böyle oldu

Müslümanların son iki yüzyıldır siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, fikri ve düşünce alanlarında bir çöküş yaşadığı konusunda Müslim- gayri Müslim herkes ittifak etmiş durumda. Bu önerme zorunlu olarak iki yüzyıl öncesinde Müslümanların bu alanlarda güçlü ve yetkin olduğu konusunda da bir ittifakın varlığına da işaret eder. (Bu tespit, tarihi gerçekliğe ne kadar uymaktadır, tarihi veriler bu tespiti ne kadar doğrulamaktadır, bu, ayrı bir yazı ve tartışma konusudur; bu yazıda bu konuya girmiyor bu yazı çerçevesinde öyle varsayıyoruz.) Eğer tarihi gerçeklik böyle ise, sonrasında veya daha önceki süreçlerde ne oldu da Müslümanlar hazin bir çöküşü yaşadılar ve zenginken fakir, âlimken cahil ve efendi iken köle durumuna düştüler; bu yazıda, genel bir çerçevede bu konu/ konular üzerinde durmaya çalışacağız.

Öncelikle ne oldu da böyle olduğu, bu hale nasıl düşüldüğü üzerinde duralım. Ne oldu da böyle oldu sorusuna Müslim ve gayrimüslim tüm kesimler tarafından üç farklı şekilde cevap verildiğini görüyoruz. Müslüman dünyanın son iki yüz yıldır pozisyonunu, yapıp ettiklerini bu cevaplar çerçevesinde gerçekleştiğini, özellikle bugünkü halinin bu cevaplara göre şekillendiğine şahit oluyoruz. Şimdi bu cevaplara bir göz atalım:

Birinci cevap geleneksel/ muhafazakâr kesimin cevabıdır. Bu kesim, Bir bütün olarak Müslümanların geçmişini zaferler tarihi olarak görmektedirler; sadece Resulullah ve ilk dört halife dönemini değil neredeyse Müslümanların tüm tarihini “Asrı Saadet” olarak görmektedirler. Dolayısıyla dogmalaşan bir tarih üzerinde konuşulmak durumunda kalındığında onun kutsanması ve savunmacı bir dil üzerinden konuşulması bu anlayışın bir gereği olsa gerektir, zaten öyle de olmuştur ve olmaktadır. Onlara göre bu çöküşün nedeni; Öncelikle son iki yüz yılda geçmişi, gereği gibi yeniden, yeniden kurulamamıştır, hem yöneticiler hem Müslüman tebaa günlük hayatlarında hayatlarını dini kurallara göre yaşamadıkları ve ibadetlerini aksattıkları için böyle olmuştur. Örneğin; namazlarında ve diğer ibadetlerinde (dini ritüeller) gevşek davrandılar, kadınlar ve erkekler olarak tesettüre ve “dini kılık kıyafet kurallarına” riayet etmediler, sosyal hayatta “mahremiyeti” ihlal ettiler, kadınlar günlük hayatta fazla görünür oldu, vs. Bu iddia, gerçek farklı olsa da Müslümanların siyasi, askeri ve ekonomik anlamda güçlü olduğu yıllarda bu konu ve kurallara riayet ettikleri anlamını içerir. Burada, “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı temel doktrindir ve bu doktrin çerçevesinde zaten fikriyat dâhil  “yeni” bir şeyden söz etmek mevcut algının doğasına aykırıdır. Zaten bu anlayışta olanların böyle bir iddiası da yoktur, onların için çözüm önerisi, bir bütün olarak tarihe geri dönmek ve bugünün gerçekliğini tarihteki gibi, (fıkıh, örf ve ritüeller çerçevesinde) tarihin verili kurallarıyla yaşamaktır.

İslam Düşüncesi'ni Anlamanın İmkânı Üzerine Bir Soruşturma - Erdemli Duruş  Dergisi

İkinci cevap, Ortaçağların ve öncesinin tarihi gerçekliğinde Müslümanlar ilerici bir anlayışa sahiptiler ve bu nedenle güçlü devletler kurdular, toplum olarak da refah içinde yaşadılar. Ancak zaman ve zemin değişti, yeni ihtiyaçlar ortaya çıktı, Müslüman yöneticiler, din ve ilim adamları zamanın ihtiyaçlarına cevap veremediler, dini ve hayatı bu ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yeniden kuramadılar; gelişen pozitif bilimlere uyum sağlayamadılar, hatta onlara karşı çıktılar, Müslümanların bir reform ve rönesansı oluşamadı. Bütün veçheleriyle “din” ile bir yüzleşme ve hesaplaşma yaşanamadı. Böyle olduğu için “din” ve tarihi tecrübe gelişmenin önündeki en büyük engel halini aldı ve “çöküş” kaçınılmaz oldu. Bunlar Müslüman dünyasında batılılaşmayı ve modernleşmeyi savunan, Batı’daki din karşıtı tecrübenin aynen Müslüman coğrafyasında da tekrar edilmesini savunan ve din ile araları iyi olmayan laik/seküler kesimin verdiği cevaplardır. Reçete olarak da Batıyı gösteren kesimdir. Bu kesim de birebir başka bir taklidin savunucularıdırlar ve Batı fikriyatı, uygulamaları ve “değerleri” onların kırmızı noktaları, yani kutsalları ve dogmalarıdır.

Üçüncü cevap, Müslümanların İlahi vahyin ve Resulullah ve arkadaşlarının kurucu iradesi ile oluşan ilk örnekliğe dönülerek oradan yeni bir başlangıç yapılması ile çöküşün önüne geçilebileceği, çünkü bu ilke ve iradenin devre dışı bırakılması, uzaklaşılması çöküşün ana nedenidir. Bu uzaklaşma, kabile asabiyesi ve kaderci anlayış gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu cevap sahipleri Müslüman coğrafyanın entelektüel ve aydın Müslümanlarına aittir ve her dönem ve coğrafyada azınlık durumundadırlar ve seslerini duyurmakta her zaman zorluklar yaşaya gelmişlerdirler. Aynı zamanda hayatları da zorluk ve sıkıntı içinde geçmiştir; siyasi ve askeri egemenliği oluşturan ikinci kesim ile toplumun çoğunluğunu oluşturan birinci kesim bunlara karşı görünür ve görünmez şekilde ittifak halindedir.  

Gerçekte Ne Oldu

İlk iki cevap üzerinde ifade ettiklerimiz dışında daha fazla bir şey söylemeye, farklı bir yorum yapmaya gerek yok. Çünkü her ikisi de hem tarihi ve güncel gerçeklikten çok uzaklar hem de dogmacı bir anlayışa ve ideolojik bir yaklaşıma sahipler. Günümüzde her iki görüşün de kalabalık bir sahipleneninin olması iddialarının gerçekçi ve haklı olmasını gerektirmiyor. Birinci cevap savunmacı, taklitçi ve ötekileştirici reflekslerle, ikinci cevap da tepkisel, asimilasyoncu, ötekileştirici, taklitçi reflekslerle yapılıyor. İkisi de bir çizginin iki aşırı ucu olsa da Müslümanı kimliksizleştirmekte ve kendisine yabancılaştırmakta aynı noktada kesişiyorlar ve ikisi de yeni ve anlamlı bir şey söylemiyor. Bu nedenle bu anlayışları bir yana bırakarak bir miktar üçüncü yaklaşım üzerinde duralım.

İslam Düşüncesi Kaynaklarıyla Nasıl İlgilenmeliyiz? - Yörünge Dergisi

Bu yaklaşım Müslümanların siyasi, askeri ve ekonomik anlamda güçlü olması ile fikir ve düşünce alanlarındaki durumunu farklı analiz etmektedir. Onlara göre Müslümanların bir zamanlar güçlü devlet kurmalarının ve yedi düvelden insanın gönlünde taht kurmasının nedeni Kur’an vahyi ve bu vahiy ile şekillenen Resulullah ve arkadaşlarının kurucu iradesiydi. Öyleki, İslam’ın birinci ve ikinci yüzyılında Müslümanlar, Kur’an vahyinin ve ilk kurucu iradenin etkisiyle ve bunlardan esinlenerek hem düşünce ve fikir alanında önemli çalışmalar/ eserler ortaya koydular hem de gerçekleştirdikleri paylaşımcı, adil toplum ve devlet tasavvurlarıyla İslam’ı ve Müslüman egemenliğini çok kısa süre içerisinde dünyanın üçte birini kapsayacak hale getirdiler. Bireysel anlamda da irade ve sorumluluğu önceleyen, özgürlükçü yaklaşımlara sahiptiler. Bu anlayışlarından uzaklaştıkça hem zihinsel/fikirsel alanda fakirleştiler, bir kısır döngünün içine girdiler hem de ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri alanlarda da çözülmeler yaşamaya başladılar. Her güçlü karşılaşmada biraz daha eriyerek bugünkü duruma evirildiler.

Bu tespitler gerçekten önemli ve üzerinde durmayı hak ediyor. Bu insanlar, eğer yeni bir fikriyat oluşacaksa öncelikle günün ruhuna ve gerçekliğine uygun bir inşa edilmesi gerektiği, bunun için de sadece Müslüman tecrübenin ve bu tecrübe ile yüzleşmenin tek başına yeterli olmayacağını, aynı zamanda tüm insanlık tecrübesinin önemli olduğunu ve onlarla yüzleşilmesi gerektiğini, özellikle Aydınlanmacı Batı Modernizmiyle (dinden kültüre, sosyal bilimlerden fiziki bilimlere, eğitimden ekonomi ve siyasete vs.) her aşamada ve boyutta hesaplaşılması gerektiğini açık ve dolaylı bir şekilde hep ifade ede geldiler. Tarihi süreç incelendiğinde üçüncü cevap taraftarlarının iddia ve tezlerinin tarihi gerçekliğe uygun düştüğü ve yeni bir fikriyat için ümit aşıladığı kapıların tümden kapalı olmadığını da ortaya koymaktadır.

Müslümanların tarihi gerçekten de denildiği gibi yaşandı ve önce paylaşımcı, adil toplum ve devlet tasavvurundan vaz geçildi, İmparatoryal düzene geçildi ve süreç içerisinde Kurucu metinlerin hemen hemen bütün ilkeleri, özellikle de köşe taşları yerlerinden oynatıldı. Buna rağmen yeryüzünün içinde bulunduğu gerçekliğin de etkisi ve katkısı ile Müslüman egemenliği Moğol İstilaları ve Haçlı Seferleri gibi pek çok meydan okuma ve kırım ile karşılaşsa da güçlü yapısını 17. Yüzyıl sonlarına kadar devam ettirdi. Aynı şekilde Müslüman topluluklar en özgür ve mutlu topluluklar olmasalar da yeryüzünün en müreffeh toplumları olarak varlıklarını sürdüre geldiler.

Ancak Müslümanlar İslam’ın ilk yüzyılından itibaren hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda adil paylaşım, sorumluluk ve irade özgürlüğü gibi konularda İlahi vahyin ilkelerinden ve kurucu irade tecrübesinden uzaklaştıkça düşünce ve fikri alanlarda bir içe kapanma, taklitçi ve savunmacı bir anlayışa evirildiler. İlmi ve fikri çalışmalar yok oldu. Bu konularda kafa yoranlar hem toplum hem de devlet tarafından takibe alınarak cezalandırıldılar; zındıklıkla ve dinden çıkmakla itham edildiler. Toplum özellikle İslam’ın üçüncü yüzyılından itibaren kaderci ve özgür irade karşıtı Eş’ari kelamı ile Şafii-Hanbeli Fıkhının tahakkümü altına girdi. Bunun bir tezahürü olarak Tanrı tasavvuru da değişti, ilk on yıllarda adil ve merhamet sahibi bir Tanrı tasavvuru egemen iken devletin işleyişine paralel olarak kadiri mutlak ve iradesinden sual edilemeyen bir Tanrı tasavvuruna dönüştü. Ancak bu taklitçi ve savunmacı egemenlik ve anlayış da Aydınlanmacı sömürgeci istila ile birlikte iktidarını ve toplumsal karşılığını kaybetti. Hem devlet olarak hem de toplum olarak yenilmiş oldular.

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
Halit ATAOĞLU | 25.12.2022 10:53
Kalemine yüreğine sağlık sayın hocam