metrika yandex
  • $34.34
  • 37.65
  • GA21490

Müslüman Kültürde Cemaat Olgusu Ve Cemaatçilik-3

MEHMET YAŞAR SOYALAN
05.03.2023

Bugünün Gerçekliği: Modern Zamanlarda Geleneksel Toplum Telakkileri veya Modern Zamanlarda Eski Zaman İnsanları ve Eski Zaman Şehirleri

Bu “fetihçi/savaşçı” anlayışın oluşturduğu ve Müslümanların bir millet olmasının önündeki en önemli engellerden birisi Müslüman coğrafyada gerçek anlamda bir “şehir”in kurulamamış olmasıdır. Çünkü hem yeni kurulan şehirler, hem de eski şehirlere yapılan ekler ve yerleşim biçimi, savaşların bir yansıması olarak kabile merkezli olmak durumunda kalmıştı. Eskiden, cahiliye döneminde, vahasında veya çöldeki beldesinde bir kabile hiyerarşisi ve kültürü çerçevesinde, dolayısıyla kendi aralarında bir bütün olarak yaşayan kabileler, bu hiyerarşik yapılarını ve mevcut geleneklerini kendilerine ayrılan mahallelerde yaşatmaya devam ettirmişlerdi. Her kabileye ayrı mahalleler tahsis edilmiş, böylece çöldeki yaşam biçimlerini bu mahallelerde/gettolarda sürdürebilmişlerdi. Böylece Arap Yarımadasından/ çölden kadim dünyaya/ Mezopotamya’ya, Suriye’ye, İran’a, Mısır’a inip, buraların önemli ve tarihi şehirlerine yerleşen kabileler, bu yeni gettolarında/ vahalarında diğer kabilelerle ve şehrin yerlileriyle gereği gibi tanışıp kaynaşmadan, kendileri kalarak, dışarıdakini de ötekileştirerek yaşaya gelmişlerdi.

Çünkü savaş konseptinin oluşturduğu güvenlik endişesi ve asimilasyon korkusu, Kabile asabiyesinin kutsanması, Resul sonrasında ilk dönem Müslümanlarının cahiliye/ kabile yerleşim, şehirleşme konseptine geri dönmelerine neden olmuştur. Daha sonraki yıllarda bu konsepte dini bir anlam yüklenmesi, bu konseptin İslami bir modelmiş gibi algılanması ve sunulması sonucunu da doğurmuştur.

Böylece Arap kökenli Müslümanların neredeyse tamamı bu garnizon şehirlerde çölde/ badiyede olduğu gibi “Millet-i İbrahim”in değil, ait olduğu kabilenin bir üyesi olarak yaşamaya devam etmişler. Göç ettikleri kadim coğrafyalardaki şehirlerde, o coğrafyaların yabancıları olarak kalmışlar, yeni çevreyle/ şehirdaşları ile bir kaynaşma ve dayanışma ihtiyacı hissetmeden, genellikle bir bedevi gibi, kabilenin bir dolgu malzemesi, bir tamamlayıcısı, bir neferi, savaşçısı olarak yaşaya gelmişlerdir. Elde edilen maddi ve manevi zenginlikler bu kabile algısı ve geleneği içerisinde tüketilmiştir. Yani bu garnizon şehirler, gerçek anlamda bir şehir olamadığı gibi kadim şehirlerde yeni göçlerle birlikte garnizon şehirlere dönüşmüştür. Dolayısıyla bu şehirlerde bile çok farklı din ve kültüre mensup müslim ve gayrimüslim yaşamasına rağmen çok-kültürlülük oluşamamış, önceki dönemlerden kalma bir çok-kültürlülük varsa bile Müslümanlar bilinçli bir şekilde bu kültürlülüğe mesafeli durmuşlar, bunun sonucu olarak da topluma örnek olacak sorumluluk sahibi, kendi tercihleri bulunan bireyler inşa edilememiştir. Daha öncesinde İslam’ın (Kur’an ve Resul’ün) inşa ettiği, sorumluluk sahibi örnek bireyler, daha sonraki dönemin zahiri ve sûfi din algısı, Arap asabiyesi ve bu çerçevedeki uygulamalar nedeniyle ortadan kaybolmuştur. Zaman zaman bu örnek Müslümanı diriltme çabaları olmuşsa da bugüne kadar önemli bir başarı elde edilememiştir.

Çünkü sürekli fetih/savaş hâli sadece cephedekilerin değil cephe gerisindekileri de teyakkuz içinde bir hayat yaşamalarına neden oluyor. Bu sürekli teyakkuz durumunun topluma, özellikle de garnizon şehirlerde yaşayanlara çok yönlü etkileri oldu. Onların düşünüş ve davranış biçimlerini militarist bir karaktere evirdi. Bunun sonucunda imparatoryal dönemlerin siyasi ve ekonomik kurumları, yönetim anlayışları ve şekilleri, birey, toplum ve devlet ilişkileri merkeze alınarak Müslüman toplum kendisini yeniden üretti. Yaptıkları şey kadim güç merkezli iktidarların yeni bir uyarlamasından başka bir şey olmadığı için Müslümanlar genel itibariyle imparatoryal dönem kültürlerinin taşıyıcıları olarak toplumlardan bir toplum haline gelmişlerdi. Hayat bu minval üzere sürerken ve yeni bir Müslüman prototipi ortaya çıkmış iken Müslümanlar İslam’ın adil düzenini ve ahlak yapısını ayakta tutabileceklerini varsaymışlardı. Ancak gelinen nokta ortadadır ve ortada olan durum yeni bir durum değildir.

Müslüman zihnin ve toplumsal yapılanmasının bu otoriter ve baskıcı karakteri Müslüman şehirlerin yapılanmalarında ve şehir planlamalarında açıkça görülebilmektedir. Şehrin böyle bir karaktere sahip olmasının fetihçi anlayış dışındaki diğer önemli bir nedeni İmparatoryal kültürle bedevi kültürün evliliğidir. Sürekli fetih anlayışı ve bu iki kültürün mecz hâli bu şehirlere Müslüman duyarlılığının, adalet ve merhamet anlayışının sirayet etmesine izin vermedi. Bu şehirlerdeki köle pazarları bu durumu yeteri kadar anlatıyor olsa gerektir.

Baştan beri anlatmaya çalıştığımız pek çok olay ve durum, Müslümanları, İslam’ın bilinç, sorumluluk ve özgürlük üreten ortamından uzaklaştırarak, tepkisel, içe dönük, kendine güvenmeyen, öteki üreten ve ürettiği bu “öteki”yi sürekli kendisine düşman gören bir algının oluşmasına neden olmuş. Bu nedenle bu algı, Müslüman zihnin otoriter merkezli bir dünyaya kayması ve her konuya güvenlik zaviyesinden bakması sonucunu doğurmuş ve durum bugüne kadar da böyle devam ede gelmiş.

“Bu durum” dediğimiz şey, ahlak, merhamet ve irade sahibi, adil, sorumluluğunun bilincinde olan, ötekileştirmeyen, çevresiyle barış içinde ve hakkaniyet ölçüsünde yaşayan Müslümanın, çevresine hükmeden, ahlak ve adaleti değil gücü ve mülkü merkeze alan, bir yanıyla kör kaderci bir yanı ile kadir-i mutlak insana dönüşmüş olmasıdır. İslam’ın ilk yüzyılından itibaren üretilen, “insanın Allah’ın halifesi olması” tezi de bu kadiri mutlak insanın tezahüründen başka bir şey değildi zaten.1 Bu geriye doğru evirilme sadece insanın zihinsel serüveniyle sınırlı kalmamış, yapıp ettiklerine yansıdığı gibi, kurduğu yapılar, ortaya çıkardığı ürünler de bu yönde olmuştur. Üstelik tüm bunlar, insana irade ve seçme hakkı vermeyen, adaletinden değil, gücünden emin olamayacağımız kadiri mutlak Allah anlayışını merkeze alan, mutlak itaatçi ve bireyin iradesini yok sayan Cebriyeci bir anlayışın gölgesinde olup bitmiştir.

Aslında bugün de Müslümanların yaşadığı coğrafyayı merkeze alarak konuştuğumuzda hem birey toplum ilişkisi ve toplumların karakteri açısından hem de Müslüman coğrafyadaki şehirler ve şehirleşme açısından geçmişteki fotoğrafa benzer bir fotoğraf ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Birey ve toplumun bütün gelişmişliğine, “ ekonomik, siyasi ve sosyal devrimler”e, baş döndüren teknolojik yeniliklere rağmen, Müslüman toplumun ve yaşadığı şehirlerin yapısında, önemli ve olumlu bir değişiklik olmamış aksine kaos, karmaşa, maddi ve görsel kirlilik daha büyük boyutlara ulaşmıştır.

Müslüman coğrafyadaki şehirlerin büyük kısmı bugün belki “garnizon şehir” görünümünde değildir ama hem yerleşim ve planlama hem de mimari yapısı açısından daha kaotik bir hale gelmiş durumdadır. Üstelik Müslüman topluluklar, ataerkil ve asabiye merkezli yaşam biçimlerini sadece köylerde, küçük yerleşim birimlerinde değil şehir ve metropollerde de aynı şekilde sürdürmektedirler. Teknolojinin imkânları nedeniyle şehirlerin mimari yapısı alabildiğine değişmiş olsa da şehirlerin sosyolojisinde ve toplumsal mimarisinde fazla bir değişiklik olmamıştır. Öyle ki özellikle iç ve dış göçün devasa boyutlara ulaştırdığı bugünün metropollerinin içler acısı hâli neredeyse İslam’ın ilk yüz yılındaki şehirlerle aynı. Koca koca metropoller iç içe girmiş gettolardan, modern kabilesel yapıların mahallelerinden oluşuyor. Her metropolde onlarca ayrı şehir, kasaba ve köy kurulmuş sanki. Asabiye buralarda modern şekliyle varlığını devam ettiriyor ve ataerkillik bütün boyutları ile üstelik daha da karmaşıklaşarak, arabeskleşerek varlığını sürdürüyor.

Ataerkil kabilesel anlayışların, modern ve aktüel adıyla mikro milliyetçiliklerin ve tabi ki otoriter hayat algısının devam ettiği bu yerleşim birimlerinde özgür düşünceli ve sorumluluk sahibi bireyler yetişmemektedir. Çünkü şehir sakini kendisini, kendi fikir ve eylemleri ile değil kabile/ aşiret, cemaat aidiyeti üzerinden tanımlamakta ve içinde bulunduğu etnisetenin/yapının ürettikleri üzerinden var kılmaktadır. Günümüzde modern kabileler olarak adlandırabileceğimiz ulus devletlerin birey ve toplum olarak tezahürü de bundan farklı değildir. Dolayısıyla ulus devletler dâhil, bu tür yapılanmalardan sorumluluk ve irade sahibi bireyler değil, emredileni yapmaya hazır neferler, fedailer ve emir erleri çıkmaktadır. Zaten beklenti de bu yöndedir.

Kısacası bugüne geldiğimizde kendilerini İslam ile ilişkilendiren yapılanmaların, devletlerin, cemaatlerin, grupların hepsinin;

Lider merkezli, hiyerarşik/pramitsel/ dikey yapılanmalara dolayısıyla istişareyi dışlayan bir anlayışa,

Ötekileştiren ideolojik bir karaktere,

Bireyin iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldıran bir anlayış, gelenek ve dini tasavvura

sahip olduğu anlaşılıyor ve Müslümanların kahır ekseriyeti bu yapay gerçekliği olması gereken bir durum olarak görüyorlar. Dolayısıyla bu yapaylık ve yabancılaşma Müslümanların meydana getirdikleri toplumsal yapıların temel karakterini oluşturuyor. Bu yapılanmaların hiyerarşilerindeki katılık ve lider sultası tüm teknolojik yeniliklere ve dünyanın bireylerin avuçları içerisinde olmasına rağmen böyle oluyor, hatta bu teknolojik yenilikler FETÖ örneğinde açıkça görüldüğü gibi lider sultasını daha da ağırlaştırıyor. Çünkü teknolojik yenilikler şeffaflığı ve özgürlüğü değil, bağımlılığı ve sorgulanılmazlığı tetiklemektedir. Liderler ve cemaatlerin önderleri de bu durumdan sonuna kadar yararlanmaktadırlar. Bu açıdan baktığımızda modern görünümlü pek çok sivil toplum örgütlerindeki yapılanmaların da geleneksel hiyerarşi içerisinde oluştuğunu görürüz. Modern bir görüntü arz eden onlarca komite, komisyon ve çalışma grubu, doğal bir iş bölümüne ve bir istişarenin varlığına işaret etmez. Bu komiteler daha çok emir komuta zincirinin bir parçası olarak, emri hayata geçirmek için vardırlar. Dolayısıyla buralardan çıksa çıksa en iyimser haliyle, lideri, ya da cemaat veya yapıyı kutsayan, bir arı kolonisindeki işçi arılar ve işçi arılar düzeni çıkar.

Sonsöz Niyetine

Belki günümüzde cemaat/ yapı ve müntesip/üye ilişkilerini, onların aidiyetini, bu algı ve dogmalardan çok dünyevi çıkarların daha baskın bir şekilde belirliyor olduğu söylenebilir. Ve ayrıca bu gerçeklik, onların, kolaylıkla üye ve taban bulmalarının da en temel nedenlerinden biridir. Ancak bu sahiplenmelerin, çoğalmaların, irileşmelerin, nitelikten çok bir niceliğe işaret ettiği de başka bir gerçek olsa gerektir.

Üyelerdeki bu dünyevileşme talebi, cemaat ve yapılar çok dünyevileştiği için mi ortaya çıkmıştır, yoksa üyelerin böyle bir yaklaşım içinde olmaları mı cemaati bu noktaya getirmiştir? Bu durum biraz yumurta tavuk ilişkisine benzemektedir. Dolayısıyla hem üye cemaati bu noktaya itmekte hem de cemaat doktrini üyeyi böyle bir talep konusunda tetiklemektedir. Aslında bu, sonuç açısından o kadar da önemli değildir; sonuçta cemaat üyeden, üye de cemaatten memnun bir şekilde birbirlerini taşımaya devam etmektedirler. Günümüzdeki sivilinden resmisine mevcut durum bizim zaviyemizden maalesef bu şekilde görülmektedir.

Dünyanın küçülmesi, iletişim araçlarının gelişip yaygınlaşması, “Bu dünyevileşme talebi, kendisini ve içinde bulunduğu yapıyı sorgulamaya mı neden olur yoksa onu bulunduğu yere daha da bağımlı hâle mi getirir? sorusunun sorulmasına neden olsa da aslında cevap çok bellidir. Yeni teknoloji sadece Müslümanı değil, tüm insanlığı zaptu rapt altına almakta, dolayısıyla güçlü ve egemen olana kanalize etmektedir. Bazılarının iletişim araçlarının gelişip yaygınlaşmasının birey ve toplumlar arası etkileşimi arttıracağı, bu yolda bazı yeni imkânlar ortaya çıkarabileceği ve bu durumun bir sorgulamaya yol açacağı iddiasının ne kadar mümkün olacağını da yaşayıp göreceğiz veya yaşayanlar görecektir.

Ancak biz şunu çok açık bir şekilde görüyoruz: doğrudan bir dünyevileşme/ zenginleşme talebi olmayan, çalışmaları böyle bir sonuç doğurmayan ve yatay ilişki biçimine/ örgüt yapısına ve bu yönde ilkesel bir duruşa sahip, hak ve adaleti herkes için savunan toplumsal yapıların geçmişte ve günümüzde üye/ taraftar bulmakta zorlandıklarını görüyoruz. Bu tür oluşumların ayrıca kendilerini ifade edecek, projelerini gerçekleştirecek maddi araçlara, imkânlara da sahip olamadıklarını da görüyoruz. Üstüne üstlük bunlar, diğer yapılar tarafından da dışlanıyorlar. Bunun böyle olmasında, kendi hatalarının olup olmadığının bu yapılar açısından bir özeleştiri konusu yapılması zorunluluğu inkâr edilemez ama insanlık tarihi göstermiştir ki sorumluluğa ve özgürlüğe talip olmak çok matah bir şey değildir ve insanlar genel olarak düşünme ve sorumluluk almaya mesafeli olagelmişlerdir.

Not: Bu Makale Yetkin Düşünce Dergisi’nin 19. Sayısında Yayınlanmıştır.


 

1 Oysa Kur’an’da çok açık bir biçimde “İnsanın yeryüzünün halifesi” yani yeryüzünün en son yaratılanı, bir anlamda sorumlusu, yeryüzünün onun yaşamasına hazır hale gelmesinden sonra insanın yeryüzündeki serüveninin başlaması meselesinden söz etmiştir. “Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife (ona sahip çıkacak birini) yaratacağım” demişti” Bakara:2/30), “Ey Dâvûd! biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Boş arzu ve heveslere uyma, yoksa onlar seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad:38/26)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş