metrika yandex
  • $21.3
  • 22.9
  • GA1445

Müslüman Kültürde Cemaat Olgusu Ve Cemaatçilik-2

MEHMET YAŞAR SOYALAN

24.02.2023

Cami Cemaatinden” İslam Cemaati”ne

İslam, insanın toplumsal bir varlık olduğunu, kendisini ancak bir toplum içinde var edebileceğini ifade ve teyit eden bir dindir: bütün mesaj ve yönlendirmeleri onun bu özelliğine yöneliktir. Bu durum ibadet, emir ve yasaklarında açıkça görülür ve bu toplumsallığı adalet ve sorumluluk çerçevesinde güçlendirmeye ve geliştirmeye çalışır. Dolayısıyla İslam adil, akil ve sorumluluk sahibi, ahlaklı bireyi merkeze alsa da asıl hedefi üyelerinin birbirine karşı sorumlu olduğu adil bir toplumsal yapı oluşturmaktır. Bu yüzden Müslüman kültürde cami ve mescit kültürü merkezi bir konuma sahiptir. Müslümanların Yaratıcılarına saygı ve şükranlarını ifade edebilmek için bir araya geldikleri bu mekânlara “cami” ismini vermeleri toparlanmaya ve topluluk olmaya verdikleri önemi göstermektedir. Bazı fitne ve kriz dönemleri hariç Müslümanlar, hangi etnik yapı, düşünce, anlayış ve sınıftan olursa olsunlar cami ve mescitlerde omuz omuza yan yana durabilmişlerdir. Bu anlamda camiler Müslümanların varlıklarını sürdürebilmelerinde başat bir rol üstlenmiş gibi görünmektedir.

İşte Müslümanların cami ve mescitlerde veya herhangi bir yerde birlikte namaza durma hali İslam’ın ilk günlerinden itibaren “cemaat” veya “cemaat olma” şeklinde/ ifadesi ile tasvir edilmiş, camiye giden Müslümanlara da, “cami cemaati” ismi verilmiştir. Müslümanlar hangi hizip, fırka ve mezhepten olurlarsa olsunlar camilerde bir araya gelebilmişler, birbirine karşı buğz içinde olsalar hatta birbirlerine kılıç çekseler bile cami ve mescitler onların en alt düzeyde de olsa bir asgari müşterekleri, ortak mekânları olarak kabul edile gelmiştir. Cami cemaati olmanın bu hayati işlevi ve olumlu anlamı, “cemaat” kelimesinin bazı fırka ve gruplara, toplumsal yapılandırmalara isim olması ile birlikte önemli ölçüde zayıflamış ve ciddi bir içerik ve anlam değişikliğine uğramıştır. Müslümanların birlikteliğini ifade eden bir kelime/kavram olmaktan çıkarak, tüm farklılıklarına rağmen camide bir arada olmayı değil tam tersi bir manada, Müslümanların sadece bir kesimini, “a cemaatini”, “b cemaatini” tasvir eder olmuştur. Daha düşündürücü olanının ise özellikle “cami cemaati” ifadesinin bu kesimlerce istihza konusu yapılıp cami cemaatinin horlanıyor/ aşağılanıyor olmasıdır. Bu istihza durumu bile “cemaat” kelimesinin içinin nasıl boşaltıldığını ve “fırka”, “hizip” kelimeleri gibi ötekileştirici bir anlamda kullanılmaya başlandığının en bariz göstergesidir.

Hele hele, 15 Temmuz darbe girişimi ile Batılı devletlerin taşeron örgütü olduğu net bir şekilde ortaya çıkan bir grubun, kırk-elli yıldır “cemaat” ismi ile adlandırılıyor olması nedeniyle Müslümanlar/ insanlar bu kelimeyi, hatta “cami cemaati” ifadesini bile kullanmaktan imtina eder/ çekinir hâle gelmiştir. Kelime bu taşeron yapıya isim olması ile birlikte zaten uzak olduğu köklerinden biraz daha uzaklaşmıştır.

Şimdi de, ne oldu da böyle oldu? “Milleti İbrahim” olma idealine ne oldu, sorusuna cevap arayalım: Yani ne oldu da Kur’an ve Resulullah’ın Müslümanları bir millet yapma iradesi ve mücadelesi kesintiye uğradı? İslam ve Müslümanlık bir fırkalar, hizipler, mezhepler konfederasyonuna dönüştü? Adil ve paylaşımcı bir toplum/devlet yapısından otokratik, benmerkezci, hazcı/ konformist bir toplumsal yapıya evirildi. Şimdi de biraz bu soruların cevaplarını arayalım ve cemaatlerin tarihten günümüze bu otokratik ve ötekileştirici yapılarının fikri ve dini kodları üzerinde duralım.

 “İslami Cemaatlerin” Zihinsel Kodları; Din, Dünya ve Tanrı Tasavvurları

Cemaat ifadesinden bağımsız olarak Müslüman kültürdeki “cemaat” olgusuna yani kendilerini “cemaat” olarak ifade eden toplumsal yapılara dikkat kesildiğimizde her birinin kendilerini parti ve hizip olmayı aşacak şekilde tastamam bir devlet gibi tasavvur ettiklerine şahit oluruz. Örgütsel yapıları, teşkilatlanmaları, üyeler arası hiyerarşik yapıları, oluşturdukları kurumlar ve kurumlar arası ilişkiler modern devleti aratmayacak özelliktedir: Adı vergi olmasa da vergi de toplamaktadırlar, yargılama da yapmaktadırlar. Eğitim, sağlık, iletişim- basın- yayın, finans ve ekonomi konuları zaten sıradanlaşmış işlerdendir ve her birinin bu alanlarda ayrı kurumları bulunmaktadır. Bu yapıların kendi içlerinde dini teşkilatları/teşkilatlanmaları da vardır ama aslında bizzat kendileri bir dini kurum hüviyetindedir. Bu yapılar, devlet içinde devletten daha öte bir durumdadır ve cemaat adına devletle pazarlık yapabilmekte, protokoller, sözleşmeler imzalayabilmektedir. Tabi bu imzalar elle değil dillerle atılmaktadır ve onlar açısından esas olan uygulamadır. Devletin şekli ve kimliği ne olursa olsun bugüne kadar yapılan protokoller kusursuz bir şekilde uygulana gelmiştir. Modern öncesi dönemlerde de cemaatler (yani aşiretler, hizip ve fırkalar) özerk yapılardı ama hiçbir dönemde günümüzdeki kadar örgütlü ve güçlü değillerdi. Bu durum elbette sadece ülkemizle sınırlı değil, tüm Müslüman coğrafya için geçerlidir.

Müslüman topluma ait her bir toplumsal yapının kendisini bir din ve devlet gibi görmelerinin pek çok nedeni vardır ama bu anlayışın temelinde tanrı ve varlık tasavvurları yatmaktadır. Bu gerçeklik bugüne özgü değildir, neredeyse İslam’ın ikinci yüz yılından beri böyledir. Öyleki hem hâkim Sünni İslami hem de Şii İslami oluşumlarda ve bunların türevi konumundaki yapılardaki bu durum açık bir şekilde görülmektedir ve hâlihazırdaki tanrı ve varlık tasavvurları bu yapıları şekillendirmektedir. Yaşana gelen gerçeklik bu yapıların irade hürriyeti ve bir adalet tasavvurundan yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca hem fetihçi ve ganimet merkezli din ve toplum tasavvuru hem de Müslüman toplumun batinilik- zahirilik arasında sıkışmışlık hali, sorunun içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur. Bu yapıların hem bireysel hem de toplumsal anlamda hesap verebilirlik anlayışına yabancılıkları yanında “takiyye”nin dini bir kimlik haline gelmesi iletişim ve etkileşimi imkânsız hale getirmekte, böylece bu yapıların birbirine yabancılıkları daha da derinleşmekte ve birbirlerini öncelikli ortadan kaldırılması gereken düşman yapılar olarak kodlamalarına neden olmaktadır. Bu nedenle de bu “kardeş yapılar/ cemaatler” arasındaki husumet bir türlü sona ermemektedir.

Bu yapıların, zihinsel kodları ve akideleri, daha kadim dönemlerde bu iki temel (irade hürriyeti ve adalet ilkesi) ilkeyi devre dışı bırakacak şekilde inşa edilince, ortaya çıkan davranışlar da hem bireysel hem de toplumsal anlamda bu gerçekliğe uygun olarak tezahür etmiştir. Yani bu yapı ve oluşumların Allah ile ilgili tasavvurları, dünya ile ilgili tasavvur ve beklentilerini şekillendirmiştir. Bu farklı Allah tasavvurları tercih edilen hayatla yakından ilgilidir. Dolayısıyla bir taraftan bakıldığında teori pratiği belirlemiştir, başka bir noktadan bakıldığında ise pratik teoriyi ortaya çıkarmıştır. Sürekli birbirini tetikleyen bir durum söz konusudur. Çünkü sözünü ettiğimiz bu teoriyi oluşturan şey, İslam öncesinin geleneği ile Resul sonrası ilk on yıllarda yaşananlardır. Bu açıdan herhangi bir bireyin/kişinin dünyası bu şekilde oluşunca, içinde bulunduğu toplumsal yapılar da aynı algı çerçevesinde şekillenmek durumunda kalmış, mevcut örnekler de bu durumu teyit etmiştir. Yani, hem zihni algılar (teorik yapı) hem toplumsal yapılanmalar, yönetim şekilleri, hiyerarşik yapılanmaları hem de ortaya koyulan uygulamalar otoriter ve kişi merkezli bir durum arz ediyordu. Ayrıca bu anlayışın sadece Müslümanlara özgü olmadığını, İslam’ın ortaya çıktığı dönemlerde yeryüzündeki, egemen algı ve uygulamaların da bu yönde olduğunu söylemeliyiz.

Aynı şekilde sonraki dönemlerde Müslüman zihnin şekillenmesine “fetihçi/savaşçı ve ganimet merkezli” yaşam biçiminin önemli etkisi olmuş, Müslüman kuşaklar cepheden cepheye koşarken ve bunu kendileri için bir ayrıcalık/üstünlük olarak görürken, büyük ölçüde ekonomik ve ticari hayatın dışında kalmışlardır. Çok zaman bunu bir tercih olarak ortaya koymuşlardır. Bu anlayış ve yaşam biçiminin, özellikle asker bir millet/ümmet olmanın bir sonucu olarak Müslümanlar savaş/cihad dışında dünya işlerinden ellerini ayaklarını çekmişler ve mistik yapılanmalara meyleder olmuşlardır[1]. Osmanlı tecrübesi bunun ilginç örnekleriyle doludur.

Bu nedenle tarım, ticaret ve zanaat büyük ölçüde gayri Müslimlerin veya İslam’ı özümseyememiş “yeni Müslümanların” tekeline geçmiştir. Benzer bir durum ilim/bilim, felsefe, edebiyat ve sanat için de söz konusu olmuştur. “İslami İlimler” diye ifade edilen Hadis, Fıkıh, Tefsir ve Kelam dışındaki bütün alanlar gayrimüslimlere bırakılmıştır. Bir şekilde, felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya konularına merak salan ve ürünler ortaya koyan Müslümanlar zındıklıkla suçlanarak Müslüman toplumun dışına itilmişlerdir. Müslüman toplumlar, madalyonun farklı iki yüzü olan selefilik/ zahirlik ile sûfilik/batinilik arasında sıkışıp kalmışlar ve İslam algıları bu yapıların anlayışlarıyla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla evren/dünya, insan, adalet, devlet, bilgi ve siyaset tasavvurları bu çerçevede oluşmuştur. Kurdukları kurumlar/ yapılar, devletler, topluluklar, fırkalar ve cemaatler bu anlayışlar çerçevesinde şekillenmiştir. Kadim Arap coğrafyası selefiliğin/ zahirliğin etkisi altında kalırken diğer Müslüman coğrafya ise Sûfi anlayışın etkisi altına girmiştir. Bu durum modern zamanlarda da pek değişmişe benzemiyor.

 

[1] Mistisizm/ sûfizm ve savaş birbirinden çok uzak kavramlar gibi görülür, ancak Müslüman tecrübesinde özellikle Türk tecrübesinde sûfilik savaşın/cihadın itici gücü, hatta insan kaynağı anlamına gelmektedir. Bu gerçeklik 10.yy’dan itibaren Anadolu, Balkanlar, Kuzey ve Orta Afrika ve Asya, yani Arap coğrafyası dışındaki tüm bölgelerde fetih hareketlerinin en belirgin ivme kaynağı ve kesişim noktası pek çok rengi ile bu sûfi hareketler veya sufi fikriyattır.

 

Not: Bu Makale Yetkin Düşünce Dergisi’nin 19. Sayısında Yayınlanmıştır.

Yorum Ekle
Yorumlar (3)
Ahmet Gönüllü | 26.02.2023 20:39
Temel paradigma: " ... Kur’an, indiği dönemin retoriğini/dilini kullanarak öncelikle o dönemin sorunlarına cevap üretmiş, dolayısıyla cahili algıyı ilga veya tashih ederek kendi sistematiğini oluşturmuştur. Sonraki dönemlere de o dönem kültürü üzerinden seslenerek temel prensipler vazetmiştir. ..." Bu arkadaşı sakınmak gerek.
Mustafa Demir | 26.02.2023 13:35
Her yazınızda olduğu gibi, konuları doyurarak sunuyorsunuz. Kalem ve yüreğine sağlık.Taklitten esasa geçmek istiyorsunuz diye düşünüyorum.
Halit ATAOĞLU | 26.02.2023 12:28
Emeğine sağlık hocam
Çok okunan haberler
Çok okunan yazılar