Bir süre önce çok değerli dostum, güzel insan Mehmet Yavuz Ay aradı ve kendisinin de köşesinde yazı yazdığı “Hertaraf.com” Haber Sitesinde yazı yazmamı istedi.
Daha doğrusu patronunun isteğini iletti.
Çok memnun oldum ve cidden onore oldum ama, yazacağımdan tereddüt ettim çünkü ben, çok kolay yazan biri değilim, haftada bir, iki ancak “Haber7. com’ “ da yazabiliyordum zaten.
Ben bunu söyleyince, sevgili dostum da , bir periyoda bağlı olmadan yazabileceğimin yolunu açtı.
Böylece anlaştık.
Bugün Yani, ilk gün; Mehmet Yavuz Ay ile ilk tanıştığımız Diyarbakır’ı ve onu anlatmaya çalışan bir yazı ile besmele çekmiş olalım, İnşallah arkası gelir.
Bu yazı yıllar önce onun “büyük gadre” uğradığı zamanlarda yazıldı, fakat ne kendisine ulaştırdım, ne de bir yerde yayımladım.
Nasip bugün, burada imiş.
Yazı yukarıdaki başlıkla başlıyor : Merhaba Binbaşı’m ve devam ediyor...
Diyarbekir’i hatırlar mısın, Diyarbekir Orduevini ?
Hani sıcacık yaz akşamlarına katılan yürek dostluklarının gönüllerimizi derinden derine saran ısısında neredeyse sabahlara kadar uzayan sohbetleri..?
Sen ki; yeryüzü mazlumlarını, mağdurlarını, yetimlerini, öksüzlerini ve hakları gasp edilmiş ve zulümlere maruz kalmış bütün insanları o kocaman yüreğine alır ve onlarla yatar, onlarla kalkardın.
İnsanları seven Güler yüzlü ve başarılı bir askerdin.
Evet, çok başarılı bir askerdin.
12 Eylülden hemen sonra bölgenin köylerinde bir bölük komutanı olarak yaptığın çalışmaları anlatırken, nasıl heyecanlanırdık, hatırlıyor musun?
İnsanlarla kucaklaştığını, kaynaştığını, çocukların başını okşadığını, yollarını yaptığını, yaşlı ve hastalar için uzaklardan su taşıdığını..
Demiştin ki: “ Bir köye ilk girdiğimizde insanlar tedirgin oluyordu, korkuyorlardı.
Ürkmüş ve sinmişlerdi.
Ne yazık ki, bizden önce gidenler bu insanlara zulmetmişlerdi.
Ama, biz gittikten bir süre sonra yanımıza geliyorlar, selam veriyorlar, merhaba edip karşılıklı hal, hatır soruyoruz.
Hele vakit müsaitse birlikte Camii’de Namaz kalıyorduk, kaynaşıp, her biri ile kırk yıllık dost oluyorduk.”
Sevgili dostum sahi, seni işinden attıkları, bunca yıllık emek verdiğin ve nihayet binbaşı olduğun işine son verdikleri doğru mu?
Peki, ama neden?
Bir tankçı olarak yetenekli olduğunu iyi biliyorum.
Disiplin, emniyet, vatan sevgisi, cesaret, savaşçılık, beceri, kararlılık...bir asker için ne gerekiyorsa hepsi sende fazlasıyla var.
Fazlasıyla deyince aklıma geldi; fazlasıyla sende güzel ahlak, beş vakit namaz, düzgün bir karakter...
Böyle bir askerden kime ne zarar gelirdi ki?
Bilemiyorum belki de, bu güzel meziyetlerin sahibi olan bir asker istenmiyordur, belki de, Güneydoğu Anadolu köylerinde bir bölük komutanı ilk kez kuralların dışına çıkarak halkı “insan” yerine koyduğu için istenmiyordur.
Yani istenmedin.
O, Diyarbekir Orduevi bahçesinin, gecelerinden bir gecesinden kırık dökük bir hikâye aklımda kalmış.
Sanırım şöyleydi:
Buralarda bir yerlerde boylu mu, boylu, soylu mu soylu, çok asaletli kocaman bir çınar ağacı varmış.
Bütün ağaçlar onun boyuna, yeşilliğine, rüzgâr vurduğunda nazlı, nazlı salınmalarına hatta, yıllara meydan okuyuşuna imrenirlermiş.
Günlerden bir gün, bu çınarın dallarından birine soylu bir yiğidi asmışlar.
O yiğit bir ilim insanı imiş ve dinsizliğe, haksızlığa, zorbalığa, ırkçılığa karşı çıkmasından dolayı asılmış.
Çınar ağacı bunu duyunca utanmış.
Kendi dalında bir mazlumun, üstelik de bir âlimin asılmasını hazmedemeyip kurumuş.
Gel gelelim senin “Yol Yağmur ve Hüzün”deki “Evvel Zaman İçinde” başlıklı şiirsel öyküden kısa bir alıntı yaparak, bu can yakıcı bahsi, şiirin derin sularından kanatlanan buharlara karışıp ve bir zaman gelip de, cemre olup toprağımıza rahmet rahmet yağmasını bekleyelim, derim :
...bir karanlık bir boğuntu bir karmaşayla gelen / sardığı yeri kül edip geçen sönmeyen ateş dansları / kadınlar paralar egemenlikler saraylar / ve bırakılmayan gözardı edilmeyen tapınışlarda / büyütülüp ululaştırılan yontular vardı artık.
Ama tüm gelişlerinde tüm fırtınalarında tüm tapınışlarında / insanların / ayak izleri topraklara bezenen seslenen duyuran / kimilerini çıldırtan kimilerini gönülden bağlayan / elçiler haber taşıyıcılar / Ademler İbrahimler İsalar Musalar Muhammedler vardı.
Ebabil kuşlarının yolunda savaştığı bir kent / kentte bir yapı / yapının içinde yontuların haşmeti sürerken / bir zamanı yüreğinde saklayan / ve tüm zamanlara egemenliğini haykıran / uzayan bir asayla yontuların devrildiği zamanlardan bir zaman vardı...”
Sevgili Binbaşı’ım; senin söz konusu ettiğin yontulardan bir yontu yapılırken ve sen de oralardan bir yerlerden geçip giderken, kabul et ki gözüne bir çapak kaçtı, biraz toz bulaştı üstüne, olanların hepsi bu.
Ordudan atılanlar listesinde adını 14 Aralık 1996 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde gördüm.
Olsun.
Müsterih ol.
Senin güzellikler dolu meziyetlerinden rahatsızlık duyanlar bir gün mutlaka yaptıklarından utanacaklardır.
Tarih kitapları elbette yazacak bunları.
Şimdi düşünüyorum da, çok şey değişmiş olmasına rağmen, hâlâ hiçbir şey değişmemiş.
Hertaraf okurlarına merhaba.
Ferman KARAÇAM
fermankaracam@gmail.com
fermankaracam@twitter.com
https://twitter.com/fermankaracam
facebook.com/ferman.karacam