SAYIN YOLCULARIMIZ!
Antalya’da yapılan bir toplantıya katılmışlardı. Konu, ‘İslam’ın kadınlara verdiği haklar, aile ve sorumluluklar’ idi. Ülkedeki farklı ilahiyat fakültelerinden gelen tamamı erkek hocalar, bu konuda yaptıkları konuşmalarla konuyu açıkladıklarını; son dönemde gücü ve eleştirileri artan feminist hareketin eleştirilerine ve Müslüman kadınların pek de yüksek sesle olmayan sorgulamalarına cevap verdiklerini düşünüyorlardı. Bunların çoğu, kendileri bir konuda konuşunca herkesin ‘A öyle mi? Peki, tamam öyleyse.’ diyeceğini düşünüyor; önceki kuşakta görülmeyen sert eleştirilerden -yaşları gereği- pek de haberdar olmadıklarından her konuya açıklık getirdiklerini düşünüyorlardı. ‘Kadının yöneticiliği, hâkim ve savcılığı, şahitliği, miras hakkı, nasıl yoluculuk yapabileceğinin ayrıntıları gibi’ bir sürü önemli(!) konuda önceki söylenenler, yeni sözcüklerle yeniden sunulmuştu bu toplantıda da. Çoğu eşleriyle gelen hocaların bir kısmı özel araçlarıyla gelmişlerdi, bir kısmı uçakla. Dönerken de büyük kısmı, Ankara üzerinden aktarma yaparak döneceklerdi. Bunlar, havaalanına gelmiş, Ankara uçağına binmiş, uçağın kalkmasını bekliyorlardı. Saat geldi, hareket edileceği anlaşıldı ve uçağın içinde pilotun duyurusu duyuldu: ‘“Günaydın hanımlar, beyler, sevgili çocuklar. Ben pilotunuz Aylin Yıldız, ikinci pilot arkadaşım Güler Deniz ve kabin görevlisi arkadaşım Erhan Yıldırım’la birlikte … sefer sayılı uçağımıza hoş geldiniz, diyoruz. Yolculuğumuz … saat sürecektir. … Son olarak, uçuşumuzun keyifli ve rahat geçmesini dilerim. Sizlerin güvenliği ve konforu bizim önceliğimizdir. Eğer herhangi bir sorun veya endişeniz olursa, lütfen bize bildirin. Tekrar hoş geldiniz ve iyi uçuşlar dilerim!’ Toplu olarak uçağa binen kongre katılımcıları ve eşleri, arada ne denildiğini anlamadan birbirlerine baktılar. Son derece narin ve ince bir sesin sahibi olan Aylin Hanım, içinde 200 civarında yolcu bulunan koca uçağı kaldırıp Ankara’ya götürecekti. Güncel yaşamın gerçekliği karşısında Ankara İlahiyat Fakültesinden bir hoca karısına dönüp dedi ki: ’80 km. falan tüm konuşulanlar, yaşadığımız bu durum karşısında çöp oldu.’
SARRAF KARISI
Ceylin, eşinin tanıdığı bir ailenin düğününe gitmek için hazırlandı. Oldum olası altın takmayı severdi. Giyindikten sonra ne kadar altını varsa hepsini taktı. Dirseklerine kadar bileziklerle dolu kolu, parmaklarındaki çeşitli yüzükler, dikkatleri çekecek kadar görünür küpelerden sonra aynada kendisine baktı. Gülümsedi. Düğüne, bir sarrafla evlenen arkadaşı Gülser de gelecekti. Bu nedenle de ne varsa taktı, görünüşünün ondan aşağı kalmasını istemiyordu.
Bir masaya oturdular. Masadaki yiyeceklere uzanan kolu, konuşurken anlamsızca hareket eden elleri, saçlarını omzundan arkaya atarak görünür kıldığı küpeleri yani tüm takıları dikkat çekecek kadar çoktu. O sırada arkadaşı Gülser ile eşi sarraf Ali Bey de gelmişti. Kim bilir neler takmıştı Gülser? Sanki oraya bakmıyormuş gibi yaparak görmek istiyordu ne taktığını. Gülser, Ceylin’in kendisine hangi amaçla baktığını bilerek önündeki masaya baktı, hiçbir şey takmamıştı hatta alyans bulunan elini de masanın altına çekerek başını eğdi, belirsizce gülümsedi.
KARIMA AŞIK OLDUM BEN!
Âdem’in pek kimsesi yoktu. Zor koşullarda okumuş, sonra yurt dışına çıkmış, orada da eğer karşılaşırsa uygun birisiyle evlenmeyi kafasına koymuştu. Tam da böyle biriyle karşılaştı. Ela, Hollanda’da doğmuş, yetişmiş, iyi bir eğitim almış, şu anda çalıştığı işinde de çok iyiydi. Rahmetli babasına ait evde yaşlı annesiyle oturuyordu. Tanıştıklarından kısa süre sonra Âdem, Ela’ya âşık olduğunu söyledi. Kısa süre sonra da evlendiler, üç çocukları oldu. Ela, çocukları kendi yetiştirmek için işinden ayrıldı.
Eve, Türkiye’den ve bulundukları çevreden gelip giden oluyor, Âdem kurulduğu köşeden karısına ‘Çay getir’, ‘Meyve getir’, ‘Kahve yap’ derken Ela’nın yüzündeki o pek az kimsenin görebildiği ve anlayabildiği acı gözlerinde titrediğinde, Âdem sözü hemen Ela ile tanışmalarına getiriyordu: ‘Ben görür görmez karıma âşık oldum.’ Ela herhangi bir konuyla ilgili konuşmak istediğinde daha cümlesini bitirmeden ‘Ela sen bi kızlara bak’ veya ‘Hayır, hayır öyle değil, sen bi çayları tazele’ diyerek Ela’nın cümlesini bitirmesine bile izin vermeden kendi konuşmaya başlıyordu. Ela’nın canının sıkıldığını anladığında hemen araya aynı cümleyi sıkıştırıyordu: ‘Ben görür görmez karıma âşık oldum.’ Ama Ela’nın yüzünde ne bir mutluluk emaresi ne bir gülümseme ne de eşine sevgiyle bakan bir göz vardı.
Hollanda’da eğitim gören birkaç arkadaşıyla onları ziyarete gelen öğrencilerden Berrin, boşalan bardakları doldurmak için kalkan Ela’nın elinden tepsiyi alarak mutfağa gitti. Tepsiyi koyduğu mutfak masasının üzerinde, arasında kalem olan bir defter gördü. Yemek tarifi defteridir, düşüncesiyle açtı. Açtığı sayfada şunlar yazıyordu: ‘Seven, sevdiğini incitmez, incitmeye kıyamaz. Gereksinimlerini sevgi sananlar ise karşısındakini kırar, incitir, yere çarpar, ezer ve becerebilirse kendi istekleri için onu yok eder. Kadınların akmayan gözyaşlarının, dile gelmeyen mutsuzluklarının nedeni budur. Bu kadınların çoğu, çocukları için birer kurbandır. Ama çoğu kere çocukları da bunun farkında değildir.’ Berrin doldurduğu çayları götürürken elleri titrediğinden hepsini tabaklara döktü. Âdem Bey, şaka olarak: ‘Berrin, ev hanımlığın pek iyi olmayacak galiba’ derken Berrin, Ela’nın yere bakan gözlerine bakıyordu.
ÇAĞDAŞ, ÇOK LAİK HEM DE FEMİNİST BİR KOCA
Evlenirken böyle olacağını düşünmemişti Zeliha. Çalışıyor, kazanıyor üç oğlunu en iyi koşullarda yetiştirmeye uğraşıyordu. Bir danışmanlık şirketi olduğunu söyleyerek evlendiği ancak tam olarak ne iş yaptığı belli olmayan ve para da kazanamayan kocası Ergun, evlendikten kısa süre sonra ayrı masraf olmasın diyerek bürosunu kapatıp karısına ait iş yerinin bir odasına yerleşmişti. Ara sıra gelen giden oluyor, o da kendisini çağıran olunca gidiyordu. Bir de dernek kurmuştu, toplumsal yarar için aynı iş yerini adres göstererek.
Odasında, karısının da duymasını istediğinden bilerek sesini yükselttiği Batı müziği dinliyordu yine. Çünkü bu beyefendi batıcı, modern, çağdaş, laik, feminist, eşitlikçi, aydın ve kendisini daha bir sürü şey sanıyordu. Zeliha bu gerçeğin farkındaydı ancak üç çocukları olmuştu. Bu saatten sonra değil, o, daha ilk çocuğuna hamile olduğu anda artık düşünmesi gereken öncelikli varlığın çocuğu sonra da dünyaya gelen diğer çocukları olduğuna karar vermişti. Zihninden bunlar geçerken sekreteri bir telefon bağladı Zeliha’ya, çocukların okul ödemeleri hatırlatılıyordu. Zeliha, okulun sekreterine yeni bir numara yazdırarak dedi ki: ‘Bundan sonra ödemeleri bu numaradan isteyeceksiniz. Bu numara çocukların babalarına aittir.’
BELKİ DE BİZ SUÇLU DEĞİLİZDİR!
Çocuklarıyla ilgili sorunlar yaşayan Güler şöyle anlattı: - Çocukların durumunu eşimle epeyce konuştuk. Ben biraz ağladıktan sonra dedim ki: ‘Biz neyi eksik veya yanlış yaptık da bunlar bu duruma geldiler, bu çocuklar böyle oldu?’ Eşim dedi ki: - Neden hep bizi suçlayıp duruyorsun, belki de suçlu onlardır. Bizim doğru davranmamıza rağmen yanlış yapan onlar değil mi? Belki de bizim suç saydığımız durumlar, onlar için doğal davranışlardır. Ya da biz onları yanlış anlıyoruzdur, olamaz mı?’
Büyük Direnişci Cevher Dudayev
22.04.2025
Mustafa Ökkeş Evren ile Derkenar..
20.04.2025
Boykotlu işletme önünde Gazze protestosu..
20.04.2025
Güven ve Adalet Toplumu |HAMZA ER
28.03.2025
UMRAN SORUYOR: DÜNYA NEREYE GİDİYOR?
29.03.2025
ah örgütçü kafa ah! MUSTAFA AKMEŞE 25.04.2025
Sorular YUSUF YAVUZYILMAZ 19.04.2025