Tahassüslerinin, his dünyasının coşkunluğu kadar tefekkürü de derin, bir umman gibi içten içe cûş-u hurûş halinde olan ve bizim âsumanımızın parlak yıldızlarından Sedat Yenigün’ün 5 Temmuz 1980 günü bir yıldız gibi kayıp giden aziz bir kardeşimiz hakkında konuşmak zordur. Sadece, abartmadan şunun söyleyebiliriz ki, bugünden 50 yıl öncelere bakıldığında, hâlâ da yolun başında olduğumuzu unutmadan, iğneyle kuyu kazılan dönemlerde, Sedat gibi kardeşlerin ruhumuzun tellerine dokunan istisnaî bir gönül eri olduğunu söylemeliyim.
*
Ben Sedat Yenigün adını ilk kez, kardeşim Mecid’den işitmiştim. MTTB’de birlikte idiler. Onun bazı yazılarındaki çarpıcı ifadelerini görünce, kim olduğunu sormuştum.. Bir gün Sedat’la birlikte gelivermişlerdi, 1972’lerde ve o âşinalık, sonra derin bir dostluğa dönüştü, taa onun ebediyete intikal edişine kadar..
Edebiyat Fakültesini bitirip, öğretmen olarak İstanbul’a tayin olunduğunda, Fatih- Sarıgüzel civarında, Bâliğpaşa Camii’nin yakınındaki bir evde oturuyordu.
Ben de 500 metre kadar mesafedeki Hırka-ı Şerif Camii’nin yakınında, Keçeciler Caddesi’ndeydim..
Geceleri, saat 24.00 veya sonrasında evimin zili çaldığında, gelenin ya polis olduğunu düşünürdüm, ya da çok yakın dostlardan bazıları.. O yakın dostlardan birisi de Sedat idi.. Çeşitli günlük sosyal mes’eleler yüzünden uyku tutmadığı zaman, kalkar gelirdi.. Bırakalım cep telefonunu, evlerde de telefonun bulunmadığı zamanlardı. Ama, gönül bağı, o şartlara göre iletişim kurmanın yollarını buluyordu.
Dostlarla toplantılarımızın vazgeçilmez ismiydi Sedat.. Adetâ, geceleri, evlerde yapılan dost meclislerinde onsuz bir sohbet olmaz gibiydi.. Ve edebî sohbetleriyle, fikrî tahlilleriyle, ortaya attığı tefekkür parıltılarıyla ufkumuzu her zaman aydınlatırdı..
1972’lerde günlük yazı hayatına başladığım ‘Bâb-ı Âli’de Sabah’ gazetesinin idarehanesinin bulunduğu Sultanahmed- Divanyolu’ndan Sâdıq Albayrak ve Sedat’la birlikte yürüyerek Fatih’e gelirken yaptığımız, tadına doyulmaz yol sohbetlerine çok kere başkaları da eklenirdi.
Keza, geceleri, Aksaray’dan yaya olarak Vatan Caddesi üzerinden evlerimize doğru sohbet ederek gelirken, yağmur altında, kızarmakta olan tavukları seyreden yalınayak bir çocuğu gördüğünde, hemen, ‘Gel kardeşim, otur şuraya..’ deyip, bir porsiyon ikram ederdi ona.. Ve sonra onun çamur içindeki çıplak ayakları için de, hemen o civarda plastik terlikler- ayakkabılar satan dükkândan bir şeyler alırdı. Ceplerimizin dolu olduğu sanılmasın.. Ayın sonunu getirmekte zorlanırdık..
Sedat, sadece ülkemizdeki veya sadece uzak diyarlardaki müslümanlara değil, ‘halqullah’a , Allah’ın bütün yaratıklarına merhametle bakmayı şiar edinen derin bir tefekkür dikkati ve kalb rikkati ile bakabilen bir hassasiyete sahib idi..
Evi, gençlerin ve arkadaşlarının devamlı toplantı mekânı sayılırdı..
Sohbetlerinde de, yazılarında da, edeb’e dikkat ettiği kadar edebiyata da dikkat eder, ama, sun’î / yapmacık tavırlardan kaçınır ve söz veya yazıları, muhatabın gönlüne de, beynine de akıverirdi..
*
Dâva asabiyetiyle yazılmış en sert yazılarında bile, ‘edeb zarafeti’ kendisini hisettirirdi.
Merhûm Âkif’in sık sık tekrarlardığı mısralar genel olarak şunlar olurdu:
‘Hayâ sıyrılmış inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer, bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl;
Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular suflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan mânâ, ibâdullahı istihkaar.
Beyinler ürperir ya Rab, ne korkunç inkılab olmuş:
Ne din kalmış, ne iman; din harab,iman turâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!’
*
(Merhûm M. Âkif’in bu mısraları, sadece 100 sene önceleri değil, bugünü de anlatmıyor mu?)
*
Ülkenin içinde bulunduğu durum, mâlum ve ortada idi..
Anarşi.. Terör.. Gencecik insanlar, fukara halk çocukları, yabancı iklimlerin hayalleri için, birbirlerinin kanı döküyorlardı..
Hergün ortalama, 30-40 kişinin öldürüldüğü günler..
Silahlı çatışmalar, sıkıyönetimler..
Laik rejim ise, dişlerini, sadece müslümanlara gösteriyordu..
Sedat ise, kültürsüz bir hareketin, harekete geçmiş cehalet olacağını çok iyi biliyordu..
‘İstanbul Kültür Ocağı’ (İKO) adında bir gençlik derneği kurmuştu, arkadaşlarıyla.. Ama, bunun açılımının, ‘İslam Kurtuluş Ordusu’ olduğu şeklinde bir algılama ortaya çıkmıştı, Anadolu’da.. Halbuki, ordu kelimesinin çağrıştırdığı, silâhlı mücadeleden uzak kalmayı ve genç nesilleri tefekkür ve kültür silahıyla donatmayı şiar edinmişti..
Ne var ki, Van’a kadar yaptığım bir gezide, şehirlerin duvarlarında, köprü ve viadüklerin kemerlerinde dağ yamaçlarında; hemen her yerde, İKO’nun ‘İslâm Kurtuluş Ordusu’ olarak algılanıp, benimsendiğini görmüştüm.. Bu durumu Sedat’a aktardığımda, üzerine düşen sorumluluğun ağırlığını daha bir hissettiğini söylemişti.
Komünist ve kapitalist dünya görüşlerinden hayat dilenmeye, imbiklemeye çalışan bir üniversite nesli ülkenin büyük şehirlerinde kan dökerken, bugün bir kısmının türkçü- kürdçü gibi cereyanlara kapıldığı gençlere hâkim olan dünya görüşü/ inanç, İslâm idi ve ‘Kurtuluş İslâm’da..’ (İKO) yazıları sosyo-politik ve psikolojik atmosferimize yeni bir heyecan veriyor; gençler silâhlı mücadeleye atılmıyorlar; kendilerini, gelecekte kurulacağını ümid ettikleri İslâmî bir dünyaya fikren, kalben, fiziken asker olarak hazırlamak dikkatini sergiliyorlardı..
Tabiatiyle, bu havayı, tirajları düşük, baskı teknikleri bugünkü gibi cicili-bicili olmayan dergiler ve o dergilerin herbirisine yazı yetiştirmeye çalışanlardan birisi de Sedat Yenigün idi.
*
5-6 Ekim 1973-Ramazan Günleri Savaşı’nda İsrail rejimine korkunç bir yenilgi taddıran Mısır lideri Enver Sedat, 1977 yılı sonunda ise, zaferin üzerine kurduğu teslimiyetçi yaklaşımlarını, emperyalist dünyanın alkışları altında, İsrail rejimini resmen tanımasına kadar vardırmıştı.
Arab Birliği üyesi bütün devletlerce Filistin dâvâsına hıyanet etmekle suçlanıyordu, Enver Sedat.. Bu mevzuun tartışıldığı dost mahfillerinde Sedat ise, ‘Vallahi ben ihanet etmedim..’ nüktesi yapardı..
*
Bu arada Sedat, Sami Şener, Yaşar Karayel gibi arkadaşları ve Hüseyin Öztürk, Hasan Güneş gibi öğrencileriyle birlikte "İslâmî Hareket’ isimli bir dergi de yayınlamaya başlamıştı.
Benim de zaman zaman yazdığım bu dergi daha çok da, ‘İstanbul Kültür Ocağı’ (İKO) etrafında bir araya gelmiş, Lise ve üniversitelilere hitab etmeyi hedef edinmişti..
Öyle bir zaman diliminde, İran’da Şahlık rejimini çökerten İslam İnkılabı Hareketi, hepimizin ruhlarında, Hz. İsâ’nın nefesiyle dirilen ölü Lazaros mucizesinde olduğu gibi, hepimize bir yeni hayat soluğu vermişti.
Sedat, o günlerdeki bir yazısında , Dostoyevsky’nin Suç ve Ceza’sındaki ateist kahramanı Raskolnikof’un, sonunda, Yuhanna İncili’nden, Lazaros’un dirilişine dair bölümü okuyunca nasıl değiştiğine dair kısmı ele almıştı.. Raskolnikof, ‘Lazarof’un ölü bedenini canlandıran Tanrı, niçin benim de ölü kalbimi canlandırmasın?’ demişti.. O günkü karanlık dünyamızda, İslam İnkılabı da, nicelerimizi yeniden daha bir neşve ve sürûra garketmişti..
*
Etrafımızdaki kanunî çember iyice daralınca, 1977-78’deki hapis hayatımdan sonra tekrar teslim olmamak ve zulümden kurtulmak için Allah’ın geniş olan arzında bir melce bulmak ümidiyle, bir vesileyle yurt dışına çıkma kararımı uygulamaya koymak üzere, doğduğum topraklardan ayrılmam gerektiğine birlikte karar vermiştik..
Ama, bu kararın ne zaman uygulamaya konulacağını henüz bilmiyordum..
Sonra 30 Mayıs 1980 günü, gün ortası, ülkenin içinde bulunduğu müthiş anarşi ortamında, (o zamanki adıyla) Yeşilköy Havaalanı’ndan çıkmama yardım edecek olan bir imkân oluştuğundan, âcilen yetişmem gerekiyordu..
Ancak, Sedat’a ulaşamamıştım.. Son derece sınırlı birkaç arkadaşın bildiği bu ayrılış saatinde, ona haber vermeden gidemezdim..
Fındıkzâde’den geçerken, bizi götüren arkadaşa rica ettim, bir 5 dakika kadar, beklemesini rica ettim.. En azından evine haber bırakabilirdim..
Evin ziline bastım, kapı açıldı.. Yukarı çıktım..
Kapıyı açan, Sedat idi.. herhalde 2-3 yaşlarında olan oğlu babasının ayakları arasında dolanıyordu.. Sedat, pijamasıyla karşıladığı için, ‘Başkası olsaydı, özür dilerdim.. Ama, sen yabancı değilsin..’ demek gereğini yine de duymuştu..
- Buyur, gel içeri..’ demişti.. Ama, benim vaktim yoktu, uçağa yetişemiyebilirdim.
- Azizim dedim, sana ulaşamasam, gözüm arkada kalacaktı.. Aşağıda araba bekliyor, hemen gitmem ve Yeşilköy’e yetişmem gerekiyor.. Elvedâ’ya geldim..
İkimizin de gözleri buğulu, seslerimiz titrek, gizli gözyaşlarımızı yutkunuyorduk.. Sarıldık, kucaklaşıp ayrıldık.. İkimizin de, birbirimizin gözlerine bakacak mecâlimizin ve telâffuz edecek kelimelerimizin olmadığı bir duygu ortamı..
O da havalanına gelmek istedi, ama, durum müsaid değildi..
- Azizim, inşaallah, daha iyi şartlarda, yeniden görüşmek ümidiyle.. Allahaısmarladık..
*
O görüşmenin, Sedat’la dünya hayatındaki son görüşmemiz olacağını nasıl bilebilirdim..
*
Aradan bir ay kadar bir süre geçmişti ki..
Bir gece, yurt dışında, Türkiye radyosunun 23.00 haber bültenini dinliyordum. Bulunduğum yerde ise, saat gecenin 24’ü idi..
Haber bülteninin son haberi kısaca okundu..
‘Zeytinburnu İhsan Mermerci Lisesi edebiyat öğretmeni Sedat Yenigün, bu akşam Fatih’te uğradığı bir silahlı saldırı sonunda...’
Aman Allah’ım!..
Yüreğim yandı, beynim sanki dumûra uğradı, birkaç dakika..
Halbuki, en fazla da o, benim üzerime titrerdi, ‘Gece gündüz, dolaşıyorsun.. Hergün birileri öldürülüyor, n’olur biraz tedbir!..’ diye.. Ve, amma, o benden önce hedef seçilmişti.. (Yurt dışında karşılaştığım ve değerler sistemini İslamî esaslara yeni oturtmuş birisi, karşıma çıkacak ve 1979-80’lerde beni öldürmek emrinin de kendisine verildiğini, onu gerçekleştiremediği için şimdi çok memmun olduğunu itiraf edecekti..)
Hemen, gecenin o saatinde, ortak dostumuz Dr. Mûsâ’ya (şimdi, Prof. M. Tosun’a) telefon ettim..
İnsanlar ayrıca, hergün onlarca öldürme haberlerini dinlemekten bile artık usanç getirmiş olmalılar ki.. Kimsenin haberi yok..
Dr. Mûsa, hemen o da kardeşim Emir Hoca’ya ulaşmış..
Kardeşim Emir de, Fatih- Akşemseddin Caddesi civarında, benim önceden kaldığım ve ona devrettiğim kiralık eve akşam üstü giderken, etrafta polis tedbirlerini görmüş, telsiz konuşmaları dikkatini çekmiş, o civardakilere, ‘Hayrola?’ diye sorduğunda, ‘Şurada bir öğretmen öldürülmüş, komünist olmalı..’ cevabını almış ve hemen herkesin bu gibi hadiselerin kenarından teğet geçmeye bile çekindiği bir ortamda, kendisi de öğretmen olan ve Sedat’ı yakından tanıyan kardeşim, anarşi ortamının tedirgin edici, hafakanlı havasına bakınız ki, fazla sormadan, hadise mahallinden, biraz ilerdeki evine gitmişti. Ama, o ‘komünist bir öğretmen’ kimdi, öğrenememişti.
Sonradan öğrendiğime göre, gecenin o saatinde, Mûsa, Emir, Beşîr Eryarsoy, Sami Şener ve Ahmed Ağırakça vs. kardeşler bir araya geliyorlar ve ‘konuyu araştıralım, bir yanlışlık olmasın..’ diye, önce Çapa Tıb Fakültesi’ne gidiyorlar, Sedat’ın cenazesini morg’da teşhis ediyorlar..
Saç traşı olmak için Akşemseddin Caddesi’ndeki berberine gitmiş, berber sandalyesindeyken, sıkılan bir kurşunla dünyamızdan ayrılmıştı..
*
Ama, Sedat’ın evinde, gecenin saat 01.30’unda, bir merak vardır, ‘Nerede kaldı?’ diye..
(Aişe kardeşimiz, ‘başka zamanlar olsa, bu saatte filanla birlikte olurdu, ama o şimdi yurt dışında..’ diye geçirir içinden; rahmetli refikama daha sonra anlattığına göre..)
Ve nihayet zil çalar, merdivenden yukarı, 5- 6 arkadaş birden çıkmaya başlayınca..
Hemen daha söylenmeden, yüz hatları herşeyi anlatır..
*
Sedat, inancına- inandığımız değerlere bağlılık adına katledildi, öldürüldü..
Onun hizmetlerinden mahrum kalmanın derin yürek sancılarını hepimiz yaşadık..
Ama, inşaallah, şehîd kazandık.. Ve, tiranlar, zorbalar ölür, iktidarları biter; dâvasına bağlılığından dolayı dünya hayatına son verilen insanın, hele de ‘şehid’lerin iktidarı ise, yeni başlar..
Evet, o, inandığı değerlerin yaşaması için, kendi hayatını ortaya koyan sessiz kahramanlarımızdan birisiydi.. Onun için de, dâvası da yaşıyor, Allah ındindeki rızklandırılışı da sürüyor, inşaallah..
*
Haliyle, Sedat’ın öldürülmesi ve defni ve sonrasındaki gelişmeleri yurt dışından teferrutıyla takib ediyordum..
Bir siyasî hareketin sözcüsü durumundaki gazetenin birinci sahifesinde arkadaşlar, yarım sahifelik bir haber hazırlamışlarken, son anda bir el, ‘o, eleştiriler yöneltiyordu.. Bu kadar yer ayırmaya gerek yok..’ diyerek, o sahifeyi kaldırtmış, küçücük bir haberle geçiştirilmişti..
Buna rağmen Fatih Camii’nde büyük bir kalabalık..
Çoğu genç binlerce insan..
Cenaze, Silivrikapı Mezarlığı’nda toprağa verilecek..
Ama, bu kalabalık harekete geçerse, bir sıkıntı olabilir diye düşünenlerin manipulasyonu devreye girer..
Tekbîr sadalarıyla kafile onbinler harekete geçince..
Bir fısıltı yayılır..
-Kardeşler, Beşiktaş’da tesettürlü kardeşlerimize saldırı oldu, bir kısmımız haydi, Beşiktaş’a..
Haberi verenin bilgisi nereden geliyor; kimse sorgulayamadan, cemaatin neredeyse yarısı, hadise mahalline ulaşmak için belediye otobüsleriyle Beşiktaş’a yollanır...
Beşiktaş’a geldiklerinde, iddia olunduğu gibi bir hadise olmadığı anlaşılır.. Ama, o fısıltıyı yayanlar hedeflerine varmışlardır..
*
Ama varamadıkları bir hedef var ki, Sedat’ların hedefini, idealini benimseyenlerden oluşan kafilenin tarihî yolculuğu, engelleri aşa-aşa, hâlâ sürmekte..
*
Ölüm meleği, ‘takdir-i ilâhî’nin gereğince hepimize uğrayacak sonunda,..
Zâlim olmadan ve inandığı aslî değerlerinden dolayı öldürülmüş dünyadan, mazlûm ve de haklı bir şekilde gitmek, inanç erleri için, rahat yatağında ölmeye tercih edilir elbette..
*
Sedat’ın katli üzerinden 44 yıl geçmiş.. Neredeyse, yarım yüzyıl..
Birlikte, sık sık yaptığımız İstanbul gezintilerinden birinde, Üsküdar’da, Aziz Mahmûd Hudaî hazîresindeki bir mezar taşında, 200 yıl öncelere aid bir kitâbeyi birlikte okuduğumuz ve yaprakların yere düştüğü, kuşların da uçuştuğu bir güz ikindisini hatırlıyorum.. O mezar taşında, ‘Günler gelip geçmekteler, / Kuşlar gibi uçmaktalar..’ yazılıydı.. Son derece sâde mısralardı, ama, o atmosferde bizi bayağı etkilemiş ve yazılışının üzerinden, güneşin, 170 binden fazla doğup battığını hesab etmiştik. Ve şimdi de, o günden bugüne, güneş, 16 bin kezden fazla doğmuş ve batmış..
Kezâ, Fatih-Çarşamba’dan Yavuz Selim Camii’ne doğru giderken, eski, yıkık bir türbenin portali üzerinde, mermere yazılı, ‘Bütün nefsler ölümü tadacaktır..’ meâlindeki ‘Kull-i nefsin zâiqâ’t-ul mevt) âyetini de birlikte okumuş ve derin düşüncelere dalmıştık.. İlginç olan şuydu ki, türbenin kubbesi çöktüğü gibi, portal üzerindeki, o âyetin yazılı olduğu mermer de ortadan kırılmış; yani mermerin nefsi bile tadmıştı, ölümü..
Bu tabloyu birlikte okuduğumuzda, o duygulu Sedat’ın rikkatli kalbinde daha bir, ne tûfanlar meydana geldiğini tasavvur edebilirsiniz.. Çünkü, kor parçası gibi bir tablo..
Sedat’ımız da ölümü tadacaktı, elbette.. Ama, Yûnus’un, ‘Şu dünyada yanar gönlüm, göynür özüm, /Genç iken ölenlere, göğ ekini biçmiş gibi..’ mısraını hatırlatacak şekilde, henüz 30’unda iken.. Ve amma, kanı, mücadelemizi daha bir sigortalayacaktı.. Onu, hasret ve rahmetle anıyorum..
Ay uyudu,
Yıldızlar uzakta..
Kaldık şu kara toprakta..
Lambalarımızın isine..
Sedat’ımızın azîz rûhuna dualar gönderiyor, onun ulvî ideallerini paylaşanları, dostlarını, aile efradını saygıyla selâmlıyorum..
*
‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn..’ (Hepimiz Allah’dan geldik ve dönüşümüz de O’nadır..)
*
Aydın ve Aktivistler'den Barış Çağrısı..
08.02.2025
BARIŞ UMUDU / Ümit AKTAŞ
09.02.2025
BARIŞ UMUDU|ÜMİT AKTAŞ
08.02.2025
Aydın ve Aktivistler'den Barış Çağrısı..
08.02.2025
Yıldız Ramazanoğlu ile Derkenar..
24.01.2025
Nail Bey'in Aklı İsraille Ticarette Kaldı!
25.01.2025
Instagram Annesi Hülya FEYZULLAH AKDAĞ 09.02.2025
Netanyahu Trump’ın Mayın Eşşeği mi? AHMET GÜRBÜZ 08.02.2025
ATEŞKESİN ATEŞİ DERVİŞ ARGUN 15.01.2025