metrika yandex
  • $32.47
  • 34.8
  • GA18240

GİZLİ DEİZM(İMİZ) VE ÖZGÜR İRADE FELSEFESİ - 2

HÜSEYİN SEVİM
24.05.2023

 


Bu yazı sevgili dostum Nuri Yılmaz'ın yakında yayınlanacak olan "Gizli Deizm ve Özgür İrade Felsefesine Giriş" adlı kitabı ekseninde kaleme alınmıştır. İslami düşünce ve islamcılık tartışmalarına son derece köklü analiz ve çözümlemelerle katkı sunacağına şüphe olmayan bu eser belki de bu bağlamda en somut teorik çerçeve önerisi olarak inşallah hak ettiği ilgiyi görür.

Sünni tezin Levhi Mahfuz eksenli anlayışının aksine Kur’an, insanın ihtiyaç duyduğu her konuyu mükemmel bir şekilde ele alan tastamam bir kitap olarak gönderilmemiştir. Kendisinin de beyan ettiği gibi, yaşanmışlıklara denk düşecek şekilde parça parça ve gerektikçe indirilmiş  ve peygamberin hayatında adım adım yazılmıştır.

Kur’an’ın sünneti de içermesi, “hakikatin” bildirimi açısından bir indirgeme gibi görünse de insan açısından çok büyük bir hikmet ve rahmet olarak değerlendirilmelidir. İndirgemedir; çünkü mükemmel olan, zamanın ve mekânın sınırlılığında kendisini açmaktadır. Tabi bu indirgeme aynı zamanda Allah’ın insana bir lütfudur, aksi halde insan sınırlı ve zaaf sahibi bir varlık olarak hakikati ne anlayabilir ne de sorumluluk olarak taşıyabilirdi. Ondan gerektiği şekilde istifade edemez, bir perspektif olarak hayatına aksettiremezdi. Oysa Kur’an, indirgeme ve rahmet ikileminde şekillenmiş ilahi bir mesaj olarak insanoğlunun yol göstericisi ve rehberidir. Levhi Mahfuzdaki hakikatin kitap halinde birebir yeryüzüne indirilmiş hali değildir.

Modernizm ile postmodernizm arasındaki gerilimin mantıksal sonucu olarak tarihselcilik, “her dönemin kendine has şartları ve ihtiyaçları vardır” demiş ve “evrensellik” kavramının dokunulmazlığını sarsmıştır. Yapısalcılık; “kültürler ve medeniyetler, içinde geliştikleri yapıdan ve şartlardan bağımsız olamazlar” diyerek “ilahi din” kavramının dokunulmazlığını tartışmaya açmıştır. Hermenötik ise “dil insani bir yapı olduğuna göre onunla ifade edilen her şey onun eksiklik ve kusurlarını taşır” diyerek “ilahi metin” kavramının dokunulmazlığını kaldırmıştır.

Bir çeşit deist haline geldiğini fark etmeyen eski İslamcılar, çeşitli okuma ve sorgulamaların sonunda kendilerini ikna eden düşünceleri problemlerin giderildiği güvenli bir liman gibi algılamakta ve o hali İslamcılıkla özdeşleştirmektedirler. İkna oldukları düşüncelerin epistemolojik açıdan sıkıntılı olduğunu görmeyip, eski İslamcılıktan bakiye özgüvenleriyle karşılaştıkları her fikri eleştiri bombardımanına tutmaktadırlar. İkna edemediklerini “eski kafa” olarak nitelemekte, asıl kendilerinin ikna olmaz bir tutum sergilediğini görememektedirler. İslam söz konusu olduğunda anlaşılması ve uzlaşılması zor bir insan haline gelmişlerdir ama çoğu zaman fark edememektedirler.

Klasik İslamcılık, İslam’ın bütün zaman ve mekanlar için geçerli sabit bir yaşam biçimi olduğu varsayımından hareket etmiş ve bu yaşam biçimini, insanlığın selameti için gerekirse zorla bütün dünyaya hâkim kılmayı hedeflemişti. İddiası buydu ama bu yaşam biçiminin nasıl bir şey olduğunu tartışmamış, bütün sosyalliklerin değiştiği bir dünyada sosyal düzenin değişmeden nasıl kalacağını sorgulamamıştı. İddiası uğruna kan dökmeyi göze alan devrimci yorumları bile ortaya çıkmış, ne var ki iktidarı ele geçirdiği ülkelerde ne yapacağını bilemeyerek olumsuz tecrübeler ortaya koymuş, ya ülkesini 1400 sene öncesinin şartlarına geri dönmeye zorlamış  ya da İslam’ı şeriat adı verilen kurallara indirgeyerek şeriat müktesebatı dışında kalan alanlarda kendi ideolojisini ve otoriter düzenini inşa etmişti.

“İslam siyasal bir mücadele değil, hayatın tümünde kendini açığa vuran bir ahlaktır” demek, eleştiriyi fazlasıyla hak eden olumsuz bir tecrübeye karşı itiraz ve bir açılım denemesidir. Bu açılımın merkez kavramı ahlak iken, aynı açılımı adalet kavramı üzerinden yapan yorumlar da mevcuttur. İster ahlak kavramını ister adalet kavramını merkeze alsın, bu yorumların epistemolojik bir temel ve bir açılım oluşturabilmesi için, “İslam ahlak veya adalet tanımına başka kültürlerin katamadığı ne katıyor?” sorusuna cevap vermesi gerekir. Çünkü ahlak veya adalet sadece İslam’a has kavramlar olmadığı gibi, her kültür içerisinden ahlaklı ve adil insanlar çıkabilmektedir. Neden diğer kültürler vasıtasıyla değil de İslam vasıtasıyla ahlaklı veya adil birisi olunmalıdır? “İslam ahlaktır/adalettir” derken kavramların oluşumunda İslam’ın sağladığı bir fark ortaya konabilirse, o zaman gerçekten bu krize bir çare bulunmuş ve bir çözüme ulaşılmış olur. Fakat ne yazık ki önerinin detaylarına inildiğinde bu önermelerin yeterince tartışılmadığı, ahlak derken genel ahlak kurallarının, adalet derken de “adil olun, adaleti ayakta tutun” gibi emir ve tavsiyelerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Hayat sadece hırsızlıktan, arsızlıktan, yolsuzluktan ibaret olmadığı için, hırsızlığın, arsızlığın veya yolsuzluğun iyi mi kötü mü olduğu ahlakın öncelikli konusunu oluşturmaz. Ahlakın konusunu daha iyi anlayabilmek için soruları şöyle sormak gerekir: Bireysel mülkiyetin olması mı iyidir, yoksa mülkün eşit paylaşımı mı (veya bir başka seçenek mi)? Yönetimin bir ailede babadan oğula devam etmesi mi iyidir, halk tarafından seçilmesi mi? Otoriter bir yönetim mi iyidir, yoksa gücün erklere bölünmesi mi? Hukukun tartışılamaz metinlerden devşirilmesi mi iyidir, uzlaşmayla halk tarafından belirlenmesi mi?....
Bu sorulara cevap üretilen başlık ahlak değildir ama cevaplara temel oluşturan ana tema, ilke şeklinde ahlak felsefesinde ortaya konur.

İslam dünyası (tüm felsefeler gibi) bir düşünce krizi yaşar ve deizm hızla yaygınlaşırken, fikir öncüleri, akademisyenler ve entelektüeller canlıtartışma ortamlarında krizin sebebini bulmaya ve çözümler üretmeye çalışmakta ama ilk arayışlar daha çok savrulmalarla sonuçlanmaktadır. Eleştirel süreçler çoğunlukla nihilizmde veya mistisizmde son bulmaktadır.

Hayata dair iddia taşıyan ve bu iddialara kabul bekleyen herhangi bir söylem, öncelikle “ikna” problemini aşmak zorundadır. Sorgulamadan gerçekleşen teslimiyet, adına “iman” denerek çoğu metafizik kültürler tarafından her ne kadar övülmüşse de insanlar kendilerine ulaşan bir bilgiyi akıl yoluyla değerlendirir ve ikna olduklarında da kabul ederler. Bu süreçlerden geçmeyen kabuller kördür, akıl dışı bir taraftarlık ve bağnazlıktır. İnsanları bir tebaaya hatta belki bir piyona, tetikçiye veya bir bombaya dönüştürebildiği için övülecek değil korkulacak bir davranıştır.


Devam edecek...

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş